Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın 8. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org
MEHMET KIRKINCI'DAN MUHTELİF HATIRALAR
HAKİKATLARI HURAFELERLE ZAYİ ETMEMEK LAZIM
"Benim bir arkadaşım bir şehirden geldi. Dedi ki "ya bir profesör ağabeyimiz var. Hocamla bir görüşmek istiyor. Hiç tanımıyor, duymuş, hocamı görmek istiyor." "Olur, hay hay" dedim.
Pazar günüydü, Kümbet'e geldik, daha önceden Zübeyir kardeşi aramıştım. "Müsait" demişti. Yanına girdiğimizde adam hocamı görünce bir şaşırdı yani. Beklediği, tahayyül ettiği gibi bir zat olmadığını da yüz haliyle ifade etti. Oturduk. Biraz sonra hocam dedi ki; "ben bir abdest tazeleyip geleyim."
Hocam abdest tazelemeye gidince adam dedi ki; "ya bu Hocaefendi hangi İlahiyattan mezun?"
Ben de dedim ki; "İlahiyyattan falan mezun değil, eski usul icazetleri var."
"Ne okumuş" diye sordu.
"Fıkıh, Tefsir, Hadis, gibi derslerini Hacı Faruk Efendi'den, Akaid, Felsefe, Kelam, Mantık gibi derslerini de Molla Nadir Efendi'den okumuş."
"Mantık mı? Benim de alanım Mantık" dedi.
Hocam o sırada geldi. İki rekat namaz kıldıktan sonra adam hocama mantıkla alakalı bir soru sordu. Hocam dedi ki; "o orada değil, falan kitapta var." Tabii hocam meseleyi izah edince, adamın alemindeki manzara değişti.
Adam mantıktan sürekli işi ilerletmek isteyince hocam dedi ki; "efendi, bak bu işleri bırakmak lazım. Şimdi, Bediüzzaman hazretleri bu zamana göre hitap etmiş. Şimdi bu kadar gençlere nasıl yön vereceksiniz? Bu kadar insanlar gerçekten günah çukurunda, isyanda, sıkıntıda. Bunları bir araya getirecek ya bir metod bulacaksınız, ya da bir metod bulmuş olan Üstadın arkasından gideceksiniz. Yani bunu dikkat-i nazardan kaçırmayın."
Sonra adam Üstadı methetmek istedi. Hayali bir hikaye anlattı; "Sivas'lı Şeyh bir zatın torunu dedesinin yanında 6-7 yaşlarında iken bir gün dedesi; "dergahı çabuk boşaltın, benim bir misafirim gelecek" demiş. Herkes çıkmış. Dergahta bir tek o zat ve torunu kalmış.
Biraz sonra her yer sallanmış. Bediüzzaman hazretleri uçarak içeri girmiş. Elleri kelepçeli selam vermiş. O zat; "at şunları (kelepçeleri) yere, seni özlemişiz. Bir zikredelim" demiş. Ve ikisi beraber epey zikrettikten sonra tavan yarılmış, üstad uçarak gitmiş."
Adam bunları anlatınca, hocamın morali çok bozuldu. Aşırı derecede rahatsız oldu. Sanki "kalkın gidin" gibi bir hal hissettim. Ben baktım ki hocam rahatsız oldu, "hocam bize müsaade" dedim. Kalktık.
VALLAHİ BU TİP HATIRALAR MANALAR RİSALE-İ NUR'A ZARAR VERİYOR
Daha sonra ben durumu merak edince hocama dedim ki; "hocam, hayırdır böyle çok rahatsız oldun."
Dedi ki; "ya vallahi, bu tip hatıralar, manalar Risale-i Nur'a zarar veriyor. Ya sen Bediüzzaman'ı methetmek için tavanı indirip kaldırmana ne lüzum var kardeşim? Bediüzzaman'ın anlattığı meseleler zaten insanın kafasının tavanını kaldırıp indirecek noktalarda. Yani bunun dışında, hakikatın yanına hurafatı katıp lütfen bu meseleleri zâyi etmesinler" dedi.
Hakikaten Hocam Risale-i Nur'un bu yönüne de çok vâkıftı. Yani böyle bir meczupvâri hareketlerden, meczûpvâri ifadelerden de hocam çok rahatsız oluyordu."
İMAN-I TAHKİKİ SAHİBİ BÖYLE ŞEY DEMEZ
Biz Ankara’dan mobilya alıyoruz. Oradan birisi dedi ki; “burada hemen hemen her cemaati tanıyan bir zat var. Çok araştırmacı birisi. Erzurum’a gelecek. Bu zatı sen bir hocama götür” dedi. “Hay hay” dedim. Geldi, yemeğe götürdük. Sonra hocamın yanına gittik.
Adamı hocama tanıttım. Hakikaten dindar, herkese de sempatisi olan birisi. Dedi ki; “hocam buraya gelmişken size izninizle bir soru sormak istiyorum. Ben elhamdülillah bir çok hocaefendileri dinledim. Cemaatlere, tarikatlara gittim. Risale-i Nurlara baktım. Araştırdım, okudum, iman hakikatlerine tahkik ederek iman ettim.
Yalnız kafama bir soru takılıyor. İç alemimde bunu çözemedim. Kime de sordumsa, tam tatminkar bir cevap alamadım. Buraya gelmişken size sorayım.”
Hocam da; “buyur bakalım, bilirsek cevap veririz, bilmezsek biz de sorar, öğreniriz” dedi. Adam; “ben her şeyi anlıyorum da, bu Zeynep bint-i Cahş validemizin Peygamber Efendimizle evliliğini ben anlayamıyorum. Zeyd’den boşanması, tekrar Aleyhissalatu vesselam’ın onu alması ben bunu anlayamıyorum” dedi.
Hocam; “Allah Allah bunu anlayamıyor musun?” diye sordu. Adam; “anlayamıyorum, ama Allah’ın varlığına, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimizin hakkaniyetine tam inanıyorum” dedi.
Hocam; “ben senin o saydığın iman hakikatlarının hiçbirini anladığına inanmam. Onları anlamamışsın ki bunu anlayasın. Eğer Allah’ın varlığında, Kur’an’ın hak olduğunda eksiğin varsa, sana önce bunları anlatmak lazım. Sen tam manasıyla bunlara iman ettinse, bunu sormaman lazım. Çünkü Allah; زَوَّجْنَاكَهَ “biz onu sana tezvic eyledik” (Ahzab: 33/37) buyuruyor. Semada bir nikah kıyılıyor, yerde bir nikah kıyılmıyor. Bunu Allah’ı iyi anlayamayan bir adam sorsa, ben kabul ederim. Ona da bir cevap veririm. Risale-i Nur’da da bunun cevabı var.
Ama sen öyle bir üst perdeden geldin ki. Bir bunu anlamamışsın gibi, değil mi benim güzel kardeşim? Sen o tahkiki iman dediğin şeyleri bir daha gözden geçir. Bu meseleyi de Risale-i Nur’un ilgili bahsinden oku. زَوَّجْنَاكَهَ ayetindeki ince manada “ben o nikahı kıydım” diyor Cenab-ı Hak. Senin sözün üzerine ben bunları söylüyorum” dedi.
Adam; “hocam, çok özür diliyorum. Demek ki ben meseleyi anlayamamışım.”
Hocam kalktı, onun kafasını okşadı. Dedi ki; “benim güzel kardeşim, bir saraya bir çok kapıdan girilebilir. Bir kapısı da açık olsa girilebilir. Sen üzülme. Ama Risale-i Nur’dan bu bahsi oku. O tahkiki iman dediğin meseleleri de bir gözden geçir. Risale-i Nur ağzına kadar bu meselelerle dolu. Bir baştan sona külliyatı bir devret. Sen kendini tahkiki imanda olduğunu zannetmişsin. Öyle olsaydın, bu soruyu sormazdın.”
O arkadaş daha sonra bana telefon açtı; “Ya ben perişan oldum. Hocam çok haklıydı. Nefsim beni o kadar aldatmış ki. Şimdi o mesele artık benim âlemimden gitti. Ben Allah’ı anlasaymışım bu soruyu hocama sorar mıydım? Allah razı olsun, orada biraz yıkıldım ama sonra çok güzel oldu” dedi.
CENNETTE SIKILMAZ MIYIZ DİYEN ADAMA
Yanımızda çalışan bir elemanımız vardı. Türkiye gazetesinin sohbetlerine gidip geliyordu. Bir gün dedi ki; “ya ben hocama bir soru sorsam nasıl olur?” Dedim, “ben ikindi namazına gideceğim. Sen de gel, namazdan sonra sorunu sor.”
Namazdan sonra ben takdim ettim, arkadaş sorusunu sordu; “hocam, mesela bir insan bir yerde çalışıyor, memur oluyor, şef oluyor, müdür oluyor. Bu dünyada devamlı bir döngü var, tekdüzelik yok.
Cennette ise her şey aynı, bugün, yarın, öbür gün. Bir tekdüzelik var. İnsan sıkılmaz mı? Ebedi bir hayat böyle nasıl olacak?” dedi.
Hocam; “efendi, sen niye zorlanıyorsun ki, karşı tarafta cehennem var, buyur oraya.” Bir dakika kadar bir sessizlik oldu.
Hocam böyle deyince, ben öyle bir kötü oldum ki. İçim içimi yiyor, çok üzüldüm, arkadaşın kalbi kırılmıştır diye.
Sonra hocam meseleyi yumuşattı; “bak biz niye sırat köprüsünden geçeceğiz? Cehennem’i görmek için. İnsanın sadece Cehennemden kurtulmanın sürurunu duyması için ebedi hayat da yetmez.”
Sonra sordu; “sen hiç hamama gitmiş misin?” “Evet hocam, gitmişim” dedi. Hocam; “insan hamamda kaç saat kalabilir” diye sordu. “İki saat kalabilir” dedi. Hocam; “bak seni sabahtan akşama kadar hamama atsalar, perişan olursun. Hamamda bir gün hapis kaldıktan sonra dış dünyaya çıksan, dış dünyada üşüsen bile, o hapisteki durumundan daha mutlu olursun.
İşte zaten Cennette sıkıntı olmayacak da, Allah o hisleri bizden alacak. Şu cehennemden kurtulmanın sevinci bile ebedi olarak müminlere çok çok yetecek.
Sen hiç merak etme. Hele bir kendimizi oraya atalım inşallah, dava o dava. Ona çalışalım kardaş, orada sıkıntı falan olmaz inşallah. Sohbet-i nebevi var, bir sürü insanların sohbetleri var, o kadar elemsiz lezzetler var...
Dünya bir sürü gamlı, kederli, bak ona rağmen kimse ölmek istemiyor değil mi benim güzel kardaşım” dedi.
O arkadaş ta bu izahlardan çok memnun oldu. Çıktık, bana; “Allah razı olsun. İçimdeki o vesvese gitti” dedi.
Not: Merhum Hocamız bir derste şunları anlatıyor; “Çok seneler evvel talebelerle ders okurken, cennetten bahsettik. O zaman lisede okuyan bir talebe dedi ki; "Hocam, daima orada kalmaktan bezmez miyiz? Usanmaz mıyız?" dedim ki; "usanırsan, bak cehennem orada, bir uğra gel, anlarsın."
Ama meseleyi öyle bırakmadım. İzah ettim. Dedim ki, "bak bu dünyayı görüyorsun. Üstad, dünya hayatını anlatırken diyor ki, "Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur." (Lem'alar s: 129) Buna rağmen gene de yaşamaktan bezmiyoruz. Hiç tokat vurulmayan cennetten bezilir mi?”
Hocamız bir başka dersinde de şöyle demektedir; “Cenab-ı Hak bize çok nimetler vermiş de, bunların en üstünü akıl. Bir zaman Konya’da bir dersteydik. Orada bir adama sordum; “Sen Cehennem de olsan, sana deseler ki bir uzvunu ver, seni Cennete sokacağız deseler, verir misin?” “Tabii ki veririm” dedi. “Ama hangi azanı alacağımızı biz seçeceğiz” deseler, “Ona da tamam derim” dedi. “Tamam, o zaman, aklını ver, seni Cennete sokacağız” deseler? Adam hemen “Yooo veremem” dedi. “Tabii dedim, deli adamı Cennete koysan, ha hamam, ha Cennet. Deli adam Cennette ne iş görür?” Şimdi akıl öyle bir nimet ki, Cennetin çok üstünde.” (Salih Okur)
AĞRI’DAN BİR MİSAFİR
Bir gün Ağrı’dan hatırlı bir ağabeyimiz beni aradı; “Buradan bürokraside ileri bir adam Erzurum’a gelmiş. Hocamı bir görmek istiyor. Sen buna hem bir yemek yedir, hem de bir hocama götür” dedi.
“Olur, başımın üstüne” dedim. Geldi, eşi de tesettürsüz bir abla. Onları bir yemeğe götürdüm. Sonra; “bayanların gelmesi çok uygun olmuyor” dedim. İsterseniz ablayı bize götürelim, hanımlar evde ilgilenir” dedim.
“Yok, arabayı sürebiliyor” dedi, arabayı hanımına bıraktı. Kendisini benim arabamla aldım, Kümbet’e geldik. Bana dedi ki; “hocamı çok merak ediyorum. Hocam beni tanımaz ama ben onu nasıl seviyorum, bilemezsin.” Adamın söyledikleri bana mübalağa gibi geldi.
Arabasından inince eline bir paket aldı, ben ne olduğunu anlamadım, meğer içinde kitaplar varmış.
Kümbet’e girdik. Baktım hocam bizim kayınpederle oturuyor. Artık mevzu ne idi bilemiyorum ama acaip bir şekilde hocamın morali bozuk. Tabii sebebini soramadım da, ama aşırı biçimde keyifsiz olduğu besbelli.
Adamı hocama takdim ettim. “Buyursun” dedi. Çok keyifsizdi ama. Adam oraya oturdu, ben de altına bir minder verdim.
“Nasılsınız hocam” dedi.
Hocam yarım yamalak “elhamdülillah, siz nasılsınız” dedi.
“Elhamdülillah hocam” dedi. Sonra; “Hocam, yanımda kitaplarınız var, ben bunları en az beşer, altışar defa okumuşum” dedi. Gerçekten baktım, siyah kalemle çizmiş, kırmızı kalemle çizmiş, yanlarına notlar almış, bayağı bir okumuş yani. Enteresan, hocamın kitaplarını okumuş ama Risale-i Nurları filan da bilmiyor.
Hocamın da bir huyu var, gelenlere kitaplarından vermeyi sever. Mesela gelen misafire sen bir iki tane verirsin, “yok yok, bir kaç tane daha ver” der. Orada dolaplardan birinde kendisinin kitapları var, ben de yerini bildiğim için dolabı açtım. Bir kaç tane verecektim. Hocam; “ya zaten elinde kitap var, bir tane ver” dedi. Öyle üzüldüm ki, içimden “niye böyle dedi” diye düşündüm. Ben de bir tane verdim.
Adam dedi ki “hocam imzalar mısınız?” “Muhammed Efendiye ver, o imzalasın” dedi. “Hocam olmaz, bir dua yazın” dedim. Verdik kalemi, bir dua yazdı, imzaladı.
Adam; “hocam nasıl yapalım, bize ne tavsiye edersiniz” diye sordu. Hocam; “evvel ahir kardaşım haktan, adaletten ayrılmayın. Adalet dünyanın bir terazisidir, elinizden geldiğince adaletten ayrılmazsanız yeter” dedi.
Ama hocam çok keyifsizdi. Hiç o gülen, neşeli, nükteler yapan o adam değil. Kayınpederde de sessiz bir hal var ama hocam çok moralsiz. Ben anladım ki biraz daha kalsak kötü olacak. “Hocam, sizin de işiniz var, bize müsaade” dedim.
“Evet, evet” dedi, “bizim de işimiz var.” Allah Allah, keşke öyle de demeseydik. Neyse dışarı çıktık. Adama diyecektim ki; “kusura bakma, demek ki çok önemli bir mesele konuşuyorlar.” Ama adam, ben bir şey diyemeden boynuma sarıldı, “ağabey, ben hacca gitmemişim, beytullahı görmemişim, ama hacca gidip, beytullahı gören arkadaşlarımız çok medh ediyordular. Ya sanki oralara gitmiş gibi oldum. Öyle bir sürur aldım ki, doyamadım yahu, Allah senden razı olsun” dedi. Görsen bana nasıl dua ediyor.
Kendi kendime; “Allahım sana şükürler olsun, adam o sıkıntıyı hiç hissetmemiş” dedim. Enteresan bir şey.
Devam edecek