Daha önce biri yazar, biri hukukçu iki arkadaşımız hem TV’deki sohbetlerinde, hem de yazılı olarak Bediüzzaman hazretlerinin hatalı, kusurlu olduğu manasında ifadeler kullanmışlardı. Şimdi de Mücahit Bilici beyin aynı manadaki fikriyle tekrarlanmış, şeddeli hale gelmiştir.
Bu iddialar hem iman ve Kur’an hizmetine Risale-i Nurlarla koşmaya çalışan bizleri ciddi üzmüştür. Hem de efkâr-ı umumiyede zarar oluşturmuştur.
Bizler, acaba sadece bu konudaki Üstadımızın fikrini biraz dikkatle okusak bu hatalı ithamdan kurtulabilir miyiz?
Rahmetli Kırkıncı Hocamın dediği gibi “Evet, Bediüzzaman da bir insandır. Hata yapma, kusurlu olma ihtimali onun için de mümkündür! Amma hata yapmamıştır!” diyemez miyiz!
Veya sadece Allah’ın kusurlardan azade olduğunu, Üstadımızın da bütün insanlar gibi kusur ve hata yapmasının söz konusu olabileceğinin bir temel mana olarak bu metinle, bu ifadelerle yapılamayacağı kabul edilemez mi acaba?
Şöyle ki:
“Aziz kardeşlerim,
Üstâdınız lâyuhtî değil...
Onu hatâsız zannetmek hatâdır.
1- Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez.
2-Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez.
3-Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla…
"Üstâdınız lâyuhtî değil. Onu hatâsız zannetmek hatâdır".. Deniyor amma üç güçlü örnekle hata görmedeki temel iddiaların yanlışlığı anlatılıyor, hatta ispat ediliyor.
İnsaf odur ki:
-Bir Seyyie,
-Bir Hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.
Burada, necis-ences olma meselesini ve ‘1 masum 10 cani olsa da kimse öldürülemez'i de hatırlamalıyız.
A-Hakaike dair mesâilde "Külliyatları" ve bazan da "Tafsilatları" "Sünuhat-ı İlhâmiye" nev'inden olduğundan, hemen umumiyetle, şüphesizdir, kat'idir.
B-Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, "tarz-ı telakkilerine" dairdir.
Onlar "hakikat" ve "hak" olduklarına dair değildir!
C-Çünkü, "hakikat" olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
D-Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette Sünûhât-ı ilhâmiyedir.
E-Tafsilât ve Teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder.
Karışmak, noksan kalmak ve hatânın sadece tafsilât ve teferruatta olduğu belirtilerek hata sahası iyice daraltılıyor!
Bu teferruatta (ki) "hatam" asla ve mutlaka zarar îras etmez.
Karışma, noksan ve hatâlı olma "teferruat" olarak değerlendiriliyor. Ve teferruattaki bu şeylerin de "asla, mutlaka, zarar îras etmediği" belirtiliyor!
“Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır. Fehmi işkâl eder.”
Burada da hata diye nitelendirilen şeylerin "Mücmel ve Nota hükmünde kalması olduğu belirtilip; bunların da en fazla fehmi işkâl ettiği sonucunu doğurduğu söyleniyor. Ve kusur denilen şeyin, "anlamayı zorlaştırmak"tan başka birşey" olmadığı söyleniyor.
Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, (Her şeye rağmen) benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım.
Buralarda da, tenkitlerin nasıl karşılanması gerektiğinin genel ve temel ölçüleri aktarılıyor.
“Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati (Göremediği kusurları için hakikat tabirini kullanıyor! Böyle durumlarda) müdafaa değil, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ederim....”
Üstadımızı kusurlu görmemiz, burada sarih olarak söylenenleri nazara almadan Madalyonun diğer veçhelerini ifade etmeyerek eksik fikir serdetmemiz, çok doğru olmasa gerek!
Hem kanaatime göre, bu mektupta Üstadımızın, kusurluluğundan değil, kusur bulmadaki yanlışlarımızdan, meselenin bütün yönleriyle değerlendirilmesinin lüzumundan, bahsediliyor. Kusurluluk iddiasıyla karşılaşanlara prensipler sıralanıyor.
Elbette kendisinin hatalı olabileceği de bir temel hakikat olarak ama dolayısıyla anlatılıyor. (Barla Lâhikası 131.Mektup, 208-209)