Karıncanın Kâbeye gitmek üzere yollara düşmesi hikâyesini duymayan yok gibi. Yolda kan ter içinde giderken, bu ayaklarınla mı?şeklinde muhatap olduğu soruya, hiç olmazsa yolunda ölürüm diye cevap vermesi anlamlıdır karıncanın.
Hele başarının ne anlama geldiğine kazandırdığı bakış açısı, üzerinde durmak istediğimiz yazı konusunun da nirengi noktasını oluşturmaktadır.
Karıncanın hiç olmazsa yolunda ölürüm cevabı, başarının sonuçta değil süreçte olduğuna dikkat çeker.
İşin başında sonuca yoğunlaşanların, başarı da olsa sonuca ne denli hak kazandıkları kuşkuludur. Sonuca yoğunlaşan, sürecin gerektirdikleriyle fazla ilgilenemez. İşi şansa bırakmak gibi bilinçsizce bir eylemin içine girer. Böyle olunca, sonuç lehinde de olsa, bu benim çabamla oldu diyemez ve bitiş noktasında kendi özgür eyleminin gururunu doyasıya yaşayamaz. Aklı ve duyguları sonuçla fazla ilgilendiği için, süreç aşamasında es geçtiği kurallar ya da atladığı basamaklar olmuştur çünkü.
Sonuca yoğunlaşan, sonuç ne olursa olsun, karıncanın söylediği sözü göğsünü gere gere söyleme cesaretini gösteremez. Ona göre başarı, işin başında hedeflediği ya da hayal ettiği şeyin gerçekleşmesidir.
Oysa, sözde başarı mı ya da kendi ölçülerine göre başarısızlık mı lehindedir, bilemez. Başarı, mutlak olarak hedeflenen noktaya erişmek midir? İnsan olarak bu bize meçhuldür. Karınca misalinde olduğu gibi, niyet Kâbeye ulaşmaktır; ama engeller çıkarsa karşısına, yapacağı fazla bir şey yok; ölüm de sonuçlardan biridir; o ona razıdır.
Karıncanın Kâbe yolunda olmasıyla kendisine düşen görevi yapmasıdır önemli olan. Sürecin bütün şartları yerine geldikten sonra, daha yolu bitirmeden son nefes verilse bile, amaç gerçekleşmiş demektir; çünkü görev eksiksiz yerine getirilmiştir. Evet, süreçteki şartları yerine getiren, işini asla şansa bırakmamıştır ve aynı zamanda bütün eylemlerinde bilinçlilik göstermiştir.
Bu nereye benzer? Hukukla ilgili bir örnek verelim; müçtehidin bir konu hakkında hüküm vermesine benzer. Müçtehit, içtihat etmek için donanımlı olan uzman. Bilerek adımını atmaktadır. İçtihadında isabet etmezse bir sevap, ederse on sevap alır. Müçtehitlik taslayan kimse ise, isabet etse de sorumlu olur. Çünkü kör dövüşü yapmaktadır o; bir başkasını ya da kendisini tehlikeye atmaktadır.
Çokları başarıyı öngördükleri hedefe ulaşma olarak tanımlarlar. TDKnin tanımı da, başarı bir işte elde edilen yararlı sonuçtur. Yararlı sonucun hedefe ulaşma mı yoksa ulaşamama mı olduğu bilinmediği için, TDKnin tanımı biraz daha mutlak bırakılmış. Yararlı olan ihtimal, hedefe ulaşamamak da yarı yolda kalmak da olabilir.
Başarının dünya ile sınırlı olduğuna inananlar son derece kısır bir anlayışın kurbanıdırlar. Dünyanın bir de sonu var; yani dünyanın ötesi var. Yapılan birçok işlerin ödülü, dünyada verilmezse, öteki dünyada mutlaka verilecektir. Bütün şartları yerine getirdikleri halde sonuç elde edemeyenlerin ümitleri boşa çıkmayabilir. Eğer mantık yolunu seçip böyle bir hayata inanıyorlarsa, kabul ettikleri başarı hedefinin dünyayla sınırlı olmadığını görürler; yani ödüllerini öteki dünyada alırlar. Bu nedenle inananlarla inanmayanların başarı ölçüleri değişiklik gösterir.
Kuranda yaklaşık otuz ayette geçen Fevz-i Azîm deyimi bir anlamıyla kurtuluşu diğer anlamıyla da başarıyı, yani muvaffakiyeti içermektedir. "Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir (Al-i İmran, 3/185). anlamındaki Kuranın bu eşsiz ayeti, asıl büyük ödülün ahirette olacağını göstermektedir.
İnsanın sahip olduğu değerler, yetenekler ve sonsuz duygular açısından da başarının daha kapsamlı ve uzun bir hedefinin olduğunu görmek mümkün. Yetenekler dünyayla sınırlı değil ki, bunca çalışmaların ödülü dünyayla sınırlı olsun.
Bütün bunların ötesinde, bu dünyada insanın asıl amacı görev bilincidir; amaçladığı şeyler yolunda yapması gerekenlerdir. Yani amacın başlayacağı nokta ile bitiş noktası arasında yapmakla sorumlu olduğu birtakım kurallar var. İşte bu kuralların bütünü süreçtir. İnsan olarak biz, bu kuralları bütün yeteneklerimiz ve yetişmemiz doğrultusunda yerine getirmekle sorumluyuz. Tevekkül de budur. Arabamızı kurallara uygun park ettikten sonra Allaha havale etmeliyiz. Gelişi güzel park edip de ceza makbuzumuzu ön camın üstünde bulduğumuzda şaşırmamız anlamsızdır ve hele öfkelenmemiz son derece yersizdir
Bu anlamdaki tevekkülî anlayış ya da sonuca değil sürece yoğunlaşımız, bizi psikolojik olarak rahatlatır; görevimizi hatasız yaptığımızın iç huzurunu yaşarız. Ben görevimi yaptım, ötesine karışmam yaklaşımı, belki de kaygısız, stressiz ve korkusuz bir hayatın güvencesidir. Ve başarıyı süreçteki duyarlılık getirir. Hiç kimse de daha işin başından sonucun tanımını yapamaz ve ne olacağını kestiremez.
Başarı, yapılan işin ödülüdür elbette. Burada fikir birliği yapılamayan başarının kendisi ile ona ulaşma yöntemindedir. Meşru bir yol, yani donanımlı bir süreç, sonuç ne olursa olsun, bizi meşru bir başarıya ulaştırır.
Sözü fazla uzatmadan, insanı başarıya ulaştıran süreçteki belli başlı adımların neler olduğunu sorabiliriz. Bunu da asrın mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursîden öğrenelim. Bediüzzaman, başarı deyimini kullanır. Ama hemen arkasından başarıya giden yolun şartlarını sıralaması ile sürece ne denli önem verdiğini de gösterir.
Ona göre sanki başarı, görevin tam olarak yapılmasıdır, yani sürecin şartlarını yerine getirmektir.
Nedir bunlar;
a) Allahın yeryüzünde işleyen kanunları var; yerçekimi kuvveti, her şeyde bir tekâmülün olması, kimya ve fizik kanunları gibi... Herhangi bir işi gereğine göre yapmak esastır; sanatı sanat ve ticareti ticaret gibi yapmak
b) fıtrat kanunları ki, herkesin kendine göre yetenekleri var; yani işler yeteneklere göre düzenlenir;
c) bir de çevrenin, yani sosyal hayatın gerekleriyle uyum içinde olmak var(1).
Bu üç kurala uymayan yine fıtratın tersiyle cevap alır, yani şartları ıskaladığı ya da basamakları atladığı için başarıyı yakalayamaz. Bir başka deyimle, hedefini tespit edip işe başladıktan sonra gönül rahatlığıyla yoluna devam edemez, sürekli bir kuşkunun içinde bulur kendini.
Yukarıdaki üç ana şart, hem başarımızın ve hem mutluluğumuzun olmazsa olmazıdır.
(1) Nursî, B.S. (2208). İşaratül-Îcaz, s: 271
huseyinkara@risalehaber.com