Bediüzzaman, Rumi 1293’de, miladi 1877’de,
Ailenin dördüncü çocuğu olarak doğmadan önce,
Babası Mirza Efendi, “Sofi” diye anılır halk içinde…
Çocukları haram yemesin diye,
Hayvanlarının ağzını bağlar,
Öyle gezer köyün içinde…
Bir defasında uzak mesafede yaşayan,
Seyyid Sıbgatullah’ı ziyaret ettiğinde,
Büyük bir hürmetle karşılanır dergâh içinde…
Seyyid onu oturtur başköşeye…
Ve hiç itiraz etmeden başını sallar,
Mirza Efendinin her sözüne…
Ardından şaşkın bakan talebelerse,
Dayanamayıp sorarlar bu halin sebebini…
“Ya Gavs! Bu fakir de ne var ki?”
Gavs: “Efendiler!” diye ciddileşir…
“Bu Sofi Mirza ileride öyle bir Zata baba olacak,”
“Sülbünden öyle bir çocuk dünyaya gelecek ki…”
“Yüz kutbiyyet onun derecesine yetişemez…”
“O Zata baba olmayı, ben on Gavslığa tercih ederim…”
Diye hayranlığını dile getirir…
Demek, Bediüzzaman dünyaya gelmeden önce,
Ona ait haller şeyhler tarafından da keşfedilir…
Annesi Nuriye Hanımsa,
Ne hamileliğinde, ne de doğduktan sonra,
Asla abdestsiz gezmemiş…
Hatta küçük Said’i de abdestsiz emzirmemiş…
Teheccüd namazına devam edip,
Evladını kendi manevi donanımıyla terbiye etmiş…
Bediüzzaman Nurs’ta, dördüncü çocuk olarak dünyaya gelmiş…
Babası yavrusunun kulağına ezan okuyarak,
Adına “Said” demiş…
Artık asrın adamı dünyaya teşrif etmiş…
Bu bebek dünya farketmese de,
Âlemin göz bebeğiymiş…
Bediüzzaman neseben hem Hasani, hem Hüseyni…
Bu konuya bir defasında:
“Gerçi ben manen Hz. Ali’nin (r.a) bir veled-i manevisi hükmünde,”
“Ondan hakikat dersini aldım.”
“Ve Al-i Muhammed (s.a.v.) bir manada,”
“Hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından,”
“Ben de Ali Beyt’ten sayılabilirim…”
Diyerek açıklık getirmiş…
1 yaşında…
Küçük Said doğduğu andan itibaren,
Etrafı seyretmeye başlar…
Dağlar, tepeler, kuşlar…
Hep onun dikkatindedir…
En birinci muallim olarak annesinden,
Manevi hakikatleri öğrenmeye başlar…
Her bir şeyi dikkatle dinler…
Ve sonunda ağzından ilk kelam olarak;
“Allah” kelimesi çıkar…
Kalu Beladan bildiği bir kelimedir bu…
Yüce Allah tüm ruhlara sorduğunda,
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye…
En güçlü “Beli” cevabını verenlerden biridir belki de O…
İşte o gün kazımıştır bu kelamı tüm benliğine…
Ruhu “Allah” dedikçe…
Hep o gün gelmiştir zihnine…
Üstünden seneler geçtikten sonra bile,
Her daim hatırlamaktadır berzah âlemini ve ana rahmini de…
Zaten bir an unutsa “Bela” dediğini…
Bir an vazgeçse verdiği sözden…
Ne asra hükmedebilir, ne de Üstad olurdu bizlere…
Bediüzzaman bir yaşında…
Annesi imanı derc etmiş ruhuna…
Ve tüm hayatı boyunca,
Elde ettiği ilmi bina etmiş,
O merhume validenin hakiki telkinatına…
2 yaşında…
Küçük Said hiç boş durmuyor,
Her an dikkatle etrafı müşahede ediyor…
Evin yüksek penceresine çıkıyor,
Daima gözü, dışarıda dolaşıyor…
Havadaki demdemeyi,
Kuşlardaki civciveyi,
Yağmurdaki zemzemeyi,
Denizdeki gamgamayı,
Şimşekteki rakrakayı,
Taşlardaki tıktıkayı dinliyor…
Anne ve babası düşmesin diye sürekli onu kolluyor…
Fakat ne mümkün?
Said O…
Yükseklerin adamı…
Gözü hep başı dumanlı dağlarda…
Bir defasında annesi tandırda,
Ekmek pişiriyor…
Said ise durmuş, onu izliyor…
Tam o sırada yanındaki ağaçtan bir yaprak kopup yere düşüyor…
Küçük Said yaprağı dikkatle inceliyor…
Ve yıllar sonra…
Belki 60, belki 70 yaşlarında…
Talebeleriyle bir ağacın altına oturduklarında,
Yine düşüyor bir yaprak daldan aşağıya…
Bediüzzaman yaprağı tanıyor, hatırlıyor…
“Bu düşen yaprak,”
“İki yaşımdayken gördüğüm o yaprağa benziyor”
Diye herkesi şaşırtıyor…
3- 4 yaşında…
Said artık koşuyor…
Koşuyor, koşuyor, koşuyor…
Memleketinin türküleri kulağında,
Lezzetleri damağında,
Sarıçiçekleri halı gibi yollarında…
Pır pır uçan bir kelebekten farksız artık…
Yollar, dağlar, ovalar, uçtuğu alan…
Kah ağaç başlarında, kah dağların kucağında…
Koşuyor Said, özgür bir çocuk…
Anasının ak sütü zerrelerinde,
Temiz duası sinesinde,
Ayağında şalı, sırtında şepiği, başında puşisi…
Koşuyor derelerin aktığı yöne,
Kuşlara yoldaş,
Yamaçlar bile dümdüz olmuş önünde…
Said koşuyor bir nefesle,
Bütün bir ömür böyle koşacak belli ki…
Yorulacak da bazen,
Bazen özgürlüğünden edilecek…
Bazen sevinçli bir koşuşturma içinde bulacakken kendini,
Bazen demir parmaklıklara sürülecek…
Ama her şey bir yana, O en çok şunu özleyecek;
Dağlarda özgürce gezen,
Gönlünce kâinatı seyreden,
Sarıçiçekler içindeki Hür Said’i…
Koşuyor ama inadına…
Annesi de katılıyor bazen bu şen anlara…
Birlikte dolaşıyor oğluyla dağlarda, kırlarda…
Yine bir defasında,
Komşu kadın da yanlarında…
Kırlara çıkmışlar hep beraber…
Dereleri geçip, yollara vurmuşlar kendilerini…
Bahar pancarı topluyorlar neşeyle…
Fakat yeniden yola düştüklerinde,
Hızlı bir yağmur başlıyor gökyüzünde…
Said’in annesi ve komşu kadın endişe ediyor,
“Köprü yıkılırsa burada mahsur kalırız.” diye…
Said ise gayet cesur, teskin ediyor annesini:
“Ana korkma! Said yanınızdadır. Hiç bir şey olmaz.”diyor.
Annesi ne kadar telaşlansa; O, tekrar ediyor bu cümleyi…
“Ana korkma! Said yanınızdadır.”
Ve dediği gibi çıkıyor…
Annesiyle komşu kadını sağ salim eve getiriyor…
Said, imanıyla kâinata meydan okurken,
Tüm kâinat onun önünde boyun eğiyor…
5 yaşında…
Artık durdurulamaz bir merakla dolu Said’in sinesi…
Hep etrafa dikkat kesiliyor çakmak çakmak gözleri…
Şimdi süratle koştuğu dağlardan, geri dönmüyor bazen…
Bir başına kalıyor dağlarda…
Rabbiyle baş başa hep…
Neler düşünüyor kim bilir?
Planlar yapıyor belki de geleceğe dair…
Çok erken değil O’nun için…
Hizmet merkezli hayatın ilk tohumlarını atıyor ruhuna belki…
Kâinatı dinliyor şimdilik…
Dinliyor, dinliyor, dinliyor…
İleride yazacak duyduklarını…
Bazen kâinat konuşacak, o susacak,
Bazen o konuşacak, kâinat susacak…
6 yaşında…
Bir, iki, üç, derken…
Said altı yaşına gelir…
İçindeki merak duygusu küllenmez,
Daha da alevlenir…
Aklına onlarca sual birikir…
Cevapları verecek en ideal kişiyse ağabeyidir…
Bu soru – cevap diyalogları öyle bir raddeye gelir ki,
Ağabey Abdullah mecburen,
Said’i de Hoca’ya yönlendirir…
Said bu fikri sıcak karşılar,
Ertesi sabah, erkenden caminin yolunu tutar,
Ve Hocayı bulur…
Öğretmen “elif” dese “elif”,
“Be” derse “be”,
“Cim” derse “Cim…”
İkiletme yok, tekrar yok…
Unutmak, hiç yok…
Zaten onun hayatında iki şeyin yeri yok…
Biri korku, diğeri unutmak…
Said’in amacı elifbeyi hemencecik kavramak…
Hoca bunu mümkün görmez ama,
Said öyle güzel çalışır, hem öyle zekidir ki…
Çok kısa sürede öğrenir verilen dersleri ve namaz surelerini…
Hatta bilinen şu ki,
Küçük Said on beş günde giymiş hafızlık payesini…
Bir gün yine almış hocadan dersini,
Eve dönüyor ama oldukça kederli…
Babası Kur’an okuduğundan onunla annesi ilgileniyor…
“Korktun mu gelirken oğlum?” diye soruyor…
“Hayır” diye cevaplıyor Said:
“Derdim şu gece kelebekleri…”
“Ne olmuş onlara?” diye meraklanıyor anne…
“Geceleri camide yanan idare lambasının ışığına sığınıyorlar,”
“Sonra da lambada yanıp ölüyorlar…”
“Peki” diyor annesi:
“Biz, ne yapabiliriz ki?”
“Babam bir kafes örebilir.”
“Kafesi lamba üstüne koyarız,”
“Kelebekler yaklaşınca kafes onları engeller.”
“Hem ışıktan yararlanır, hem de ölmezler.”
Böyle şefkat doludur Said’in kalbi…
Bu istek karşısında kim hayır diyebilir ki?
Babası “Tamam” diye ferahlatır oğlunun yüreğini…
Ertesi gün kafes yapılır,
Lambanın üstüne bırakılır…
Artık kolay kolay ölmeyecektir gece kelebekleri…
Onların hayatını kurtarmıştır,
Küçük Said’in büyük şefkati…
Altı yaşına kadar şekillenirmiş bir insanın tüm karakteri…
Aileden aldığı görgü ve terbiye yerleşirmiş ruhuna…
Said’in de karakteri belli ta o yaşlarda…
Aradan seneler geçince,
İnzivaya çekildiği Kubbe-i Hasiye’de de,
Aynı şefkat tecelli eder yüreğinde…
Gece kelebeklerini kurtaran şefkat,
Karıncalara verilen çorba taneleriyle pekişir…
Doksan seneye yakın ömründe,
Şefkati, hep her şeyin önünde gelir…
7-8 yaşında…
Her ne kadar medrese talebeleriyle anlaşamayıp,
Eve dönse de,
İlim öğrenmeye devam eder küçük Said…
Ağabeyi Abdullah dersleri öğrenir,
Her akşam Said’e de öğretir…
Said epey yol kat etmiştir bilgide…
Bilgili olmak bir yana,
Tefekkürdür hiç vazgeçmediği bir şey de…
Mesela hep yıldızları dinler geceleri…
Dikkat kesilir şirin hutbelerine…
Yine bir gün yıldızları izlemek istediğinde,
Bir koşuşturma duyar köy içinde…
Bağıranlar, tüfek atanlar, boru ve düdük çalanlar…
Said merakla hemen sorar:
“Ana neden böyle yapıyorlar?”
“Bak aya…”
“Ne olmuş ona?”
“Yılan yutmuş…”
“Nasıl olur? Ay işte görünüyor ya!”
“Gökyüzünde yılanlar cam gibidirler.”
“İçlerinde bulunan şeyleri cam gibi gösterirler.”
Said ilk kez karşılaşıyor bu durumla…
Olay ilginçtir ama aldığı cevaplar daha garip geliyor aklına…
Annesine bir şey demez ama,
Bu kadar hakikatsiz bir hurafenin,
Nasıl olur da annesi tarafından da benimsendiği,
Onu hayli düşündürür…
Bu olay öyle tesir eder ki ruhuna,
Büyüse de unutmaz, yazar bu konuyu kitaplarında…
Küçük Said’in günleri birbirini kovalarken,
Annesi bir çare bulmak ister bu duruma…
Evde oturup duracağına, koyun otlasın dağlarda…
Mirza Efendi önce itiraz eder buna…
Haram lokma yedirmemiştir şimdiye dek hayvanlarına öyle ya…
Fakat Said cesur ve azimlidir babası karşısında…
“Merak etme baba…”
“Ben onların ağızlarını bağlamadan,”
“Aç da bırakmadan, haram bir şey yedirmem.”
Böylece izin verir babası da…
İşte Said, yine dağlarda…
Koyun otlatır büyük bir başarıyla…
Derslerini öğrenmekten de geri kalmaz aynı anda…
Demek, bütün peygamberlerin ortak mesleği olan çobanlık,
Önemli bir başarıdır Said’in hayatında da…
9 yaşında…
Said’in çocuklarla tartışıp,
“Artık büyümeden medreseye gitmem” dediği günden beri,
Üç sene geçmiştir ömründen…
Dağlarda koyun otlatmış,
Birçok işin ucundan yakalamış,
Anne ve babasıyla tatlı hatıralar yaşamış…
Temiz bir ailede büyümüş Said, tertemiz…
Gereken bütün temel öğretileri edinmiş aile içinde…
Şefkati, izzeti, iffeti, şerefi öğrenmiş yanlarında…
Haram lokmaya duyulan büyük nefret derç olmuş ruhuna…
Öyle ki, yeniden medreseye başladığında,
Medrese talebelerine edilen hibelerden bile içtinap eylemiş…
Zekât gibi meşru bir hakkından bile isteyerek fedakârlık göstermiş…
O zaten bu dünyaya, kıl kadar ehemmiyet vermemiş…
Hatta birkaç defa iç âlemine seslenmiş…
"Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini,”
“ Fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin?”
“ Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" diye…
Bu acip soruya yine kendisi:
“Cehennemde olsa beka isterim.” diye cevap vermiş…
Said gene medrese yollarında…
Her gün gidip gelir arkadaşlarıyla…
Bazen vahşi bir hayvan çıkar karşılarına…
Arkadaşları telaşlansa,
Said hemen “Korkmayın” diye teskin eder onları…
Bazen gezerler bahçelerde…
Miri malı ağaçlardan ceviz toplayıp yerler keyifle…
Bazen olur da birini kaybetse,
Hemen Abdülkadir Geylani’yi çağırıp,
“Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim cevizimi buldur.”
Diye dua eder…
Aciptir ki, bu hal bin kez başına gelse,
Her defasında aynı hal tekrar eder,
Ve kaybettiği cevizi veya eşyayı yeniden elde eder…
Said’in gittiği medrese Tağ Köyü medresesiydi…
Medresede geçirilen gecelerde,
Abdurrahman Taği Hazretleri yatmadan evvel,
Talebelerin olduğu odaya girer,
Onları tek tek müşahede ederdi…
Üstü açılan bir talebe görse hemen üstünü örter,
Onlara büyük bir ihtimam gösterirdi…
Bazı hocalar bunun sebebini merak etmişti…
Şeyh’e sordular:
“Ya şeyh bu ihtimamın nedir sebebi?”
“Bu Nurs’lu talebelerin birinin,”
“İslamiyet’e çok büyük hizmeti olacak.”
“Fakat ben şimdi bilemiyorum, O hangisi?”
O gün, Abdurrahman Tağinin bu sözü,
Yıllar sonra yerini bulmuştu…
Nurslu Said İslamiyete bir alem olmuştu…
10 yaşında…
Said artık yuvadan uçmuş bir kuş gibi…
Annesinin gözünde yaş, şefkat dolu kalbi kederli…
Bu son ayrılık onlar için…
Bir daha görüşemeyecekleri ezelden belli...
Giden evlat büyük, büyüten ana büyük, yapılan fedakârlık büyük…
Bir defa daha sonsuzlukta görüşecekler artık…
Çünkü Said geri dönmeyecek yuvaya yıllarca…
Okuyacak, okutacak, yazacak, yazdıracak…
Çoğu zaman “Öldü, vuruldu, hapse girdi…”
Haberleri gelecek hanesine…
Annesi Nuriye ağlayacak,
Babası Mirza ise iftihar duyacak…
“Maşallah oğluma!” diyecek…
“Yine mühim bir iş başarmış ki,”
“Herkes ondan bahsediyor…”
Diye keyiflenecek…
Sonra bir gün Said’in kulağına,
Annesinin vefat haberi gelecek…
Bu haber O’nu öyle derinden incitecek ki,
Kendi tabiriyle: “Hususi dünyasının yarısı”
Bu vefatla, vefat edecek…
Fakat Said, ne evin önüne düşen yaprakları,
Ne üstünde gezdiği sarıçiçekleri,
Ne dağlarının karını,
Ne yılanın yuttuğu ayı,
Ne yıldızların şarkısını,
Ne de şefkatle baktığı gece kelebeklerini,
Ömür boyu unutmayacak…
Köyünün ayran aşını,
Oradan gönderilen karakovan balını,
Keçe külahını ve yün çoraplarını…
Kardeşlerini, ağabeyi Abdullah’ın emeğini…
Yeğenlerini, Fuad’ı, Abdurrahman’ı, Ubeyd’ini…
Hiçbirini silmeyecek hatırından…
Hatta küçükken babasının bahçesinde,
Kavak ağaçlarına kazıdığı yazılar gibi,
Her birinin nakşedecek sevgisini kalbine…
Her birinin vefat haberiyle sarsılacak,
Ağlayacak, feryat edecek…
Yalnızlığına “Ah!” edecek…
Hala bir yanı Nurs bahçelerinde kalmış şefkatli yüreği,
Her bir elemde yeni bir yara alacak…
Fakat o yılmayacak…
Rabbine sığınacak hep…
Ondan alacak gücünü…
Bebekken nasıl emeklemeden yürüdüyse,
İşte yine öyle ayağa kalkacak…
Bu acılar onu öldürmeyecek,
Daha da güçlü kılacak…
Bediüzzamanın çocukluğu…
Bediüzzaman küçük Saidken de,
Büyüdüğünde de karakterinden, fikrinden taviz vermedi…
Doğru bildiği yoldan bir milim sapmadı…
Böyle olacaktı ki Bediüzzaman olsundu…
Zaten onun zamanın sahibi olacağı,
Küçükken kendisinde duyduğu iftiharla belliydi…
Sanki büyük bir iş başarmış gibi,
Kahramanlık vaziyeti takınması karşısında hayret ederdi…
Kendi kendine: “Senin beş para kıymetin yok.” Derdi…
Aynı hal Nurslu’larda da belirgindi…
Onlarda da büyük bir iftihar duygusu gelişmişti…
Sonradan anladı bunun nedenini…
Risale-i Nur hizmeti önceden ihsas ediyordu kendini…
Bediüzzaman’ın çocukluğu nice mühim hallerle dolu…
Kimi gizli kalmış, kimi aşikâr…
Fakat bu kadarı bile onun kim olduğunu,
Nereden geldiğini,
Nasıl bir ailede yetiştiğini görmek için yeterli…
Bediüzzaman’ın doksana yakın ömrü,
Yazdıkları, yaşadıkları ve yaşattıklarıysa…
İşte bu temiz çocukluğun,
En büyük semeresi…