Bediüzzaman'ın Darü’l-Hikmet günleri

Dr. Muhsin Toprak, Said Nursi'nin Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye'deki duruşunu ve o dönemdeki faaliyetlerini yazdı

Risale Haber-Haber Merkezi

Yeni Ümit Dergisi yazarı Dr. Muhsin Toprak, Bediüzzaman Said Nursi'nin bir süre görev yaptığı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye'deki duruşunu ve o dönemdeki faaliyetlerini yazdı.

İşte Dr. Muhsin Toprak'ın yazısı:

Bediüzzaman Darü’l-Hikmet’te

Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye, 5. Mehmet Reşad zamanında kurulmuş ancak Sultan Vahideddin döneminde hayata geçmiştir. Darü’l-Hikmet ilk kurulduğunda, Süleymaniye Medresesi kelâm müderrislerinden Arapgirli Hüseyin Avni, tefsir hocalarından Bergamalı Cevdet, ilm-i nefs ve ahlâk müderrisi Mehmet Şevketî, mantık müderrislerinden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Haleb mebusu Şeyh Beşir, Şam ulemasından Şeyh Bedreddin, Haydarî-zade İbrahim, Amasya Müftüsü Mustafa Tevfik ve Bediüzzaman Said Nursî aza olarak tayin edilmişlerdi. Kurumun resmî açılışı ise Şeyhulislâm Musa Kâzım ve Meclis-i Meşayih reisi Saffet Efendilerin katılımıyla Miladî takvimde 25 Ağustos 1918 tarihine tekabül eden Hicrî 4 Zilkade 1336/Rumî 12 Ağustos 1334 tarihinde yapılmıştır. Açılışta ferdî vicdanlar gibi toplumun da bir vicdanı olduğu ve bunu korumak gerektiği, Darü’l-Hikmet’in temel vazifesinin de birtakım içtimaî-mânevî hastalıklara çareler arayarak toplum vicdanını korumak olduğu ifade edilmiştir.

Bu teşkilât, Osmanlı’nın son döneminde İslâm âleminde ortaya çıkan dinî problemlere çözümler üretmek ve fikrî saldırılara karşı İslâm düşüncesini savunmak gayesiyle kurulmuştur. Günümüzde Diyanet teşkilâtı bünyesindeki Din İşleri Yüksek Kurulu benzeri bir görev yürütmekteydi. Ancak Darü’l-Hikmet’in yetkileri, Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan daha geniş idi. Zîrâ bu kurum, hakka, ahlâka ve dine uymayan her şeye resmen müdahale imkânına sahip bulunuyordu. Bu kurum, halkın dinî müşkillerini ilmî bir metotla çözmek üzere çeşitli neşriyat yapmakta, içerden ve dışardan yönelen fikrî tehlikelere karşı halkımızı aydınlatmak için beyannameler yayımlamaktaydı. Müslümanların sorularına komisyonlarda görüşülerek cevap verildiği gibi yabancıların sorularına da resmen cevap veriliyordu. Bu teşkilât son derece önemli vazifeler yaptığından diğer vilâyet ve kazalarda birer şubesinin kurulmasına da çalışılmıştır. Devlet-i Aliyye’nin siyasî bakımdan çalkantılı ve Batı hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamanda imanı, ahlâkı ve gençliği korumak bu teşkilâtın başta gelen vazifelerinden biri olmuştur. Bu doğrultuda Darü’l-Hikmeti'l-İslâmiyye toplumda görülen içtimaî hastalıklarla alâkalı birçok karar almış, beyannameler yayımlamıştır. Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’te yapılan toplantılara katıldığı ve bazı toplantı tutanaklarında imzası olduğu da belgelerde gözükmektedir.

Darü’l-Hikmet bir reis ve dokuz azadan teşekkül ediyordu. Bu zâtların tayinleri gelişi güzel olmadığı gibi, burada vazife yapacakların teşkilâtın içinde bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, ahlâk ve kelâm) girebilecek ilmî kariyere sahip olmaları gerekiyordu. Bu komisyonlar kendilerini ilgilendiren meseleleri üçer kişilik azalar hâlinde, enine-boyuna müzakere eder ve karara bağlarlardı. Teşkilâtın reisliğine ise önce kısa bir süreliğine vekâleten Fetva Emini Muğlalı Ali Rıza Efendi, peşinden asaleten Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye müsteşarı Hüseyin Kâmil Efendi getirilmiş; ancak başka bir göreve nakledilmesi sebebiyle uzun süre vazife yapamamış ve onun yerine başkası atanmıştır. Mehmet Âkif de bu kurumun başkâtipliğine tayin olunmuş; ancak daha sonra azalığa atanmıştır. Mustafa Sabri, İzmirli İsmail Hakkı, Ömer Ferid Kâm gibi dönemin meşhur ilim adamları da bu kurumda görev yapmışlardır. Bediüzzaman’ın ise daha sonra bahsedeceğimiz üzere rahatsızlığı sebebiyle izinli sayıldığı süreler dâhil olmak üzere azalığı dört sene üç ay devam etmiştir. (Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Darü’l-Hikmet’il-İslâmiyye, s. 90–92; 205)

Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’e Aza Olarak Atanması

Bediüzzaman esaretten dönüşte İstanbul’a gelmiş ve Sultanahmet Medresesi’nde bir odaya yerleşmiştir. Bediüzzaman’ı şark cephesinden tanıyan ve Bitlis’in Ruslara karşı savunulmasında gösterdiği yararlılık ve cesaretinden haberdar olan Enver Paşa, kendisini ziyaret ederek Harbiye Nezaretine davet etmiştir. Bu ziyaretten birkaç gün sonra Harbiye Nezareti’ne giden Üstad'ı, Enver Paşa maiyetindeki subaylar ile birlikte bir törenle karşılamış, şeref misafiri olarak makam odasında ağırlamıştır. Enver Paşa, kendisine gazilik beratı verir, madalya takar ve masraflarını karşılaması için 150 lira para takdim eder. Sohbet esnasında Rusya’daki esaret günlerinden bahsedilir ve bir ara söz, savaş esnasında yazmış olduğu tefsire gelir. Enver Paşa; dine, ilme bir hizmeti olması için bu tefsiri kendi imkânlarıyla bastırmak istediğini belirtir, Üstad da sadece kâğıdını almasına müsaade edebileceğini söyler. Daha sonra bu yolla bastırılan İşârâtü’l-İ’câz’ın dağıtımı, Meşihat tarafından yapılmıştır. Ziyaret bitiminde Enver Paşa, Üstad’a, istediği takdirde kendisine her türlü vazifenin verilebileceğini kaydetmiş, Üstad ise dünyevî bir vazife beklentisi olmadığını, ancak ilim ve irfanla ilgili bir görev olursa yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra Enver Paşa gerekli yerlerle görüşerek Bediüzzaman’ın yeni kurulmakta olan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalığına atanmasına ve “mahrec” pâyesi almasına aracılık etmiştir.

Bediüzzaman, Darü’l-Hikmet ilk kurulduğunda oluşturulan heyet arasında yer almakta olup atamaları 26 Şevval 1336 tarihli Sultan Vahideddin imzalı bir kararname ile yapılmıştır. Bu kararname Meşihatın yayın organı olan Ceride-i İlmiyye’nin 38. sayısının 1142–43. sayfalarında yayımlanmıştır. Üstad’ın Darü’l-Hikmet’e atanmasından yirmi bir; kurumun resmî açılışından on üç gün sonra Harbiye Nezareti’nin isteği üzere Şeyhulislâm Musa Kâzım Efendi bir yazı yazıp padişaha sunmuş ve ertesi gün Sultan Vahideddin’in imzasıyla Bediüzzaman “mahrec” payesiyle taltif edilmiştir. Bu irade-i seniyye de Ceride-i İlmiyye’nin 38. sayısının 1145. sayfasında yayımlanmıştır. Bu kurumda görev yaptığı süre içerisinde Dâhiliye Nezareti tarafından kendisine bir nüfus tezkeresi verilmiş ve bir de kendi ağzından özgeçmiş hazırlanmıştır.

Mahrec, ilmiyye rütbelerinden birinin adı olup “mahreç mevleviyyeti” suretinde de kullanılır. Mahreç mevleviyyeti rütbe olarak “kibar-ı müderrisîn”den büyük, “bilâd-ı hamse mevleviyyeti’nden küçüktür. (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst., 1993, C. II, s. 385).

Bediüzzaman’ın Fikrî Arayışı

Bediüzzaman Rusya’da esarette bulunduğu sırada Rusların kendisine yaptığı eza ve cefadan muzdarip olarak zihin ve dimağ yorgunluğuna mübtelâ olmuş ve Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı sırada bu hastalığı yeniden nüksederek onu muzdarip etmiştir. Bu hastalık sebebiyle tedavi gören Bediüzzaman Hazretleri zaman zaman raporlar alıp vazifeden kendisinin izinli sayılmasını talep etmiş, hem Darü’l-Hikmet heyeti, hem de Meşihat makamı uzun süreli izinler vermişlerdir. Hattâ birçok defa vazifeden affını istemeye teşebbüs etmiş; fakat kurumdaki dostları mâni olmuşlardır. (Âsâr-ı Bediiye, s. 676). Bediüzzaman’ın hastalığı müteaddit defalar tekerrür ettiğinden 1338 yılı Mart ayının sonunda iki sene kadar azalıktan mezun addedilmiştir.

Aslında Bediüzzaman’ın rahatsızlığı âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu durumdan kaynaklanıyordu, yoksa şahsî problemlerinden değil. Nitekim Harb-i Umumî’deki mağlubiyetten fazlaca müteessir olduğunu ihsas edenlere verdiği cevapta bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Ben kendi elemlerimden tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın elemlerinden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim.” (Bkz. Tarihçe-i Hayat, s. 132)

Bu arada Medrese, Meşihat ve Darü’l-Hikmet gibi kurumların ve buralarda görev yapan ilim adamlarının bu problemlerin çözümü noktasında etkisiz kalışları da kendisini çok üzüyordu. Yaşamış olduğu bu buhran sebebiyle Üstad, yeni bir metot arayışına koyuldu. Zihni hep onunla meşguldü ve bu yüzden ortaya çıkan farklılık diğer ulemanın garibine gidiyor, bazıları onu anlamakta zorluk çekiyordu. Onun yaşamış olduğu bu fikir sancısı geçmişte bazı ilim adamı ve düşünürlerde de ortaya çıkmıştır; bu hâl onların dinî ve içtimâî problemlere çözüm arayışlarında takip edecekleri metodu keşfetmelerinin zeminini oluşturmuştur. Meselâ İmam Gazzâlî’nin de bu türden bir sıkıntıyı yaşamış olduğunu biliyoruz. Nitekim Üstad yaşamış olduğu bu sıkıntıyı Mektubat’ta şöyle ifade etmektedir: 

“Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi, ‘el-mevtü hakkun’ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şah-i Geylânî’nin Fütûhü’l Gayb nâmındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: “Ente fi dâri’l-hikmeti fatlub tabîben yudavî kalbek/Sen hikmet evindesin. Kalbini tedavi edecek bir tabip ara.” Aciptir ki, o vakit ben ‘Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Hâlbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir... Ben dedim: ‘Sen tabibim ol!’... Kitabı tamamen okudum ve çok istifade ettim. Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm... Hâlis bir tefe’ül ederek açtım... Bana musırrane şunu tavsiye ediyordu: ‘Tevhid-i kıble et.’ Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: ‘Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’ Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki, ‘bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.’ Ona yapıştım... Demek ki, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir.” (Nursi, Mektubat 385-386)

Darü’l-Hikmet’te Bediüzzaman’ın Şahsî Hayatı

Bediüzzaman Hazretleri Darü’l-Hikmet’te çalıştığı sırada aylık elli lira maaş alıyordu. Bu para o dönem itibariyle iyi bir meblağdı. Fakat Üstad yine de tasarruflu yaşamaya dikkat ediyordu. Bu durum mesai arkadaşlarının dikkatini çektiği için niye bu kadar sade bir hayat yaşadığını sormuşlar, o da; “Ben sevâd-ı âzama tâbi olmak istiyorum, ekalliyet-i müsrifeye değil.” diyerek karşılık vermiştir. O dönemde yeğeni Abdurrahmân da yanında bulunuyordu. Aldığı maaşı ona veriyor masrafları o görüyordu. Bir ara onun serbest harcama yaptığını fark edince, yeğenine paraları ne yaptığını sordu, o da harcadığını söyledi. Bunun üzerine Üstad, “Neden harcadın? O para bize helâl değildi. Milletin malıydı.” diyerek tepki gösterdi. Zîrâ maaşından ancak hayatını asgarî şartlarda idame edecek kadar harcamayı caiz görüyor, bundan fazlasını helâl saymıyordu. Bunun üzerine “Seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim!” diyerek harcamaları kendi üzerine aldı. Her ay maaşından on lira Abdurrahmân’a veriyor, on beş lira kendi ihtiyaçlarına sarf ediyor, kalanını ise biriktiriyordu. Niyeti onları bir şekilde millete iade etmekti. Nitekim Üstad o dönemde yazmış olduğu eserlerini (Yeğeni Abdurrahmân’ın ifadesine göre on iki eserini) bu paranın bir kısmıyla bastırıp, bedava dağıtmak suretiyle bu arzusunu gerçekleştirmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s. 114; Âsâr-ı Bediiye, s. 677). Kalan az bir kısmını ise hacca gitmek niyetiyle saklamış; ama bu arzusu gerçekleşmeyince maişetine sarf etmiştir. Bu paranın kanaat ve iktisat bereketiyle kendisine on seneden fazla yettiğini, kimseye yüzsuyu döktürmediğini ifade etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, s.206)

Bediüzzaman’ın Sosyal Hayatı

Bediüzzaman Hazretleri’nin Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı süre içerisinde devrin ulemasıyla sık sık bir araya gelip sohbetler ettiğini biliyoruz. Ancak bunun ötesinde onun içtimaî hayatta etkili olabilecek bazı oluşumlar içinde yer aldığı da görülmektedir. Bu çerçevede Üstad, Müderrisler Cemiyeti’ne üye olmuş, Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti’nin ise kurucu üyeleri arasında yer almıştır.

15 Şubat 1919’da kurulan ve devrin meşhur âlimlerinin mensup olduğu “Cemiyet-i Müderrisîn”e üye olmuştur. Bu cemiyetin gayesi “muntazam bir usûl dairesinde dinî hakikatleri, İslâm’ın yücelik ve terbiyesini Müslümanlar arasında kardeşlik bağlarının takviyesi ile içtimaî mükellefiyetler ve şahsî çalışmalarının inkişafına büyük bir azimle ve metanetle çalışmak” idi. (Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 241). Medreselerin hocalarından ve İslâm’a hizmete inanmış gönüllülerden oluşan Cemiyet, Müslümanlara ilim ve İslâmiyet’i sevdirmeyi, öğrenmeye teşvik etmeyi, dinî ilimler yanında çağın ihtiyaçlarını karşılayabilecek derecede fen bilimleriyle de uğraşan öğrenciler yetiştirmeyi ve onların maddî ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemiştir.

Kurucular kurulu Fatih Dersiamlarından Abdülfettah, Geyveli İbrahim Hakkı ve İskilipli Mehmed Âtıf ile Bayezid Dersiamlarından Ermenekli Mustafa Safvet efendilerden oluşan cemiyetin başkanı Mustafa Sabri Efendi, yardımcısı da İskilipli Mehmed Âtıf Efendi idi. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye azalarından Eşrefefendizâde Şevketî ile Bediüzzaman Said Nursi, Fatih Dersiamlarından Düzceli Zâhid el-Kevserî, Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Sahn Medreseleri Fıkıh Müderrislerinden Seydişehirli Hasan Fehmi, Darü’l-Hilâfeti’l-Aliyye İbtidâ-i Dâhil Medreseleri Mantık Müderrisi Manisalı Mustafa, Fatih Dersiamlarından Âsitâneli Hafız Abdullah, Dersiamdan Sinoplu Mehmed Emin Efendiler ise azalarını oluşturuyordu. Bu cemiyetin kuruluş ilkeleri arasında siyasetle uğraşmamak da vardı. Ne yazık ki Cemiyet 26 Eylül 1919 tarihli İkdam gazetesinde Kuvay-ı Millîye aleyhine bir beyanname yayımlatınca başta Bediüzzaman olmak üzere bazıları üyelikten ayrılmıştır. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Cemiyet-i_Müderrisin)

Bediüzzaman Darül’l-Hikmet’te görev yaparken Yeşilay cemiyetinin kurucuları arasında da yer almıştır. 5 Mart 1920 tarihinde Cuma namazından sonra Matbuat Cemiyeti’nde gençliği mânevî tahribata karşı korumak için yapılabilecekleri konuşmak, ne gibi çareler üretilebileceğini mütalâa etmek üzere bir toplantı yapılmış ve bu toplantıya Darü’l-Hikmet adına Üstad katılmıştı. Toplantıya katılan diğer kişiler; Şeyhülislâm Haydarizade İbrahim, Dr. Tarık Rüştü Aras, Tarık Us, Hamdullah Subhi, Dr. Emin Paşa, Velid Ebüzziya, Eşref Edib, Mustafa Şekib, Dr. Mazhar Osman, Ord. Prof. Fahreddin Kerim ve Dr. Şükrü Hazım idi. (Alpaslan Özyazıcı, Alkollü İçecekler, Sigara ve Diğerleri, Diyanet yay. s. Ayrıca bkz. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/default.asp, Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 224) Dr. Şükrü Hazım’ın kâtiplik yaptığı toplantının sonunda da cemiyetin kurulmasına karar verildi.

O Dönemde Yaşanan Bazı Hâdiseler ve Bediüzzaman

Üstad; Lemaat, Hutuvât-ı Sitte başta olmak üzere ilk dönem eserlerini Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de aza olduğu sırada yazmıştır. Üstad, Lemaat’ı bir Ramazan ayında, günde ortalama iki saat çalışarak yirmi gün içerisinde manzum olarak yazmıştır.

O dönemde Anglikan Kilisesi meşihat makamına gönderdiği bir mektupla İslâm hakkında altı soru sormuş ve buna mufassalan değil, sadece altı yüz kelimeyle muhtasaran cevap verilmesini talep etmiştir. Meşihat makamı da bu soruları Darü’l-Hikmet’e havale ederek cevap verilmesini talep etmiş, Mısır ulemasından olup Darü’l-Hikmet’te görev yapan Abdülaziz Çaviş ile İzmirli İsmail Hakkı bu sorulara cevaben birer kitap yazarken Üstad Hazretleri tam da İngilizlerin işgalinin peşinden gönderilen bu soruları pek mağrurane bulduğu için cevap verme lüzumu hissetmeyip tepki göstermiştir. Bu hâdiseyi Üstad şöyle anlatır:

“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’nin azası idim. Bana dediler: “Bir cevab ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünki o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” (Tarihçe-i Hayat, s. 130) Fakat Üstad’ın daha sonra bu sorulardan dört tanesine Lemaat’ta manzum tarzda cevap verdiği görülür. (Bkz.: Sözler, Lemeat s. 793)

Bediüzzaman Hazretleri’nin Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı sırada, 16 Mart 1920 tarihinde, İngilizler İstanbul’u işgal etti ve bundan sonra sıkıntılı bir hayat yaşandı. Şeyhülislâm Dürrizade’nin düşmana karşı mücadele edenleri asi ilân eden bir fetvaya imza atması, bazı camilerde düşmanların muzafferiyeti için dua ettirilmesi gibi olaylar yaşandı. Bediüzzaman o günlerde yazmış olduğu eserlerle, özellikle Hutuvat-ı Sitte risalesiyle İngilizlere karşı mücadele etmiş ve eserlerinin halk üzerinde meydana getirdiği tesir sebebiyle takibata uğramıştır. (Tarihçe-i Hayat, s. 129). İngilizlerin onu cezalandırma kararını haber alan Darü’l-Hikmet üyesi ve dostu Şerif Sadeddin Paşa kendisini durumdan haberdar etmiş ve dikkatli olması konusunda uyarmış, Üstad da gerekli tedbiri almıştır. “Kat’î bir vasıta ile haber aldım, kökü ecnebide, kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizi bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et” diyerek Bediüzzaman’a haber verir. Bediüzzaman da “Tevekkeltü Alellah, ecel birdir, tagayyür etmez” buyurur. (Emirdağ Lahikası 6. Kısım s.482)

Bediüzzaman’ın Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı günlerde yaşanan hâdiselerden biri de bir maymunun Yunan Kralı Aleksandros’u öldürmesiydi. O günlerde, Yunan Başvekili Venizelos, İngiliz Başvekili Lloyd George’dan 50 bin kişilik silâh almıştı. Bu silâhlarla Anadolu’ya taarruz edeceklerdi. Bediüzzaman bir Cuma gecesi uzun uzun namaz kılıp yine uzunca dualar etmiş ve duasının sonunda,
وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ اِلاَّ هُوَ “Rabbinin ordularını Kendisinden başka kimse bilemez.” âyetini okuyarak “Yâ Rab! Sen’in orduların çoktur. Bu mel’una fırsat verme.” diye dua etmiştir. O gece Yunan sarayında ilginç bir hâdise meydana gelmiştir. Hâdise basit fakat neticeleri itibariyle çok önemliydi. Sarayda beslenen bir maymun Yunan Kralı Aleksandros’u ısırmış ve onun ölümüne sebep olmuştu, askerler de maymunu öldürmüştü. Ertesi sabah kendisine kahvaltı için çorba almaya giden talebesi Molla Süleyman gazetede bu haberi okuyunca gazeteyi getirip Üstad’a göstermiş, “Süleyman bir kâğıt ve kalem getir de bu hayvanın arkasından bir mersiye yazayım.” diyen Üstad, yazdığı şiirimsi yazıya “Mücahit Bir Hayvana Mersiye” başlığını koymuştur. Bu hâdise o kadar önemliydi ki, daha sonraları Lloyd George “Doğu ve Batı tarihi bir maymunun bir adamı öldürmesi yüzünden değişti” demiştir. (N. Şahiner, B. Said Nursi, s. 235).

Mücahit Bir Hayvana Mersiye

İşte o cünûddan bir gazi şehid, / Nev-i hayvandaki meymun-u said / Ey maymun-i meymun Mü’minleri memnun, düşmanları mahzun, Yunan’ı da eyledin mecnun / Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun, Loyd George’u kudurttun, Venizelos’u geberttin / Mizan-ı siyasete pek ağır oturdun  / Ki,  küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini / Bir hamlede havaya fırlattın... Başlarındaki maskelerini düşürüp, / Maskara ederek, bütün dünyaya güldürdün / Cennetle mübeşşer olan hayvanların ışrine gittin / Cennette saidsin, çünkü, gazi hem şehidsin.!! (Âsâr-ı Bediiye, Rumuz, s. 86.)

Darü’l-Hikmetin Hizmeti

Bediüzzaman Hazretleri, her ne kadar devrin en yüksek ulemasından teşekkül etse de Darü’l-Hikmet’in gerektiği gibi hizmet edemediği kanaatini taşımaktadır. Kendisine Darü’l-Hikmet’in neden hizmet edemediği sorulduğunda ise iki sebep göstermiştir. Bunlardan birincisi siyasî sebeptir. Dönem, İstanbul’un İngiliz işgali altında olduğu dönemdir ki, onların baskısı her tarafta hissedilmektedir. Kurum bu sebeple gereği gibi hizmet edememiştir. Bu hususta Üstad şöyle demektedir: “En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Darü’l-Hikmet, bu fırtına içinde alet ettirilmedi. En büyük mâni olan ecnebî kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu”. Darü’l-Hikmet’in hizmet edememesine Bediüzzaman’ın gösterdiği ikinci sebep ise kurumda görev yapanların ruh dünyaları, yani psikolojik durumlarıdır ki bu, birincisinden daha önemli bir sebeptir. Bu hususta da şöyle demektedir:

“Darü’l-Hikmet eczâları kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. “Ene”ler kavidir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben”, “biz” olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azimleştirir, fevkalâde yapar. Mâneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavün düsturu bunun tamamen aksidir, maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten, büyük eserlere vasıta olur. Mâneviyatta ise eseri, harikulâde derecesine is’âd eder. Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner.” (Nursi, Tulûât)

Verdiğimiz bilgiler göstermektedir ki Bediüzzaman Hazretleri, Darü’l-Hikmet’te görev yaptığı yıllar içerisinde kurumun yerine getirmesi gereken görevlerde kendi payına düşeni yapmış, toplantılara katılmış, kararlara imza atmış bir azasıdır. Ancak gerek hamiyet-i diniyesi, gerekse orada verilen hizmetin ictimaî problemlere çare olmamasından dolayı sıkılıyor ve başka bir hizmet yolu arıyordu. Netice itibariyle şunu müşâhede etmekteyiz ki Bediüzzaman Hazretleri, bir taraftan sade bir hayat yaşamayı kendisine düstur edinmiş bir zahid; diğer taraftan savaş alanında cesur, gözü pek, yılmaz bir mücahid, ama aynı zamanda sosyal problemlerin çözümünde kafa yoran, onları yeni ve dertlere çare olabilecek bir yaklaşım çerçevesinde ortaya koyan bir âlimdir.

Yeni Ümit

Bediüzzaman Haberleri