Çapraz okumaların en büyük faydası; normal şartlarda aralarında bir bağıntı kurmayacağınız metinler arasında bağıntılar kurabilme yeteneği kazandırmasıdır. Daha özet bir ifadeyle belirtecek olursak; çapraz okumalar, iki metni aynı anda incelemenizi sağlar. Bu sayede iki bilgi dehlizi arasında daha evvel fark edilmemiş bağıntıları ve alakaları bilebilir, bulabilirsiniz. Ben, bu yöntemin çok nimetini tattım ve tatmaya da devam etmekteyim. Herkese de tavsiye ederim.
Özellikle; Risale-i Nur külliyatından bir eseri her zaman takip etmekle birlikte, onun yanısıra takip ettiğim başka güzel bir kitap, bazı zamanlar zihnimde büyük açılımlara vesile olmuştur. Bazen birisi sayesinde, diğerindeki bilgileri anlamış ve hatta yazarından daha farklı şekillerde yorumlamışımdır. Bu tıpkı, bir ayağınızın, pergelin iğneli ayağı gibi zemine saplı olması; fakat diğerinin alabildiğine açılarak size geniş bir alan sağlaması gibidir. İşte Risale-i Nur, yere saplanan sağlam ayağımdır. Yerimden ve dengemden şaşmamamı sağlar. Diğer okumalarımsa, daha geniş bir alan hakkında malumat sahibi olmamı sağlayan, serbest ayağımdır.
Geçtiğimiz hafta bu okumaların bir balını daha tadar gibi oldum. Hülasası şu, anlatayım: Şualar’ı okuyanlar bilirler, orada Bediüzzaman Hazretleri’nin mektupları içinde çok naif olanlar vardır, fakat üslupça çok sert olanlar da vardır. Neredeyse Eski Said lisanı ve kafasıyla yazılmış diyebileceğiniz kadar ateşli mektuplardır bunlar. Bazı yerlerde müellif itiraf eder, muvakkat olarak Eski Said kafasını takındığını...
Fakat bunlar geçicidir ve zaruridir; zira muhatapları Yeni Said’in o kavl-i leyyin söylemini anlamayacak kadar odunlaşmıştır. Ve bu odunları kırmaya Eski Said gibi bir yürek gerekir. Her neyse... İşte o mektuplardan birisinde yine Üstad Hazretleri, çok sert şekilde birisini eleştiriyor ve diyor ki: “Risale-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri kat’î ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakikî tercümesi kàbil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz.”
Şimdi bu çok güzel mektubun kaydedilen bölümünün hemen öncesinde, Bediüzzaman Hazretleri’ne; “Bundan on iki sene evvel işittim ki” diye başlayan o çok sert sözleri söyleten kişinin kim olduğunu masaya yatıralım. Ben, geçtiğimiz aya kadar bu konu hakkında tahmin yürütemiyordum, çünkü bu sözü kimin söylediğine dair külliyatlarda bir kayda rastlamamıştım. Üstad’ın hayatı ile ilgili çalışmalarda da bu meseleye dair hiçbir şeyle karşılaşmamıştım. Bu yüzden, bu sert sözlerin muhatapı benim için epey bir süre meçhul kaldı.
Ta ki, geçen haftaya kadar... Bir hafta evvel elime geçen bir kitap, bu sözü söyleyen kişi hakkında bazı tahminler yürütebilme imkanı sağladı bana. “Tam odur” diyemiyorum elbette, bunu şaramak güç. Ama biraz mantık yürütünce “o” olması ihtimalinin yükseldiğini, yüksek olduğunu görüyorum.
Önce metne dönelim. Bediüzzaman Hazretleri, işittiği şeyin bundan on iki sene evvel olduğunu söylüyor. Elbette kastettiği Meyve Risalesi’nin telif tarihi. Zaten değişik külliyat çalışmaları da bu dipnotu, hemen metnin altına eklemişler. O halde Meyve Risalesi’nin telif tarihinden itibaren (1943) bir hesaplama yaparsak, bu on iki sene evvel ifadesi 1931 senesine denk gelir. Tabii bu bize, sözün söylendiği tarihi net bir şekilde vermez. Bu ancak Bediüzzaman’ın bahsi geçen sözü işittiği tarihtir.
İşte tam da bu noktada Dücane Cündioğlu Hoca’nın “Âkif’e Dair” isimli eseri, imdadıma yetişti. Gerçi malumunuzdur; Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında (belki bizzat Mustafa Kemal’in tavsiye etmesiyle) Kur’an’ı tercüme etmekle görevlendirilmiştir. Fakat muhterem şair, çeşitli korkularından ve endişelerinden dolayı, hitama erdirdiği çalışmayı asla Cumhuriyet idarecilerine teslim etmemiştir. (Dücane Cündioğlu Hoca da bu kitapta zaten bu meseleyi ele almaktadır. Kitabın asıl konusu budur.)
İşte Dücane Cündioğlu da, ismi geçen kitabın ilk bölümlerinde, Atatürk’ün bir Alman gazetesine verdiği beyanatı alıntılıyor konusuyla ilgili olarak. Gazetenin ismi: Vossische Zeitung. Beyanatın verildiği tarih: 1929. Bakınız orada neler söylüyor Mustafa Kemal:
“Ahiren Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup başka bir işleri olmadığını bilsinler.”
İlginç değil mi? Burada sanki Mustafa Kemal de, tıpkı Bediüzzaman’ın o çok öfkelendiği meçhul şahıs gibi bazı sözler ediyor. Kur’an’ın tekerrür eden şeylerden ibaret olduğu, yani çok da kayda değer olmadığı ve din ricalinin de bu boş işlerle uğraşan insanlardan ibaret olduğu gibi şeyler söylüyor. Daha ilginç olansa, bu demecin verildiği tarihin Bediüzzaman’ın bu kem sözü işittiği tarihe yakın olması. Yani aralarında sadece iki sene var gibi... Tarihleri birbirine çok yakın.
Elbette mevzu tarih olduğu için kesin bir şekilde “Bu, budur” diyemiyorum, zaten dememek de lazım. Belgesiz olmaz... Benimkisi sadece bir tahminde kalıyor. Ama merhum Mehmet Âkif’i bile korkutan ve elindeki tercüme metinlerini saklatan bir zihniyetin, Bediüzzaman’a da Kur’an’ın hakiki manada tercümesinin mümkün olmadığını söyleten ve bunu ispat ettiren zihniyetle aynı olması ihtimali kuvvetlidir. Ben bu ihtimali şahsım adına kuvvetli buluyorum. Elbette bu yalnızca şahsî kanaatimdir. Yakın tarih hâlâ müdakkik tarihçilerimizi beklemektedir.