Bediüzzaman üslubunun, kanaatimce, en belirgin özelliği, hakikati ‘nesne’ olarak görmemesidir. Hakikat ‘özne’dir Said Nursi’nin baktığı yerden. İnsanın hakikatle ilişkisi, özne-özne ilişkisidir. Özne-özne ilişkisinin canlı sürprizlerinin kaydını tutar Said Nursi. Hakikati değerlendirmek yerine hakikatle değerlenmenin kapısını aralar. İnsana değer katan hakikat Kur’ân’daki bir ayet olabildiği gibi, kâinattaki bir hâl de olabilir. Güllerin hemen soluyor olması bir hakikattir. İbrahim’in[as] yıldızların gözden kaybolması karşısında “lâ uhibbul afilîn” deyişi de bir hakikattir.
Hakikatin her formu, âlemlerin Rabbi tarafından insana değer katmak için sunulur. Hakikati bir varlık olarak ya da söz olarak sunan Rab, kulunu terbiye etmek ister. Bu yüzden Said Nursi, bizi her an abd-Rab ekseninde tutar. Bilgileri çoğaltarak çok bilen olmaya değil, hakikatin gereğince incelmeye çağırır.
Kul olarak karşılaştığımız her şey Rabbin takdiridir ve ‘abd’i sınamak içindir. Olan bitenlerin hepsi bu parantezin içinde, abd-Rab mihverinde gerçekleşir. İnsan, her anını, her imkânını hakikatle yoğrulmaya ayırmalıdır; bundan daha acil ve öncelikli işi yoktur.
İşarat’ül İ’caz’daki ‘Besmele’ tefsirinden, Sözler’in ‘Birinci Söz’üne geçişe bakın. “Dünya çölü”nde seyahat eden, aczi ve fakrı nihayetsiz olan insan Allah adına hareket etmelidir. Çünkü, aczine karşılık dayanağı, fakrına karşılık ihtiyacını Kadir-i Rahim’in dergâhında bulacaktır. Dili “Bismillah” derken, hâlinde tevazu olacaktır. Kendi ihtiyaçlarını kendi başına karşılamayan, kendine yetmeyen insan, her daim Allah’ı önceler. Bismillah demek, Allah’ı kendimden önceye koyuyorum” demektir. Birinci Söz, bizi biri mağrur biri mutevazı’ iki adamdan biri olmaya çağırır ve sorar: “Kendi konumu hakkında yanılan bir mağrur musun? Yoksa, kendi doğru yere koyan bir mutevazı’ mısın?
Bir de İşarât’ın ‘Fatiha’ tefsirinden, Mektûbat’ın ‘nûn-u n’abudû bahsine geçişe bakalım. Fatiha’nın “iyyâke n’abudû…” diye başlayan ayetinde, hem Allah’a doğrudan ‘sen’ diliyle hitaba geçilir hem de hitap eden özne çoğullaşır. “Sade sana kulluk ederiz [biz]…” der insan. Gâibâne hitaptan [üçüncü tekil şahıs-‘o’] hazırâne/vicahî/yüz yüze hitaba [ikinci tekil şahıs-‘sen’] geçiş, incelenecek bir konu değil, yaşanacak bir değişimdir, hissedilecek bir dönüşümdür. Fatiha’nın burasına kadar gıyabında seslendiğimiz Rabbimiz, buradan itibaren, hitabımızı perdesiz kabul eder; adeta sözün miracına yükseltir kelimelerimizi. “Nûn-u n’abudû’nun işaret ettiği hakikati anlatmak yerine bu hakikati yaşamanın kayıtlarını yazar Said Nursî. “N’abudu”nun başındaki ‘nûn’ harfi, öznenin ‘biz’ oluşunu sağlar; yüz yüze hitaba geçerken konuşanın çoğalmasını işaretler. İşte o çoğalma deneyimini anlatır Üstad: “Bir vakit, ‘iyyâke n’abudû ve iyyâke n’estaîn’deki nûn-u mütekellim-i maalgayri [çoğulluk nûn’unu] düşündüm ve mütekellim-i vahde [tekil] sıygasından n’abudu [çoğul] sıygasına intikalin sebebini kalbim aradı… Gördüm ki…”
İsteyen bahsi okur ve Said Nursi’nin ‘nûn gemisi’ndeki hayalî seyahatine eşlik eder. Bu seyahat gelip geçmiş bir konu değil, şu an hâlâ hayalimizi çağıran ve niyetimizi sorumlu tutan bir açılımdır; bir hakikat yürüyüşüdür. Canlıdır, ‘olmakta olan’dır. Kulun Rabbi karşısında ‘hücre hücre’ kulluğa soyunması, yıldızları ve yaprakları da yanına alarak şahsiyetini genişletmesi gibi aktüel bir ödevdir. Kesintisiz bir akıştır…
Bu kadarı kâfi olsun. Ne diyorduk? Bediüzzaman, gerçeğin bilgisini çoğaltarak ‘çok bilen’ olmayı değil, gerçeğin hakkını vermek için beli bükülünceye, saçları ağarıncaya kadar sessiz bir sorumluluk almayı önceler. Ayetleri nesne diye görmez. Ayetlerle özne olarak yüzleşir.
Sıcacık ve heyecanlı bir b/akıştır bu… Katılacak olan beri gelsin.