Risale Haber-Haber Merkezi
“Ağabeyler Anlatıyor” kitabının yazarı Ömer Özcan, Türkmenoğlu’nun anlattığı hatırasını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.
1930 İstanbul doğumlu olan Mustafa Cahid Türkmenoğlu, Hukuk Fakültesi mezunudur. 1956 senesinden itibaren Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin emriyle, Dr. Tahsin Tola’nın desteği ile üç sene içinde Ankara’da, Atıf Ural, M. Said Özdemir, Mehmed Emin Birinci, Ahmed Kalgay Ural ağabeylerle birlikte Risalelerin yeni harflerle ilk matbaa basımını yapmıştır. Toplam 54 ay olarak en çok hapis yatan nurcudur. 12 Temmuz 2007 tarihinde Konya’da vefat etmiştir. “Ağabeyler Anlatıyor” adlı kitaplarım için yaptığımız uzun kayıtlardan, kısa fakat ilginç bir "bir istihdam örneği"ni dikkatlerinize sunuyorum.
Mustafa Cahid Türkmenoğlu’nun dilinden hatıra:
Matbaa iki üç katlı bir yerdi, en üst katta bize bir oda vermişlerdi. Ama karanlık bir oda idi… Gündüz bile elektrik yakardık… Namazları da orada kılardık. Sabah namazından sonra doğru matbaaya gider, ekseriye yatsı namazına kadar çalışır, namazı orada kılıp çıkardık. Yemekleri de orada yerdik… Yemek dediğim de aparatif; zeytin-ekmek, peynir-ekmek gibi… Lokantaya gidecek paramız olmazdı…
Bazen İlâhiyatlı talebeler gelir tashihata yardım ederlerdi. Onlar yazın tatile memleketlerine gittiler… Bir arkadaşımızın da dünyevî işi çıktı evine gitti… Bir arkadaş da üç aylar girdi diye mecburen muhtelif yerlere vaaz etmeye gitti. O zaman ben matbaada yalnız kaldım bir müddet. Gerçi sağdan soldan yardıma gelenler oluyordu… Ama hem acemiler, hem de fazla tutamıyorsun ki... İşler çok zorlaşmıştı… Ben de, “validemi on, onbeş gün ziyaret edeyim, hem de arkadaşlar yavaş yavaş gelmeye başlarlar, sonra hep beraber devam ederiz” diye düşündüm. Memleketim, İstanbul Pendik.
Matbaa tren istasyonuna yakındı… O zamanlar otobüs yoktu… Fakat tam gitmeye karar veriyorum İstanbul’a tren istasyonuna giderken bir kuvvet beni zorla matbaaya çeviriyor, bir türlü gidemiyorum. Ertesi gün, “kat’i gideceğim” diyorum, fakat yine yönümü bir kuvvet çeviriyor. Sonra düşündüm; “ben niye gidemiyorum acaba” birinci, ikinci, üçüncü gün yine aynı. Düşünüyorum; “ben niye valideme gidemiyorum, hâlbuki biraz kalsam ne olur, 20 gün geç bitse ne olur” diye düşünüyorum.
Böyle bir gün yine o karanlık odada yalnız başıma tashihatla meşgul iken, “Yâ Rabbi! Ben hürriyetime sahip değil miyim? Benim hürriyetim elimde değil mi? Ben niçin istediğim yere gidemiyorum? Yâ Rabbi! Ben hürriyetime sahip değil miyim?” diye odanın içinde kendi kendime bağırmaya başladım. Bir müddet geçtiği hâlde yine gidemiyorum. Ben de “Hürriyetim yok mu?” diye hep söyleniyorum. Ama kendi başımayım, hiç kimse yok, kimse duymuyor… Odadaki masalar, sandalyeler, kapılar duyuyordu yalnızca…
Neyse arkadaşlar geldiler. Ben de, bari şimdi üç beş gün gideyim de valideyi ziyaret edeyim dedim. Üstad Isparta’da… Benim memleketim İstanbul Pendik... Üstad’ı ziyaret edeyim de öyle gideyim valideme diye düşündüm…
“NE HÜRRİYETİ!!.. NE HÜRRİYETİ!!..”
Isparta’ya gittim… Arkadaşlar kapıyı açtılar… Üstad “gelsin” demiş… Merdivenlerden üst kat’a çıkıyorum… Merdivenlerden çıkar çıkmaz sol tarafta oda vardır, orası şimdi müze oldu. Arkadaşlar “sen gir” dediler. Ben girdim. Üstad yatağın üstünde oturmuş, arkadaşlar kapıyı açık bıraktılar. Üstad’ın elini öpmeğe doğru gidiyorum.
Üstad şöyle hafifçe doğruldu, “Ne hürriyeti!!!” diye şiddetle bağırdı bana. “Ne hürriyeti!!.. Ne hürriyeti!!..” diye çok şiddetli bağırıyordu. Ben şaşırdım kaldım. (Türkmenoğlu ağabey bu hâdiseyi anlatırken Üstadımızın sesini taklit ediyor, sanki aynı heyecanı tekrar yaşıyor ve bizlere de yaşatıyordu.) Hâlbuki ben ne Üstad’ın yanında, ne de hiç kimsenin yanında dememiştim, hatta dersane de bile değil, matbaadaki karanlık odada kendi kendime demiştim. Hiç kimsenin yanında, “hürriyetim yok mu?” demedim. Ama Üstad duymuştu. Artık nasıl duymuştu?..
O zaman Üstad çok güzel bir ders verdi bize. Hayatım boyunca unutamam o dersi. Elini öptüm, yanına oturdum. Diğer kardeşler de geldi. Çok net bir şekilde, “Kardeşim” dedi. “Öyle kimseler gelmiş ki Kur’an’ın bir tek harfinin manasına kendini feda etmiş. Bize ne oluyor ki, şimdi Kur’an’ın bütününe taarruz var, biz niçin kendimizi feda etmeyelim?...” Bir ders verdi. Biz hiç ses çıkarmadan öylece dinledik. Sonra, “haydi dön” dedi bana. Ben de İstanbul’a falan gitmeden doğru tekrar Ankara’ya döndüm, valideye gidememiştim. Validem yaşlıydı… Ben yedinci çocuğu idim… Dört sene ziyaretine gidememiştim... Dile kolay dört sene… Allah rahmet etsin…
EN ÇOK HAPİS YATAN NURCU
En çok hapis yatan benim, ama bu benim için rahmet oldu, günahlardan temizlendik inşallah. Sırasıyla:
•1958’de Ankara’da 65 gün.
•1960’da Erzurum’da takip ediliyorduk, bizi içeri aldılar… Tam beş ay yatırdılar.
•Salihli’de bir müddet…
•1967’de Mersinde yattım yedi sekiz ay kadar.
•1971’de ihtilâlde Ankara’da Sıkıyönetim mahkemesi, yedi sene —Nurculuk tarihinde verilen en yüksek hapis- ceza verdi bana. Af çıktı, üç sene 18 gün yattım.
Toplam 54 ay hapis yatmış oldum... İnşallah keffaret olmuştur… Allah ihlâsımızı bozmasın inşallah...