Bediüzzaman’ı sivri bir dille tenkit etmeyi birkaç açıdan haksızlık ve insafsızlık olarak telakki ediyorum.
1- Bediüzzaman mazlum ve mağdur olarak vefat eden bir İslam âlimidir. Bütün hayatı, iman ve Kur’an hizmetinde geçti. Vefat etmiş bir İslam âliminin arkasından onu sivri bir dille ve hakaret-âmiz ifadelerle tenkit etmek insafa ve vicdana sığmaz. Bunun adı ilmi tenkit değildir. Bu, bir İslam âlimini gıybet etmektir. Gıybet ise alçakların silahıdır.
2- Onun çağdaşları olan hocalar ve âlimler belki onun kıymetini bilemediler. Çünkü şeflik dönemiydi ve ülke büyük bir baskıyla idare ediliyordu. Bediüzzaman’la irtibatı kurmak cesaret, fedakârlık ve ferağat istiyordu. Hocalardaki havf damarı, derd-i maişet endişesi ve hatta ilmî enaniyet, onların Bediüzzaman’ı tanımalarına fırsat vermedi. Ama hiçbir âlim Bediüzzaman’ın eserlerinin Kur’an’a ve Sünnete aykırı olduğunu söylemedi. Hiç kimse onun korkak olduğunu, şahsî yatırımcı olduğunu, zevk ve safa peşinde koştuğunu söylemedi.
2- Bir müellifi tenkit edebilmek için onun eserlerini okumak gerekir. Fakat tenkitçilerden bazıları, onun eserlerinden bir küçük risaleyi dahi okuma zahmetine girmeden hemen tenkide başlıyor. Hem öyle bir üslupla tenkit ediyor ki, satır aralarından, adamın Sünnet ve mezhep inkârcısı, hadis, tasavvuf ve maneviyat düşmanı olduğunu seziyorsunuz. Bunların bir kısmı, kendilerini sözüm ona, “Mealci” sayıyor. Size söylüyorum: Bunların meale de saygıları yok. Resûl-i Ekrem’in (asm) ifade ettiği gibi, imanları boğazlarından aşağıya inmiyor.
3- Bu tür tenkitler eskiden de yapılmıştır. Selef ve Halef olan iki âlim arasında geçen küçük bir hikâye, Bediüzzaman’ı tenkit etmek isteyenlere de ışık tutar umarım:
Elfiye’nin Sahibi Endülüslü İbn Mâlik, bin şiirden oluşan kitabını [Elfiyye’yi] telif ederken önce kendisinden önce bir elfiyye yazan İbn Mu’t adlı âlimin kitabını okumuş, ama beğenmemiş. Elfiyesinin dibacesini [önsözünü] manzum olarak hazırladığında şöyle bir mısra yazmış: (فائقةً ألفِيَّةَ ابْنِ مُعْطٍ) “İbn Mu’t’in eldfiyesinden çok daha üstündür” demiş, fakat saatlerce düşündüğü halde, diğer mısrayı söylemeye muktedir olamamış.
O gece endişeli ve telaşlı olarak uyumuş ve rüyasında selefi olan İbn Mu’t’i görmüş. Rüyada İbn Mu’t kendisine, “Dostum, sen de bir Elfiyye yazıyormuşsun?” demiş. İbn Mâlik, “Evet Hocam, Allah nasip ederse… Daha işin başındayım” demiş. İbn Mu’t, “Bana bak, bir mısra yazdın ama arkasını getiremedin, sana yardımcı olayım mı?” demiş. İbn Mâlik, “Çok iyi olur, Hocam” dedi. İbn Mu’t, “Senin yazdığın ilk mısraya en uygun olan (والحيُّ يَغْلِبُ أَلْفَ مَيِّتٍ) mısrasıdır” demiş ve kaybolup gitmiş.
İbn Mâlik uyanınca yatığı büyük hatanın farkına vardı ve o mısrayı kitabından çıkardı. Yerine şu beyti yazdı: (وهو بِسَبْقٍ حاَئِزٌ تَفْضِيلاً مُسْتَوْجِبٌ ثَنائِيَ الْجَمِيلاَ) “Kuşkusuz, o selefim olduğu için, fazilete sahiptir ve benim güzel övgülerimi hak etmektedir.”
Umarım bu hikâyeyi okuduktan sonra sivri dilleriyle Bediüzzaman’a saldıranlar, deve dişi misali allamelerin bulunduğu İstanbul’a gelen ve Şekerci hanında bir oda kiralayıp üzerine, “Burada her suale cevap verilir, fakat hiç soru sorulmaz” levhasını koyan Bediüzzaman’ın, ilme ve âlimlere karşı nezaketinden ders alırlar da edeplerini takınırlar.
Hiç kimse, vefat etmiş bir âlimle uğraşmanın kolay olduğunu sanmasın. Onların hakkını Allah savunur. Ömür boyu hizmetinde bulunduğu Kur’an, onun hakkını helal etmez. Mahkemeye ve basına karşı, “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diye bir mazlumun hakkı yerde kalmaz.
Birisi çıkıp diyebilir ki, “Ya, bu ne hamasî nutuklardır?” Diyenler desin; ama herkes bilmelidir ki, söylediklerim azdır, fazla değildir.