Fahri Güven'in yazısı:
Üstad Bediuzzaman Said Nursî’nin mirası…
Kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde Said Nursî'nin verdiği cevaplarda şu hususlar öne çıkar:
İslâm'a en büyük tehlike içerden geliyor...
"Bana ızdırab veren, yalnız İslâm'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir; işte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!
Ümitli olmak zor...
"Evet, büsbütün ümidsiz değilim. Ama bu husustaki ızdırabımı da giderecek umumî bir iman inkişafı göremiyorum. Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle mi?
Risale-i Nur'u anlamıyorlar...
"Risale-i Nur'u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asrı hazır fen ve felsefesiyle de meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'an'ın tesis ettiği tevhid ve iman asası üzerinde işliyorum. Ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.
"... Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler bunlar...
En büyük zulümlere maruz kaldım, defalarca zehirlendim...
"Beni nefsini kurtarmağı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Doksan küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harb'lerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarda zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
"Benim fıtratım zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i îslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tenezzül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür. Hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm..."
Bediuzzaman Said Nursî merhumun yukarıdaki söylediklerine katılmamak mümkün değil. Onun mücadelesi harlı bir eylem içeren fikir ve düşünce mücadelesiydi. O bu mücadelesinden zerre kadar taviz vermedi. Kendisinin de belirttiği gibi zulmün her çeşidini gördü. O yılmadan, duraksamadan bu onurlu mücadelesini sürdürdü. Hem de en mütevazı bir şekilde yaşayarak, şandan, şöhretten kaçarak.
Üstad 1960 yılının baharında son nefesini verirken geriye bıraktığı mal varlığı düşündürücü. Düşündürücü çünkü alınması gereken dersler var. Mal varlığı açısından geriye bıraktığı şeylerin listesi şöyle:
"Bir sepet içinde 2 mendil, 1 çift çorap, 2 don, 2 fanila, 1 cübbe, 1 entari, 7,5 lira, 1 seccade, 1 ibrik, 1 saat, 1 takke, 1 abaniye..."
İşte Üstad'ın tüm eşyası ve mal varlığı bunlar...
Kendisine teklif edilen son görevleri kabul etmeyen Üstad'ın 1925'ten itibaren hapis yılları başlar. O ise mahpus hücrelerinde durmadan yazar. Hem de "eskimez yazıyla". Dolayısıyla vefat ettiğinde yukarıda saydığımız mal varlığının yanına bir de kaleme alıp, meccanen dağıttığı külliyatını da eklemek gerekir.
Üstad, bütün bunların dışında yukarıda dine düşman mahfilleri kastederek "Beni anlamıyorlar" şeklinde haklı bir şikâyette bulunsa da, bugün yalnız onu dine mugayir olanlar değil, dindar geçinenler de anlamıyorlar. Ya da anlamak istememekte direniyorlar. Bugün Bediuzzaman istismarı da maalesef prim yapıyor... O yüzden yapılması gereken Bediuzzaman'ın şahsı pragmatizme tahvil edilmek yerine, eserleri tekrar tekrar okunup anlaşılmalıdır...
Üstad'ın "Tarihçe-i Hayat"ı onu anlama noktasında çok iyi bir seçimdir...
Hamiş: Bediuzzaman kendisini istismara yeltenenlere direndiği ve karşı çıktığı için tam 35 yıl boyunca hapislerde yaşadı. Payanda olmaya karşı çıktı. Onun eserleri okunurken bu yönü dikkate alınmalıdır...