Röportaj: Nurettin Huyut- RisaleHaber
2. BÖLÜM:
EĞER O ÖLMESEYDİ BEN ÖLECEKTİM, O BENİM YERİME VEFAT ETTİ
Babam vefat ettikten sonra ben ona da çok üzülüyordum. Bir gün baktım Üstad bir ekmeğin içine zeytin, peynir gibi bir şeyler koymuş göndermiş. Demiş “üzülmesinler eğer o ölmeseydi ben ölecektim, o benim yerime vefat etti. O nedenle bundan sonra çocuklarına ben bakacağım. Bu yemeği onun çocuklarına götürün verin” demiş. Ondan sonra da her gün bize bir parça ekmek gönderirdi. Dermiş “bu onların bugünkü tayinatlarıdır.” Babamız öldü diye bize babalık yapıyordu. Ama mübareğin kendinde de bir şey yoktu ki, bize versin. O yokluk içinde yine bizi düşünüyordu.
Risale-i Nurları Osmanlıca yazdınız mı?
Bir ara yazmaya niyetlendim, ama hem emniyetin takip ediyor olması (yazdıklarımızı saklamak çok zor oluyordu) bir de zaten kısa zaman sonra matbaalarda basılmaya başladı bollaştı elle yazmaya gerek kalmadı.
Hem o zaman Risale-i Nurları henüz bilmiyorduk. Biz sadece Üstadı biliyorduk, büyük bir zat olarak tanıyorduk, hatta babam mesela bize Muhammediyeden okurdu, Ahmediye vardı vakit oldukça onlardan okurdu. Hem babam dava vekilliği yapıyordu, onlarla uğraşırdı.
Bir de evimizde sık sık arama yapılırdı. Biz hükümetten yana olduğumuz için sürekli takip altındaydık, o nedenle kitaplar sürekli saklı dururdu. Açığa çıkaramazdık.
UN ÇUVALLARINA BİLE BAKARLARDI
Babanız bu aramalardan ve baskınlardan sonra hiç hapse düştü mü?
Yok babam hapse hiç düşmedi. Karakola da götürülmedi. Çünkü, evde hiçbir şekilde kitap yakalayamadılar.
Bulamamaları için evin nerelerinde saklıyordunuz?
Zaten fazla kitap bulundurmuyorduk, olan bir iki taneyi de yatak dolaplarının üzerindeki tahtayı sökerdi oraya koyardı, üzerine de eski bir kağıdı raptiye ile yapıştırırdı, sanki senelerce oraya dokunulmamış gibi görüntü verirdi.
Ama onlar her yeri ararlardı, didik didik ederlerdi. Ne un çuvalları kalırdı, ne erzak torbaları döker içine tek tek bakarlardı.
O nedenle amcalarım yazdıklarını köylere gönderiyorlardı. Çünkü odunların altına bile bakarlardı. Koca odunluğu dışarı dökerler içine bakarlardı. Öylece bırakır giderlerdi o dönemde her evde soba vardı ve her evin odunluğunda 2-3 ton kışlık odun olurdu, onları günlerce istif ederdik, onlar gelir biranda o odunların hepsini bizlere taşıtırlar dışarı atarlar, altına bakarlardı. Biz tekrar onlar gittikten sonra içeri alırdık.
Mesela hatırlıyorum, bazen gece geç vakitlerde baskın yaparlardı. O zaman imkanlar olmadığından çocukları yerde yatırırdık, onları çiğner geçerlerdi, üzerlerinden yorganlarını kaldırır altlarına bakarlardı.
Mesela bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Elektrikler kesik bir vaziyette, çocuklar kızamık çıkarmış, çoğu hasta yatakları yerlere sermişiz. Çamurlu ayakları ile yatakların içinde dolaştılar, yerde yatan çocukları kaldırıp yataklarının altına baktılar. Çatı aralarına, sandıklarımıza, ne bulurlarsa her şeye baktılar. Hem de acımasızca sandıklarımızdaki elbiseleri tutup silkeleyip atıyorlar, silkeleyip fırlatıyorlar, çıldırasın geliyor. Ne arıyorlar bilmiyoruz ki, öyle eziyetler ediyorlardı.
EKMEK KOKMUYORSA KİTAPTIR
Aligen köyünde Hafızağa vardı onun cipi vardı gelirdi. Onunla mal gönderiyorum adı altında kolilerle kitapları göndermişti. Ondan dükkan komşularının haberi olmuş ihbar etmişler. “Hacı Osman kitapları kaçırdı” diye şikayet etmişler. Onun üzerine Hafızağa onları tehdit etmişti “bir daha şikayet ederseniz yakarım hepinizi” demiş, tehdit etmiş ondan sonra şikayet etmekten korkmuşlar. O zaman yakın komşular bile düşman olabiliyordu. Onların hepsi Halk Partiliydi.
Mustafa Acet abinin bahçesinde mahalle fırını vardı. Haliyle komşuların ekmeklerini pişiriyorlar, götürüp getiriyorlar… Onlar ekmek teknesine kitapları doldurmuşlar, götürüyorlar. Mahallede biri de elinde gazetesi ile oradan geçerken “Ayşe, Ayşe” diye seslenmiş “kitapları mı götürüyorsunuz?” Kokusundan anlıyor, ekmek teknesi bu, ekmek kokmayınca şüpheleniyor. Ekmek değilse kitaptır. Çünkü, bu aile kitaptan başka bir şeyle uğraşmaz.
Sizin aileden 1947 Afyon hapsine giden oldu mu?
Evet hem o zaman girenler oldu hem de Üstad’ın vefatından sonra ihtilal sonrası da aile fertlerinin çoğunu içeri doldurdular. 1947’de Osman amcam (Çalışkan), Mehmet amcam (Çalışkan), Ceylan abi, Hamza Emek abi, Mustafa Acet abi, Dr. Tahir Barçın, bir salı akşamı, o gün Emirdağ’ın pazarı idi. Kayınvalidem dükkana yemek götürmüştü. Geri geldi morali çok bozuk “noldu” dedim. “Dükkan kapalı kimse yoktu” dedi. “Anne nereye gidecekler, bugün Pazar var, dükkan kapalı olur mu?” “Bilmiyorum yoklar” dedi.
Biraz geçtikten sonra rahmetli babam geldi. “Ana” dedi “minderdir, battaniyedir, yastıktır hazırla.” “Ne yapacaksın bunları?” dedi anam. “Okula, götüreceğim” dedi.
Okul tatil nedeniyle boş olduğundan her birini bir sınıfa tek tek koymuşlar. Götürdü, orada birkaç gün kalmışlardı. Oradan da Afyona götürdüler.
ÜSTAD GİDİNCE TALEBELERİ EVİNİ BOŞ BIRAKMAZLARDI
Üstad 50’den sonra devamlı Emirdağ’da mı kaldı?
1944’de Emirdağ’a geldi 1947’de Afyon hapsi olunca oraya gitti hapisten sonra gene Emirdağ’a geldi ama devamlı Isparta’ya ve Barla’ya gider gelirdi. 15 gün bir ay, iki ay gider dolaşır tekrar gelirdi. 1960’a kadar hep böyle geçti. En çok Emirdağ’da kalıyordu. O gidince evini boş bırakmazlardı. Talebeleri, bizimkiler sırayla gider kalırlardı, nöbetleşe orayı boş bırakmazlardı.
O gidince hemen eşyalarını, yatağını yorganını toplar getirirlerdi. Biz onları söker içindekileri havalandırırdık, kabartırdık, yıkar, temizler, tekrar dikerdik. Yaşlılarımız evine giderdi, evini temizlerlerdi.
Elbiseleri hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Nasıldı, değişik elbisesi var mıydı? Yamalı mıydı?
(Burada Şükran abla gülümsüyor) Aynı elbise ile geldi aynı elbise ile gitti mübarek. Bu resimde gördüğünüz (Fatih camii önünde dua ederken çekilen resmi göstererek) gibi aynen böyle geldi ve böyle de gitti. Hiç değişmedi.
Vefat ettiğinde elbisesinde 80 civarında yama olduğu tespit edilmiş, o nedenle sordum buradayken de aynı mıydı?
“Doğru mu değil mi siz karar verin madem sordunuz, gidip getireyim görün.” (Şükran abla kalktı içeriye gitti döndüğünde elinde büyükçe bir bohça vardı. Getirdi yere koydu ve yeni bir gelinin çeyizini itina ile açıp göstermesi gibi açarak tek tek göstermeye başladı. Gerçekten tamamen yamalardan oluşan bir gömlek gösterince yamanın ne anlama geldiğini orada daha iyi anladık. Aynı bezden, Japon bezinden bir gömlek ama sanki elli parçadan oluşuyor gibi bir hali vardı. Deri montları yaparlar ya… Uydururlar, elli parçadan meydana geldiği halde fazla sırıtmaz, birbirini tamamlar gibi durur aynen öyle, bir birini tamamlayan parçalardan oluşan büyükçe bir bez parçası gibi…)
ÇABUK HAZIR OLUN! ÜSTAD GELİYOR ALLAH’A ISMARLADIĞA GELİYOR
En son ayrılışını hatırlıyor musunuz? Son ayrılışı diğerlerinden farklı mıydı?
Evet, bir de o günü hiç unutamıyorum. Çok acı bir gündü. Önce Mustafa Acet abi geldi kapıyı çaldı. Kayınvalidemle ikimiz bahçedeydik. “Şükriye Sultan yengem evde mi?” diye sordu. “Evet abi evde…” dedim. “Çabuk hazır olun! Üstad geliyor Allah’a ısmarladığa geliyor” dedi. Bu söz üzerine ben kendi kendime gayr-ı ihtiyarı “Aaa! Neden Allah’a ısmarladığa geliyor ki” dedim. Çünkü, daha önceki gidiş gelişlerinde hiç bu şekilde Allah’a ısmarladığa gelmezdi. Selam gönderirdi o kadar bizimkiler gider yolcu eder gelirlerdi.
“Anne..” dedim “çabuk geri giyin” (o da başka bir yerden yeni gelmişti çarşafını çıkarıyordu). “Ne diyor Mustafa?” Diye sordu. “Üstad buraya geliyormuş” dedim. “Aa kız hiç Üstad buraya gelir mi?” dedi. “Allah’a ısmarladığa geliyormuş” dedim. Ona çarşafını verdim daha giyemeden araba kapıya geldi. Ben -çift kanatlı idi- kapıyı tamamen açtım. O kadar kısa zaman içinde, bir anda kapının önü doldu. Kayınvalidem ve ailenin diğer fertleri kapıya çıktılar. Ben çıkamadım, başımda büyük bir örtü vardı. Eltim koştu geldi başımdaki örtüyü aldı başına örttü o çıktı. Ben şok olmuş gibi yerimde kalakaldım. Bir türlü çıkamadım. Hala o gün öyle davrandığıma hatırlayınca üzülürüm. Neden gitmedim, onunla konuşmadım diye…
Fakat penceresi yola bakan bir mutfağımız vardı, içeri görünmesin diye penceresini yüksek yapmışlardı. Hemen yastıkları sedire yığdım kılıflarından birini de başıma örttüm ve yastıkların üzerine çıkarak pencereden dışarı sarktım.
Meğer araba tamda pencerenin önünde durmuş bir anda Üstad’la göz göze geldik. Ben öyle görünce “Nereye ya mübarek? Bu Allah’a ısmarladık niye? Nereye gidiyorsun? Sen de mi bizi bırakıp gidiyorsun?” dedim. (Şükran abla bunu söyleyince kendini tutamadı ve ağladı orada bulunanları da ağlattı.) “Hani babam bizi sana emanet etmişti sen bizi kime bırakıp gidiyorsun?” dedim.
(İç çekerek) “Gitti!...”
Sonra “bizi unutma” dedim. Ben bunları kısık sesle konuşuyorum ama biliyorum ki, o anlıyor, biliyor ne demek istediğimi.
O bana bakarak ellerini Allah’a ısmarladık gibi yaparak göğsüne koydu ve öylece araba hareket etti. Gitti!.. Ben bir kenara oturdum ağladım, ağladım..
Kayınvalidem geldi “orada oturup niye ağlıyorsun, kapıya neden çıkmadın?” dedi. Benim konuşmaya halim kalmamıştı. Komşum yanımızdaydı. “Sultan abla o Üstad’la konuştu” dedi. Kayınvalidem “ne konuştun kız?” dedi bana. Benden çıt çıkmıyor. Gene o komşum devreye girdi. “O camdan ona bir sürü şeyler söyledi, her söylediğini Üstad da aldım kabul ettim diye cevap verdi” dedi.
Kayınvalidem “rahat ol artık işte bak eve kadar geldi madem konuşmuşsun da” dedi. Ben de “evet geldi ama vedalaşmaya geldi” dedim. (Şükran anne sanki o anı tekrar yaşıyormuş gibiydi. Bir yandan ağlıyor bir yandan anlatıyordu.)
İŞTE O ZAMAN DÜNYAMIZ YIKILDI
Demek ki, siz onun ahirete gideceğini bir şekilde hissetmişsiniz?
Evet kayınvalideme de onu dedim. “Eve kadar geldi ama bir daha hiç gelmeyecek, daha önce hiç bu şekilde vedalaşmaya geliyor muydu?” dedim. “Artık bir daha biz onu göremeyeceğiz” dedim. Sonra eşim geldi, kayınpeder geldi eve onlar da ağlıyorlar. Dedim “ne var siz de ne ağlıyorsunuz? Bir şey mi biliyorsunuz?”, “Üstad’ı gönderdik!..” dediler. “Bir daha göremeyeceğiz herhalde..” “Niye?..” dedim. “E hasta gitti, hem de Urfa’ya gitti, bize de “Allah’a ısmarladık” dedi, bir daha göremeyeceğiz” dedi.
İki gün sonra eşim gene ağlayarak geldi. “Ne oldu, neden ağlıyorsun?” dedim. “Üstad’ı kaybettik” dedi. İşte o zaman dünyamız yıkıldı. Son görüşümüz olmuştu. (Şükran abla üç beş dakika gözyaşları ile o anı tekrar yaşadı, mendille gözyaşlarını sildi…)
MÜBAREK SAĞOLSAYDIN BU GÜNLERİ SEN DE GÖRSEYDİN
Üstad Emirdağ’da iken bu günkü gibi toplu dersler oluyor muydu?
Toplu dersler olmuyordu daha doğrusu olamıyordu. Çünkü, dediğim gibi devamlı takip altındaydık. Fakat Ceylan abi geldiği zaman mutlaka yanında kitap getirirdi, toplanır okurlardı. Düzenli olmasa da haftada bir toplanmaları oluyordu. Bir araya gelip dersler yapıyorlardı. Amcalarım yakın olanlar toplanıyordu. Zübeyir abi de, Üstad yatsından sonra hemen uyuduğu için odasına çekilince geliyordu. Mübarek erken yatardı. O yatınca geliyor biri iki saat durup gidiyordu.
Kapılardan pencerelerden sürekli dinleniyorlardı. Bu takip işi biz Eskişehir’e gelene kadar devam etti hatta burada bile telefonlarımız zaman zaman dinleniyor. Emirdağ’da huzur vermediler. Hatta daha Üstad hayattayken “İhsan’ı Eskişehir’e gönderin” diyordu. Çok fazla tazyik olduğundan öyle bir tedbir düşünüyordu. Ama Üstad hayattayken bir yere gidemezdik. Çünkü, yapılacak iş çoktu bırakıp gidemezdik. Ama Üstad gidince artık gelmemize bir engel kalmamıştı. Hepimiz toplanıp geldik. Mehmet amcamlar, Hasan amcamlar… hep birlikte toplanıp geldik.
O zaman öyle sıkıntı içinde, sürekli takip altında korkudan ondan bahsedilmezken, şimdi bakıyorum televizyonlarda Üstad’ımın boy boy resimleri çıkıyor. Ben onları görünce ağlamam geliyor. Her yerde serbest, ne kadar düzel bir şey… “Mübarek sağolsaydın bu günleri sen de görseydin” diyorum.
BEDİÜZZAMAN: BİLMEYEREK BİZİ REKLAM EDİYORLAR!
Üstad kabrinden seyrediyordur…
Evet mutlaka görüyordur. Zaten onun zamanında da çok çıkıyordu. Ama hep aleyhte şeyler yazıyorlardı. O bunları görünce “bilmeyerek bizi reklam ediyorlar!.. bilmeyerek bizi reklam ediyorlar!..” diyormuş rahmetli...
Altmıştan sonra bizimkiler o dönemde bol bol yattılar, daha sonra Bolvadin’e sevk ettiler. Mahkemeler… Mahkemeler… Bekir abi, (Nur içinde yatsın) davalara o giriyordu. Bir gün baktık hepsini tahliye etmiş önüne katmış getiriyor.
Afyon hapishanesinde de çok kaldılar. Osman amcam, Mehmet amcam, Hasan amcam, Halil abim, Ceylan abim, Mustafa Acet abi bunlar afyon hapishanesinde çok kaldılar. Babam o zaman ilk okul mezunuydu. Sadece o girmemişti. E aileye bir erkek lazımdı. Demek ki, Üstadım onu dışarıda tutuyordu. İçeride olanların da ihtiyacı karşılanacak onların da işlerini görüyordu. Mevsim de kış idi, o kışta kıyamette ne çekmişti babam. Bugünkü gibi imkanlar da geniş değildi. Vasıta yoktu, bir çok zaman yaya gittikleri oluyormuş. Anlatıyordu bazen Afyon’dan Bolvadin’e yaya yürüdüklerini söylerdi.
Hem hükümetin de işine yarıyordu, muhtardı babam. Mahallede ne olsa onu çağırıyorlardı. Bir kavga olsa bir anlaşmazlık olsa babamı çağırıyorlardı gidip hallediyordu.
SEN OLMASAYDIN CEYLAN’I YANIMA ALAMAZDIM
Üstadın eşyaları size nasıl geldi, Üstad Urfa’ya giderken mi göndermişti?
Bize nasıl geldi çok iyi hatırlamıyorum. Devamlı onun eşyaları bize gelir giderdi. Bir yere gitse veya elbiselerini yıkamak gerekse, yamamak gerekse bize geliyordu. Yani, babam veya kayınpederim bir şekilde toplayıp getiriyordu. Bazen de artık giyilmez duruma gelmiş olanları atmazdık saklardık. Onun her şeyine gözümüz gibi bakardık. Bazen de o gidince evinde kullanmasın diye… Bilemiyorum nedenini işte sahip çıkıyordu babam amcam…
Bir de Üstad, Urfa’ya gidince herkes bir şeylerini almış götürmüş. Hatıra kalsın diye adeta kapışmışlar. Bizimkiler gidesiye kadar fazla bir şey de kalmamış. Ama, yatağı, yorganı, yastığı bizdedir. Çünkü, O bizim yatak ve yorganımızda yatardı. O herhangi bir yere gittiğinde yatak yorgan eve gelirdi yıkayıp temizledikten sonra kabartırdık.
Şimdi bazı kişilerin evinde de yatak yorgan var diyorlar ama onlar Üstadın kullandığı yorganlar değildir. Talebelerinin kullandığı yorganlardır.
Üstad’ın her türlü işini bizimkiler görürdü. Mesela sabahları iki mangal ateş hazırlardım. İlk iş olarak onun mangalını götürürdü. O dönemde imkanlar kıt olduğu için bazen soba bile yakmak mümkün olmuyordu. Sobadan çıkan köz ateşleri mangala doldururduk bir müddet de onunla ısınırdık. Ara sıra ateş biterdi, gider çarşıdaki ekmek fırınlarından temin ederlerdi.
Yani, her gün Üstad her birine bir iş verirdi veya aralarında iş bölümü yaparlardı, herkes üzerine aldığı işi yapardı. Her gün Üstadı ziyaret ederler o da kendilerine iş verirdi onlar da o işi mutlaka yapardı.
Doğrusu, Rahmetli İhsan'a dermiş Üstad; “Kardeşim İhsan sen olmasaydın, Ceylan ile Halil’i yanıma alamazdım.” Kardeşim Kamil’e de aynı şeyi söylemiş, “Kardeşim Kamil sen olmasaydın ben Ceylan’ı yanıma alamazdım.” Yani, “sen evin ve dükkanların işlerini görüyor olmasaydın bunları hizmete alamazdım” demek istemiş. Tabii herkesin mağazası var, dükkanı var onların da yürütülmesi gerek onlar da o işleri yapıyorlar, bir nevi iş bölümü şeklinde çalışıyorlardı.
Hatta Afyon hapsi olmadan önce Üstad babama dermiş “biz içeri düşünce sen bize yemek getirirsin değil mi kardeşim” o da; “evet efendim getiririm” dermiş, “neden böyle söylüyor?” diye de merak edermiş, bilmezmiş neden öyle söylüyor. Ama daha sonra içeri girdiklerinde ne demek istediğini o zaman anlıyor.
Hem Ceylan abi ile Halil abim ikisinin arasındaki yaş farkı iki yıldır. Halil abi, Ceylan abiden iki yaş küçüktür. Onlar bu konu açıldığında fıkır fıkır gülerlermiş, şu yemeği de öğrenelim, bunu da bize öğret dermiş, içeriye gireceklerini sanki biliyorlarmış.
GARİPTİR AİLEMİZDEKİ ERKEKLERİN ÇOĞU GENÇ YAŞTA VEFAT ETTİLER
Belki de Üstad onlara söylemiştir?
Kimbilir… Belki de…
Birbirlerini çok severlerdi. İkisi de 36 yaşında vefat etti. Önce Ceylan abi vefat etti, iki yıl sonra da Halil abi vefat etti. Gariptir ailemizdeki erkeklerin çoğu genç yaşta vefat ettiler.
Az yaşamışlar ama öz yaşamışlar, birkaç yılda başkalarının bin senede elde edemeyecekleri manevi makamları kazanarak gitmişler. Allah rahmet etsin. Amin…
Vefat ettiklerinde Zübeyir abi -her ikisi için de- “onlar şehit oldular” demişti. Bir gün ikisi Eğridir’de kayıkta şakalaşıyorlarmış. Üstad kıyıda onlara bakıp gülüyormuş. Zübeyir abi “Üstadım niye gülüyorsunuz?” diye sormuş. O da “bu iki çocuk var ya! Her ikisi de şehit olacaklar” demiş. Hakikaten biri (Ceylan) trafik kazasında beyin kanamasından gitti, diğeri ise kanserdi, kanserden vefat etti.
Ceylan çok şakacı, şen atik bir gençti, takılmadan duramazdı, ama Halil abim ona göre çok ciddi ve sakindi.
Fotoğraflar için TIKLAYINIZ
Röportajın birinci bölümü için TIKLAYINIZ