İkisi arasında nasıl bir bağlantı olduğu sorulabilir. İkisi de çöküş yasalarını ve Müslümanların hastalıklarını teşhis eden risaleler kaleme almışlardır. Bediüzzaman, 1911 yılında Şam’da Emevi Camii’nde vermiş olduğu ve Hutbe-i Şamiye olarak anılan tebliğinde veya hutbesinde Müslümanların iç hastalıklarını ve tedavi şekillerini yazmıştır. Dert ve ve devayı, dertleri ve çareleri kaleme almıştır.
İslam tarihinde ulema kaynaklı olarak çöküş yasalarını kaleme alanlar olmuştur. Bunların en barizlerinden birisi Gazali’nin İhya kitabıdır. Çöküş dönemlerinde alimler yeniden ayağa kalkmanın reçetesini yazmışlar ve erbabına havale etmişlerdir. Bediüzzaman da 1911 senesinde verdiği hutbede bunları dile getirmiştir. Hutbesinde veya reçetesinde ele aldığı ümmetin ortak dertlerinden birisi fakirlik, cehalet, zaruret ve yeis gibi hallerdir.
Şekip Arslan da Reşid Rıza’nın Cava’daki bir talebesinin göndermiş olduğu mektuba cevaben ümmetin dertlerini ve çözüm yollarını kaleme almıştır. Bu kitapların akisleri günümüze kadar gelmiştir. Daha doğrusu Reşid Rıza’nın Muhammed Besyuni Ümran adlı talebesi Cava’dan gönderdiği mektupta iki şıklı bir soru sorar: Müslümanlar niye geri kaldı? Dünyevi ve uhrevi gerileme sebepleri nelerdir? Buna mukabil Batılılar (Avrupa-Amerika) Japonya ile birlikte niye ileri gitmiş ve kalkınma sebepleri nelerdir?
Şekip Arslan bu iki suale mufassal bir cevap vermiştir. Kitabının başlığını da "Limaza Taahhare’l Müslimune ve Limaza Takaddeme Gayruhum/ Müslümanlar Niye Geri Kaldı ve Ötekiler Niye İlerledi?" şeklinde koymuştur. Kitabını ilk kez 1930 yılında kaleme almış ve yayınlamıştır. Bilahare kitap birkaç baskı daha yapmıştır. Teşhis-i illet noktasında Bediüzzaman’la aynı kanaati paylaşır. Kalkınma veya toparlanma noktasında da aynı çarelere parmak basar. En büyük hastalık ve illetlerden birisi yeistir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle yeis her mani-i kemaldir. Bundan dolayı bazen fakirlik ve yeis küfrün kardeşi ve basamakları haline gelmiştir.
Burada Şekip Arslan çok somut bir örnek verir ve Hicaz Demiryolu projesinin her türlü şeamet tellallarının ve yeis tüccarlarının rağmına yapıldığını, gerçekleştirildiğini ortaya koyar. İkinci Abdulhamit baş koyduğu yoldan dönmemiş, yılmamış ümit kırıcılara rağmen Hicaz Demiryolunu Şam ve oradan da Medine-i Münevvere’ye kadar uzatmıştır. Birinci Dünya Savaşı araya girmese söz konusu demiryolu önce Mekke ardından Yemen’in başkenti Sanaa’ya kadar uzanacaktır. Projenin Alman mimarı bile projenin akıbetinden şüphelidir. Kendisi Tebük’ten öteye gitmez ama tren salimen Medine-i Münevvere’ye kadar ulaşır. Projeyi yaşatan ve hayata geçiren İkinci Abdulhamit Han’ın emel ve umudu olmuştur. Hicaz Demiryolu aslında onun zihninde İttihad-ı İslam projesi ve trenidir. Ama ardından talihsizlikler sökün etmiştir. Önce ha’l edilmiş ardından da Osmanlı’yı tarihe karıştıran Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir.
Kitap üzerine bir tahlil denemesi yazan Hasan el Attar kitabın yazılışı üzerinden 85 yıl geçtiğini ama verilerin iyileşmediğini durumun ‘eski tas eski hamam’ deyimi ışığında devam ettiğini ifade etmektedir. ‘Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal’ ifadesine rağmen yüzyıllık süreçte arpa boyu mesafe alınamamıştır. Nedeni reçetenin uygulanmamasıdır. Sözgelimi, 365 milyon olan Arap dünyasının gelişimi sağlıklı değildir. Siyasi olarak istibdadın pençesinde kıvranmanın ötesinde salih insanlar ve Rabbani alimler azalmaktadır. Arap dünyasında ümmilerin sayısı 100 milyonu geçkindir. Genç erkeklerde işsizlik oranı yüzde 25 bandında seyretmektedir. Üniversite mezunları da teşebbüs ruhundan yoksun ve devlet kapısına mahkumdur.
Şekip Arslan Müslümanların geri kalmasından en çok ilmiye sınıfını sorumlu tutar. Asrımızın alimleri ulema-i su olmanın ötesinde yarım alim ve onun ötesinde saray ulemasıdır ve saraya veya zenginlere yaltaklanırlar. Bu ise ilmin heybetini götürdüğü gibi murakabe ve denetimi de ortadan kaldırır. Bu durumda alimler istibdadın aracı ve dayanağı olurlar. Halbuki ilmiye sınıfı Allah lillah için bir denetim mekanizmasıdır. Hakkı söyleyerek ayağa kaldırırlar. Alimler meddahlığa soyunurken avam da ilim yerine safsataya müptela olur. Bunun sonucunda İslam aleminde yönlendirici bir mekanizma ve sağlıklı bir kamuoyu oluşmaz. Alimlerin ahlakı bozuk olunca ümeranın ahlakı da aynı şekilde tefessüh eder. Şekip Arslan, İslam aleminin yöneticilerinin ahlaksızlıklarına temas eder. Hem müstebit hem de ahlaksızdırlar. Nitekim hadis diliyle ümera ve cebabire dönemlerinde sultanların genel ahlakı İslama aykırı seyredecektir ve nitekim öyle de olmuştur.
Bediüzzaman, Mektubat adlı eserinde altıncı meselede bunun analizini yapar:
“İslâmiyetin, Hıristiyanlık ve sâir dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki: İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. اِتَّخَذُۤوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهâyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya enâniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar…”
Ulema istibdadın freni oluyor ve denetim mekanizması gibi görev yapıyor. Alimler dünyadan uzak kaldıkça ya da zühd ile muttasıf oldukça, dünyalık için devlet adamlarının katına gitmedikçe mehabetlerini muhafaza ediyor ve yönetimler üzerine tesir icra edebiliyorlar. Aksi halde yöneticilerin istibdada ve harama köprüsü oluyorlar.
Şekip Arslan ayrıca havf damarının etkisi üzerinde durur. Bir ikilemden bahseder ve camitler ile cahitlerden bahseder. Ümmetin belini kıran bu iki zümredir. Bu ikisini gelenekçi ve modernist olarak tanımlayabiliriz. Camitler veya donuklar İslamı sadece ahiret dini yapmışlar, dünya ile ilişkisini kesmişlerdir. Oysa ki, dünyası olmayanın dini de yoktur! Buna mukabil cahit veya modernist ise Frenk mukallitliği yapar ve Müslümanları batılılaşmaya çağırır, batılılaştırmaya çalışır. Bu başka kimliklere bürünmektir veya kimyasal dille başkalarına karışarak, başkalarının kimliği içinde erimek ve öz kimliğini kaybetmektir. Tuz gölüne karışarak tuz olur.
Esasında mukayeseli okumalarda büyük faydalar var. Kısa aralıklarla farklı zamanlarda yazılan bu eserler aslında İslam ümmetinin hastalıklarına ve çarelerine ayna ve ışık tutuyor. Derman ve çare için reçetelere başvurmak gerekiyor. Reçeteyi kaybeden dermanın adresini, iyileşmenin pusulasını da kaybeder.
Şekip Arslan kimdir?
Ahmed eş-Şerebâsî’nin deyimiyle “Osmanoğulları’ndan daha fazla Osmanlı olmak isteyen” emîrü’l-beyân (belâgatın prensi) Şekip Arslan, 1869’da Lübnan’ın Şuveyfe köyünde, bir Dürzî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası düşük dereceli bir mahalli memur idi. Arslan Ailesi, Cebel-i Lübnan’da Dürzî aşiretlerinin en şereflilerinden kabul edilmekteydi. XX. yüzyılın başlarında, ailenin bireylerinden kimi memur, kimi hariciyeci, kimi mebus, kimi de edip olmuştur. Şekip’in ailesi Dürzî kimliğini bırakıp İslam’a dönerek Arap-Osmanlı cemiyetinde isim yaptı.
Şekip Arslan 1874’te Beyrut’ta Medresetü’l-Hikme adındaki Maruni okuluna girdi. Şekip bu okulda edebiyata yöneldi; Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Fransızca’yı da öğrendi. 1881’de mezun oldu. 1886’da (17 yaşında) ilk şiir kitabı yayımlandı. Daha sonra Türkçe’yi de öğrenmesi için Medrese-i Sultaniye’ye gönderildi. Burada bir yıl okudu (1887). Üniversiteye gidemediğinden kendi kendisini yetiştirmek durumunda kaldı.
1892’de, hayatı boyunca emperyalist bir tehlike olarak göreceği Avrupa’ya (Paris, Londra) geçti. Aynı yıl İstanbul’a tekrar döndü. Yine aynı yıl Lübnan’a döndü. 1902’ye kadar on yıl şiir yazdı, ilmi araştırmalar yaptı, Kahire ve Beyrut’un meşhur gazetelerinde makaleler yayımladı. “Enerjisini politikaya harcamış olmasaydı, Şevki’nin yerine Arap dünyasında emîrü’ş-şuarâ (şairlerin şahı) olabilirdi.” denilmektedir.
Güçlü bir padişahın gitmesine üzülmekle birlikte, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra kurulan yeni rejimi ve onun yabancı güçleri dışarı atma çabalarını desteklemekten geri kalmadı. Ona göre Osmanlı’nın yaşaması, askeriyenin yüksek görev kabiliyeti ile donanmasına bağlıydı.
Onun hareket noktası, iç politika malzemesi olmadığı gibi, ideolojik yönleri ağır basan sözcüler gibi, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Arapçılık zihniyeti ile de bağdaşmıyordu. Pratik bir mesajı vardı: Parçalanmış bir imparatorluğun Avrupa’ya yem olacağını. Arap ülkelerinin merkezlerinde Araplarla Türkler arasındaki bölünmenin çok garip ve de gereksiz olduğunu; imparatorluk mefkuresine sıkı sıkıya sarılmak gerektiğini; yabancı güçlerin, Türklerle Araplar arasında anlaşmazlık bulunduğu kanaatini yayarak bu yolla kendi çıkarlarına kapı araladıklarını; Osmanlı topraklarını ele geçirip kolonileştirmek istediklerini savundu. Yine bu kaygıyla, Arap reformcularına saldırarak, Osmanlıcılık fikri etrafında birleşmek gerektiğini ifade etti.
1916 yazında Beyrut’ta evlenen Şekip Arslan, o yılın sonlarında Suriye’den ayrıldı. Sonraki bir yılın büyük bir kısmını, İstanbul’da uluslararası kuruluşların Lübnan’a yardım etmelerini sağlamak için hükümet ve meclis nezdinde mücadele ile geçirdi. 1917’nin son çeyreğiyle 1918 ortalarında Enver Paşa’nın ricasıyla ve özel görevlerle Almanya’ya gitti. İstanbul’a dönerken, yolda karşılaştığı İstanbul’dan kaçan bir grupla birlikte tekrar Berlin’e döndü. Oradan İsviçre’ye geçerek, yirmi sekiz yıl sürecek sürgün hayatının ilk yılını burada geçirdi.
Hayatı, Arap-İslam ülkelerinin bağımsızlığı mücadelesiyle geçen Şekip Arslan, 9 Aralık 1946’da Beyrut’ta, geride onlarca değerli eser ve yüzlerce makale bırakarak hayata gözlerini yumdu.