Hayatı hep üretici yalnızlıklarla geçmiştir. Abdülkadir Geylani’nin hayatı da büyük yalnızlıklar ihtiva eder, Mevlana yine öyle. Yusuf aleyhisselam yıllarca hapis yatar sonra ancak peygamberliğe varır. Peygamberimiz (asm) iki yıl Hira’da yalnızlıkla sırların çözülmesini talep eder. Birgün sırları çözen Allah Cebrail’i gönderir ve ona “Oku” der. Demek okumak bütün sırları açar. Dinin, sanatın, herşeyin özü ilmin gelişmesi okumak iledir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin gençliğinin baharında gidip kaldığı mekânlardan birisi de, Doğubayazıt’ta bulunan Ahmed-i Hani Türbesi’nin bitişiğindeki yerdir. Bir yaz mevsiminde gittiğimiz bu mekân, Doğubayazıt ilçesinin güneydoğusuna düşer. Aynı zamanda tarihî İshakpaşa Sarayı’nın da yakınında bulunan bu Nur’lu mekân’a vardığımızda büyük bir manevî lezzeti ruhumuzda hissetmiştik.
Üstad’ın kaldığı küçük bir mescidin türbeye nazır bir de küçük penceresi bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, bu mekânda ilim ve iman hakikatleriyle meşgul olmuş, burada pek çok ve cildler dolusu kitapları hıfz etmiştir.
Tenha, küçük ve sessizdirler. Çoğu insanlar, onların haritadaki yerlerini bilmezler. Ancak o yerler, orada yaşanan önemli bir olay veya mühim bir zattan dolayı dünya çapında bir şöhrete kavuşur. Peygamber varisi olan Bediüzzaman Said Nursî ve onun telif ettiği Kur’ân’ın çağa olan mesajını en iyi şekilde ortaya koyan Risale-i Nur Tefsiri vesilesiyle Nurs ve Barla, çok tanınan ve ziyaret edilen yerlerden olmuşlardır. Biri; Bediüzzaman’ın dünyaya geldiği, diğeri Risale-i Nur’un telif edildiği mekândır.
1925’lerde, Isparta’nın Eğirdir ilçesine bağlı olan Barla Köyü, düzgün yolu olmayan ıssız, küçük bir yerleşim birimiydi. Eğirdir gölüne nazır bir yamaçta kurulu olan bu şirin köyden çok kimse haberdar değildi. Zamanın müstebit zalimleri, kendilerine biat etmeyen Üstad Bediüzzaman’ı, iman ve Kur’ân hizmetine engel olmak gayesiyle onu büyük şehirlerden, sosyal hayattan tecrit edip halkla temasını kesmek için bu köye zulmen sürgün olarak gönderdiler.
Onlar bilmeden kader-i İlahî’nin derin tecellilerine zemin hazırladılar. Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkıldığı bir zamanda, onun müdafaasını yapacak ve mucizeliğini gösterecek Risale-i Nur’un yazılması gerekiyordu. Barla Köyü, bu iş için çok müsait bir mekândı. Saf ve temiz köy halkı, telif edilen risalelerin istinsah ve neşrinde olağanüstü bir gayret göstererek Üstada, zındıkanın baskı ve korkutmalarına aldırış etmeden yardım ettiler. Üstad, onarın samimi desteklerine İhlas Risalesi’nin üçüncü düsturunda “Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğiniz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil burada sizinle yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi…” (21. Lem’a) şeklinde işaret emektedir.
Bediüzzaman 120 talebesiyle beraber 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor. Âni yapılan araştırmalarla elde edilen bütün risale ve mektuplar meydanda olduğu halde, mahkûmiyetlerini intaç edecek bir delile rastgelinememiş ve neticede kanaat-i vicdaniye ile, keyfî bir surette Said Nursî’ye 11 ay ve 15 arkadaşına da altışar ay ceza vererek, mütebaki kalan 105 kişiyi beraat ettirmiştir. Halbuki isnad edilen suç sabit olsaydı, Bediüzzaman Said Nursî’nin idamına ve arkadaşlarının da hiç olmazsa ağır hapsine hükmedilecekti. Nitekim bu yersiz karara Bediüzzaman itiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına lâyık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraatine veya idamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir. Bediüzzaman kendisine yapılan bu işkence ve azaplara rağmen Otuzuncu Lema ile Birinci ve İkinci şuaları telif ediyor.
Bediüzzaman, Eskişehir mahkemesi ve hapsinin ardından, Kastamonu’ya bir sene polis gözetimi altında tutulmak üzere gönderilir ve 1936 Nisanında Kastamonu’ya vâsıl olur. Nüfus kaydı da buraya alınır. Artık Üstad Kastamonuludur.
Yaklaşık üç ay polis karakolunda kalır ve sıkıntı içindedir. Daha sonra polis karakolunun tam karşısında yedi yıldan fazla kalacağı ahşap bir eve yerleştirilir. Ev, karakoldan rahatlıkla gözlenebilmekte, hatta perdeler de açık tutulmaktadır. Bir süre de kimseyle ciddi bir irtibatı olamamıştır. Bundan, Kastamonu halkının Üstad’a kötü gözle baktığı gibi bir anlam çıkarmamak da gerekir. Mesela; belediye reisi Adil Yücebıyık’ın belediye encümen kararıyla dokuz lira para yardımı teklifini (Münip Yalaz’ın hatırasıdır) Bediüzzaman kabul etmez. Zaten hayatı boyunca kimseden yardım almamak (istiğna) onun en önemli düsturlarından olmuştur.
Bediüzzaman Kastamonu’da iki büyük eserini yazmıştır, Ayet’ül Kübra ve Münacaat. Bu iki eser Bediüzzaman’ın şecere-i telifatının en tepesinde yer alırlar desek mübalağa etmeyiz. Çünkü bunlar tamamen fiktif metinlerdir, tefsirleri ile aynı değildir, bağımsız, ilhama bağlı, sanatçı ve muhayyilesi zengin bir insanın eserleridir.
Münacaat sıradan bir insanın kalemiyle tanzim edeceği bir metin değildir. Koca kainatı ilimlerle, gözlemlerle, ilim tarihi ile bağlantılı anlatmak, ilimlere yeni bakış açıları getirmek, dünyanın önemli ilmi kozmik olaylarını ayetlere göre yorumlamak… Çok kısa bir sürede yazılan bu eseri telif mantığı ile düşünmek mümkün değil. Kastamonu’da büyük, çok büyük zulüm görmüş, zulmün derecesine göre de eserler vermiştir. Eski Said döneminde Bediüzzaman rahattır ama Yeni Said ve Anadolu coğrafyasındaki sürgünleri sabır şiken olaylardır. Zulüm dehaların ekmeğidir. Ne kadar zulüm o kadar büyük eser, ne kadar tecrid ve yalnızlık o kadar büyük eser. Newton, kolera salgını yüzünden bir eve sığınır orada yer çekimini bulur. Kemal Tahir, Anadolu’da 13 yıl hapis yatar bütün eserlerini hapsin içinde yazar. Dosto, Sibirya sürgünü için der ki “Allah beni romancı yapmak için buraya sürgün etmiş.” Çünkü bütün roman kahramanlarını orada tanımıştır. Talebeleri tabela gibi rahat, nerden eser çıksın? Ya tatilleri, rahat seyahatler, üretmek hangi delikten çıksın. Onun için “rahat zahmette zahmet rahattadır” diyor.
Ayet’ül Kübra için “Kalbe geldiği gibi acele yazdırılmış” diyor. Ben çok telif gördüm bu eserdeki kozmik seyahatler ve yorumlar aklı beşer işi değil, ama isteyen o, ona verilmiş.
Münacaat için şu ifadeye bak. “Kainatın bütün eczasına hikmetin ihatasını ve ilminin şumülünü isbat eder.” Bu bir cümle ama nasıl ortaya çıkmış o kalemden. Kainatın bütün eczasına hikmetin ihatasını görmek ve kaleme almak bu beşer işi değil.
Bedîüzzaman 21/10/1943-09/08/1944 tarihleri arasındaki yaklaşık 8 ay Denizli'de kalmıştır. Bedîüzzaman ve arkadaşlarını Denizli’ye sevk etme kararı, Temyiz Mahkemesinin 3. Dairesince 30 Eylül 1943 tarihinde kararlaştırılmıştır. Kastamonu Vâlîliği, Bedîüzzaman’ın Denizli Mahkemesindeki yargılamasında, Cumhuriyet Başsavcısı gibi hareket etmiştir. Bunun delillerinden bir tanesi, 15 Aralık 1943 tarihli “Risâle-i Nur Eserlerinin zararlı muhtevası hakkında” Dâhiliye Vekâletine takdim ettiği ayrıntılı rapordur. Biz bunu Isparta Cumhuriyet Savcılığının İddianâmesi ile birleştirirsek, Denizli İddianâmesi adını verebiliriz.
İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu bu dönemde, kuvvetler ayrılığı prensibi asla işlemiyordu. Kimin icrâ organı, kimin yargı gücüne sahip ve kimin savcı olduğu belli değildi. Denizli Savcısı da bu işi taahhüdüne almıştı ve davayı yürütecekti. Kara vagonlara doldurulan Nur Talebeleri, üstlerinde kapılar muhkemce kilitlendiği gibi, ayrıca da kalın demir şişleriyle dışardan kapılar iyice bağlanmıştı. Ancak onun hazırladığı iddianâmeyi Vâlîlik ve Emniyet Bakanlığa takdim ediyordu. Burada Afyon Mahkemesi sırasında Nur Talebelerinin kaleminden çıkan hülasayı aktarmak istiyorum:
Kara vagonlarına doldurulup gönderilmiş. İnekler, koyunlar bu vagonlarla gönderilir, inandığımız rejimin bu kara yüzüdür, din nasıl belli bir dönemden sonra Lenin’in dediği gibi afyon olarak telakki edilmiş. Kediler bile vagonla gönderilse kıyamet kopar şimdi. Ama Allah bin yıl İslam’ın bayraktarlığını yapan bu milleti zayi etmez, bu zayi olmuş adamların zulmüyle bir şey değişmez.
Sonra Risâle-i Nur Külliyâtında siyasî bir faaliyet olup olmadığını tedkik için birkaç memurdan bir ehl-i vukuf teşkil edilerek toplanan eserler tetkike başlanınca, Bedîüzzaman; “Bu vukufsuz ehl-i vukuf Risâle-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Eğer onlar bir suç görürlerse, en ağır cezaya razıyım” der. Bunun üzerine Risâle-i Nur Külliyâtı, Ankara’da profesörlerden ve ilmî şahsiyetlerden mürekkeb ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i Vukuf tarafından “Bedîüzzaman’da siyasî bir faaliyet ve gaye yoktur. Eserleri ilmî ve imânîdir. Kur’ân-ı hâkimin hakiki bir tefsiridir” diye rapor veriliyor.
İthamlar delilsiz ve isbatsız olduğu için iftiralardan ibaret olduğu anlaşılıyor. Bilhassa Bedîüzzaman’ın “Mehdilik davası güdüyor” ithamı isbat edilemiyor. Neticede Bedîüzzaman büyük bir müdâfa yapıyor.
Tekrar önemle hatırlatalım ki, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin iddianâmesi, Isparta Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlandığı ve zaten söz konusu iddianâmenin 15 Ekim 1943 tarihinde hazırlandığı unutulmamalıdır. Bedîüzzaman ve talebeleri hem İddianâmeye itiraz ediyorlar ve hem de Nur Davasını müdâfa ediyorlar.
Bu yargılama sırasında tarihe geçecek dört önemli olay olmuştur:
Birincisi, Denizli Savcısı Ankara’dan gelen talimatlarla dosyayı uyduruk bir mahallî bilirkişi hey’etine göndermiştir. Bedîüzzaman, Denizli Savcısının Isparta Savcısından daha çok bir gayretkeşlik içerisinde olduğunu müşahede edince, ilk başta mülâyim bir iki parça hakikat ı hali dile getiren dilekçeleri iddia makamına gönderdi. Bir kaç gün sonra da, 8.11.1943’te birinci ehl i vukufa tevdi’ edilen dosya ve kitaplar hakkındaki bilirkişi raporları geldi. Bunun üzerine müddeî i umûmî, dosyaları davanın evvela sorgu mahkemesinde yürütülmesine bıraktı. Sorgu hâkiminin kararnâmesini de aldıktan sonra, dosyayı ağır cezaya sevk etti. Bu bir rezalettir.
İkincisi, ilim adamlarından oluşan üç kişilik Ankara bilirkişi hey’etinin verdiği rapor, bazı hatalarına rağmen olumlu bir rapordur. Ankara birinci Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Emin Böke’nin riyâsetinde yetkili ve her birisi kendi dalında feylosof kadar yüksek ilmî seviyeye mâlik ve ünlü şahsiyetlerden üç tane ilim adamı tayin edilir ve dosya bu zatlara tevdi’ edilir: Ehl-i vukuf Diyânet İşleri Müşavere Hey’eti azasından, Dersiâm Profesör Yusuf Ziya; Ehl-i vukuf Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati Ögal (Lügal); Ehl-i vukuf Türk-Tarih Kurumu Türk-İslâm Kitabları Derleme azasından Yusuf Aykub (Aykut). Bu bilirkişi hey’eti, tek tek Nur Risâlelerini ve hâdise dosyasını bir ay kadar kısa bir zaman içerisinde tetkikten geçirdikten sonra; ileride metninden bazı bölümler vereceğimiz raporlarını 22 Nisan 1944 tarihinde oy birliğiyle hazırlayıp ilgili makamına teslim etmişlerdir.
Üçüncüsü, o günlerin Polis İstihbârât Başkanlığı demek olan Önemli İşler Müdürlüğü’nün sonradan arşiv kayıtlarına girmesi için talimat verdikleri, değerlendirme notlarıdır. Bu notlar, karar verilmeden evvel, Bedîüzzaman ve talebelerinin bütün müdâfa’aları, itirazları ve taleblerinin beyanları ve ifadeleri hakkıyla değerlendirilmiş ve neticede beraatlerine karar verilmiştir.
Dördüncüsü ise, bütün siyasî baskılara rağmen, Ali Rıza Bey başkanlığındaki Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Risâle-i Nur hakkında verdiği beraat kararıdır. (Ahmet Akgündüz)
Bediüzzaman Denizli’de Meyve Risalesini yazmıştır. İki cuma gününde telif edilmiştir. Bediüzzaman bu kitapları boğazda bir yalıda yazamazdı, bu fıtrata aykırı.