Uzun, upuzun bir yazı olacak: Mecburum... Düşünceyi hülâsa, mümkün; ama vesika ve nakillerin tabiatı hülâsayı kaldırmıyor. Bu ehemmiyetli meselede sabır ve dikkatinizi rica ediyorum...
“Demokratik Açılım” tartışmaları sebebiyle Meclis Kürsüsünde, “Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok.” diye eşine ender rastlanır tuhaf bir hamasetle AK Parti’ye yüklenen Baykal’ın yardımcısı Onur Öymen, nasıl bir bataklığa saplandığının farkında değildi şüphesiz.
İstiklâl Savaşı gibi tãrihin en haklı savaşlarından birinin yanında Dersim ve Şeyh Said felâketlerini zikretmenin mantıkla, iz’an ve insanlıkla alâkasının olmadığının şuurunda da değildi Öymen. Çığ gibi gelen tepkiler karşısında hayretler içinde kalmasının yegâne sebebi de bu derin gaflet ve şuursuzluktu.
Maksadım ne Baykal ve Öymen CHP’sinden bahsetmek, ne de “Demokratik Açılıma” paragraf açmak. Beşer tãrihinin kaydettiği en haksız ve en zãlimce tenkil ve katliamlardan birini yaşayan Dersim’in dehşetli ve elim hikâyesini yıllar önce “Doğu Gerçeği ve Müslüman Kürtler” adlı eserimde kaleme almıştım, upuzun bir hikâye. Bir makalenin imkânları içinde anlatmak değil, hülasa etmenin de imkânı yok; bu sahada yazılmış yüzlerce kitaba havale etmekle iktifa edeceğim.
Üzerinde durmak istediğim asıl mevzu, Kemalist mihrakların da iğfalâtıyla Alevi çevrelerin, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’nin Dersim Tenkiline taraf çıkıp mühim bir talebesinin iştirakini temin ettiği yönündeki kanaatlerini red ve tashih etmektir.
Said-i Nursî Hazretleri’nin hayatının Eski Said kısmını “Son Derviş” adıyla kaleme alan Alevi yazar Metin Aktaş’a kısa bir müddet önce bu yönde ağır bir tenkid vaki olmuştu. “Metin Aktaş; Gerçekler ve Kurgular” başlığıyla uzunca bir makale kaleme alan Xaki G.Bargin, tenkidleri arasına Dersim Felâketini alarak Hazreti Üstâd’a asılsız ama ağır bir ittihamda bulunuyordu. İşte o satırlar:
“Aktaş’ın unutamadığını söylediği ninelerinin katliam çığlıklarına sebep olan egemen sistemin ayaklarından biri Türkse, diğer ayağı da İslamdı. Said-i Nursi’nin en yakın mürüdlerinden biri olan Hulisi Yahyagil anılarında Dersim katliamı esnasında büyük bir vicdani muasebeyle yüzyüze kaldığını yanlızca belirtmez, hatta subaylığından istifa etmeyi bile düşündüğünü de belirtir. Fakat Said-i Nursi’den aldığı dualı bir mektuptan sonra fikir değiştirip katliam bölgesine gittiğini anlatır. Dogrusu Metin Aktaş’in Said-i Nursi’nin yukarıda bahsettiğimiz yaklaşımını, kendisine atfettiği"erdemli", "faziletli" ve "büyük insan" nitelikleriyle nasıl bağdaştırabileceğini merak ediyoruz, aynı zamanda bu katliamın kurbanları -onların deyimiyle-"rafızı"değil de müslüman olsalardı, aynı mektubun Nursi tarafından mürüdüne gönderilip gönderilmiyeceğini de. Sanırım Aktaş için bu durum “ninelerinin" katliam çığlıklı sermayesinin bittiği ya da hükmünün geçmediği yerdir.”(1)
Fakirin isminin de tenkidle medar-ı bahsedildiği bu yazıya cevap teşkil eden, “Son Derviş Ak Partinin Projesi mi?”(2) başlıklı makalemde bu hususa da cevap vermiş ve Hulusi Yahyagil’in hãtırãtından ilgili bahsi aynıyla okuyuculara takdim etmiştim. Seksen küsur yılda normalleşemeyen ülkemin hassasiyetleri ve kol gezen devlet terörü atmosferini de göz önünde bulundurarak okuyucuya takdim etmekten imtina ettiğim çarpıcı bir vesikayı, Üstad Bediüzzaman’ı haksız ittiham ve iftiralardan, Alevi çevrelerini de insanlığın vicdanı bu büyük insanı yanlış tanımaktan kurtarmak için dikkatinize arzetmeye mecbur kaldım.
Ama vesikadan önce meselenin çerçevesini hülâsa etmekte fayda var:
Kemâlist düşünce ve icraatle fiilen meşgul olmamasına rağmen, îmân hizmeti noktasındaki cehd ve gayretini tehlikeli addeden Cumhuriyetin kurucu ricãlinin bin türlü tãkib ve eziyetle hayatını zindana çevirdiği, sürgün ve hapishanelerle Cehennemî bir hayata mahkûm ettiği bu mümtaz insan, dillerde pelesenk olmuş, “İrtica ve Dini siyasete alet etmek” iddiasiyla bir daha talebeleriyle birlikte tutuklanarak Afyon cezaevine konmuş ve haksız bir biçimde yirmi ay hapse mahkûm edilmiştir. Ocak 1948’de başlayan hayatının bu en ağır hapis cezasına temyiz ile itirazda bulunan Said-i Nursî’nin itirazı şu çarpıcı ifãdelerle başlar:
“Haşirdeki mahkeme-i kübrâya bir arzıhaldir. Ve dergâh-ı İlâhiyeye bir şekvâdır. Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dârülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Adil-i Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyâne takdim ediyorum.”
On maddelik işkenceleri tådåd eden büyük mazlum, son iki maddeyi iki kısa şerhle tehiri tercih eder:
“Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur'u mütalaalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.
“Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.
Tecrid-i mutlakta mevkuf
Said Nursî”(3)
Onuncusuna, “şimdilik yazmadım” kaydını koyması, mürur-u zaman ve değişen şartlara göre bu iki maddenin yazılabileceği ihtimaline kapıyı aralık bırakır. Elyazması eserlerde “En Has Nurculara Mahsustur” başlığıyla yer alıp İttihad Yayıncılık tarafından neşredilen “Ahirzaman Fitneleri” ile “Rumuzat-ı Semaniye” adlı eserlerde de neşredilen ilgili bahis, Bediüzzaman Hazretleri’nin Dersim Tenkiline bakış zaviyesini bütün berraklığıyla aksettiriyor. O günkü devlet ricãli ve icraatlerinden de sarf-ı nazar etmeyen bu bakışı öğrenmeye herkesten çok Alevilerin hakkı var. Üstad’dan dinleyelim mi?
“Mahremdir
“En Has Nurculara Mahsustur
“Mahkeme-i Kübraya Şekvanın Dokuzuncu Maddesinden bizi mah¬kum eden heyet Risale-i Nur’u okumalarının hatırı için Üstadımız mah¬rem tutup yazmamış. Fakat madem en muannid Avrupa feylesofu ve en enaniyetli müteassıb Mısır ve Şam’ın uleması bir defa Zülfikar ve Asa-yı Musa’yı okumasıyla onlara taraftar olup tahsin ettikleri halde bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlenmesine çalışmaları ve serbestiyet vermemelerine binaen “onların hatırı daha tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle izhar edildi. (Talebelerinin notu. H.Y)
“DOKUZUNCU MADDE: Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin elliyedinci sahifesinde bizi mahkum etmek için son fıkralardan BİRİSİ bu fıkradır.
“Said-i Nursi devletin kanunlarını tatbik ile muarız ve muhaliflerin adaletin pençesine teslim eden çok amir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhid ve münafık tabir etmesi onunla tam suçlu oluyor ki: mahkum ediyoruz.”
“Bunların bu fıkrasına karşı hapse giren nurun bir kısım talebeleri böyle cevap veriyorlar: “Bindokuzyüzotuzsekiz senesinde Dersim faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” serlevhasıyla bu vakıanın tam tamına aynını yazdı ki: Hiç dünyada emsali vuku’ bulmamış, öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’i ispat ediyor. Elbette öyle fevkalade cani canavar memurlara bin defa zındık, gizli komünist, dinsiz demekle suçlu olmak, bilakis tasdik ile takdir ile mukabele lazım.”
“İşte, Said umuma değil, yalnız böylelere zındık, münafık demiş.
“İKİNCİSİ: Yine kararnamenin aynı sahifesinde Said-i Nursi’nin mahkumiyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki: “Bütün ömrünü Türk vatanının dahili ve harici türlü tecavüzlerden kurtulmasına hasr ve vakf eden Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve Türk istikbal ve istiklaliyetinin sadık ve fedakar hadimi olan Atatürk’ü, Süfyan ve İslam Deccalı, tağut, dalalet, zındık komitesinin fir’avn-meşreb reisi, ehl-i dalaletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu suretle her Türkün kalbinde kökleşen Atatürk sevgisini kökünden sarsarak ve ona alet olan has adamlarına münafık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkum ediyoruz.”
“CEVAB: Yine nurun hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbalini ve istiklalini mahv eden onun icraatı oldu¬ğuna bir delil şudur. Bu vatandaki milletin bin seneden beri Hıristiyanın dehşetli umum devletlerine karşı üçyüzelli milyon manevi ihtiyat kuvveti hükmünde olan alem-i İslam, bütün ruh-u canıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibatı ve düşmanın bu vatana hücumu vaktinde o muazzam manevi ordu ağlaması ve itiraz etmesi içindir ki; yetmiş, seksen, bir zaman yüzyirmi milyon Osmanlı Devleti, o dindar raiyetiyle, dörtyüz milyon Hıristiyan devletlerine karşı istiklalini, istikbalini muhafaza ediyordu.
“İşte, o reis bu ihtiyat kuvveti bu vatan ve milletin aleyhine çevirmesi ve bir cihette istiklalini, istikbalini mahv ettiği halde nasıl “istikbalini muhafaza ediyor ve kurtarmış” denilebilir. Hem, Bağdat’tan ta Hind’e ve Mısır’dan, Cezayir’den ta Endülüs’e ve Yemen’den ta Habeşistan’a kadar adeta iki Avrupa kıtası kadar Osmanlı hakimiyeti ve Türk milletinin amiriyeti tahtında iken kırk seneden beri o reisi ve onun gibi dinsizliği dindarlara tercih edenler, yetmiş milyon Arab’ı elinden çıkardığı gibi en mukaddes şeylerini dahi rüşvet verdirmeğe; ve istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ancak bir muvakkat idareye mecbur eden ve bu biçare masum ve mazlum ve dindar ve mücahid milletin hem istikbalini hem istiklalini dehşetli ve çok acınacak bir vaziyete sokan ve hakiki Türk hamiyetçiler ve vatanperverler ve dindar mütefekkirlerinin kalplerinde dehşetli bir nefret ve itirazına hedef olan bir bedbaht reisin hakkında:
“Her Türkün kalbinde sevgisi kökleşmiş olduğu halde Said o sevgiyi çıkarmasıyla suçludur, mahkum olur” demeleri ne kadar haktan, hakikattan, in¬saftan, vicdandan uzak olduğunu her vicdan sahibi anlar. Ve yirmi ay hem tecrid-i mutlakta hapis, hem iki sene göz hapsi altında mahkum etmek dünyada hiç emsali vuku’ bulmamış zalimane bir muameledir.
“Acibdir ki, savcı müddei, iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı Siracunnur’un ahirindeki Beşinci Şua’nın Mes’ele’lerinde (Said demiş ki: Başa şapka koymaya cebreden Süfyan, öyle bir dehşetli istibdatla hareket eder ki: Bir cani yüzünden yüz köyü harab eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder) dediği fıkra için Said’in mahkumiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip inkilaplar aleyhindedir.”
“CEVAP: Yine o cevabı veren Nur Şakirdlerinden Abdürrezzak na¬mında birisi diyor ki:
“İşte, o davanın doğruluğuna delalet eden yüz emmareden tek bir emmaresi bindokuzyüzotuzsekizdeki Dersim facia¬sında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması Beşinci Şua’nın o hükmünü kat’i hakikat olarak gözlerine sokuyor.
Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı, hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslamiyetle tahakkuk eden ve alem-i İslamın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türke bütün bütün mahiyetlerine zıt ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?”
-Dördüncü Remz tashihli nüsha- (4)
Dipnotlar:
(1)http://www.alternatifyayinlari.com/bizden-haberler/haberler/17-sondervistartisiliyor.html
(2)http://www.hyilmaz.net/Sayfala.asp?nereye=YAZIOKU&ID=918
(3)Said-i Nursi, Şualar, S: 454
(4)Ahirzaman Fitneleri, S: 71, İttihad Yayıncılık-2003