Asrın Adamı Bediüzzaman’ın duygulandığı zamanlar olur muydu? Kimi zaman acı çektiği, kimi zaman derin hüzne girdiği anları yoğun muydu mesela? Yalnız başına kaldığı zamanlarda gurbet içinde bir başka gurbeti ve hüzün içinde bir başka hüznü yaşar mıydı? Çokları gibi o da üzülür müydü, gözyaşı döker miydi?
Çokları gibi üzülürdü ve ağlardı elbette. Çoklarından daha büyük duyarlılığa sahipti; ama çoklarından başka bir özelliği vardı Bediüzzaman’ın. O duyarlılığında mutlaka bir çıkış yolu bulurdu da rahatlardı, ümitle dolardı; hayatında ümitsizliğe yer yoktu. Çokları gibi bir an yaşadığı acıların etkisinde kalarak kendini kaybetmezdi. Her duygulandığında bir ışık, bir nur bulurdu kendine. Derin ve uzun bir yalnızlığı asla yaşamazdı. Çoklarda olduğu gibi varoluşsal yalnızlığın sınırına bile yaklaşmazdı. O derin ve hassas duyarlılığında yaşadığı yalnızca tatlı bir hüzündü.
Muhabbetti yaşadığı. Hayata küsmek değil, tam aksine her zaman içinde bulunduğu psikoloji, ebediyete derin bir özlemdi.
Yalnızlıkta zengin duygulanmalarını dostlarına da duyurtmak isterdi bazen. İyi bir dostluğun gereği de buydu. İşte ellili, ihtiyarlığı şiddetle hissettiği yaşlardaydı. Sürgünde olduğu Barla’da insanlardan da ürktüğü bir zamandaydı. Çam Dağı’nın zirvesine çıkmıştı. Bu zirvenin hâkim bir yerinde, oradan Eğridir gölünün görüldüğü belki de o muhteşem ve şehit ağacın üzerindeki odacığında yapayalnızdı. Yalnızlıkta yolunu ışıtacak, içini ferahlatacak ve duyduğu acıyı dindirecek bir ışık, bir nur arıyordu. Gurbet içinde gurbetleri, özlem içinde özlemleri yaşıyordu.
Etrafta canlılar vardı gerçi; ağaçlar, hayvancıklar, kuşlar ve belki de canavarlar vardı. Melekler, ruhaniler sarmıştı etrafını. Ama kendi türünden kimseler yoktu. İki üç aydan bu yana insanların pek uğramadığı, çobanların bile civarda gözükmediği bu görkemli dağdaydı.
Gece vakti, kimsesiz, rüzgâr esintisinden başka bir sesin olmadığı, sessiz, sedasız ve yalnız bir demde, Asrın Adamı gibi bir insan hangi düşüncelerin hücumuna uğramazdı ki!
Yaşayan canlı bir dünyaydı Bediüzzaman. Neler görmemişti ki o gözler! Elli yılı aşkın aksiyon içinde bir ömür geride kalmıştı. Küçüklüğündeki evini, sevgili anneciğini ve babacığını, ağabeyini ve belki de yıllarca görmeyip görse de tanıyamayacağı kardeşlerini, yeğenlerini, ders arkadaşlarını, üstadlarını, medreselerini, medreselerdeki doyumsuzluklarını, medrese medrese dolaşmalarını, Ömer Paşa ve Tahir Paşa saraylarını, geceli gündüzlü kitap okumalarını, doğunun kalkınmasına katkı yapmak için kafasından geçirdiği hem dini derslerin ve hem de fenlerin okutulacağı medrese projelerini hayalinden geçirmişti. Eğitimle kalkınmasına ve daha sağlıklı geleceğine inandığı kendi bölgesi için İmparatorluğunun başkentine gitmişti. Ne kadar uğraşmışsa bir türlü geliş nedenini anlatamadığı bu Padişah şehrinde başına nelerin geldiğini, hapishanelere düşüşünü, her soruya cevap verişini, İstanbul’un o aksiyonlu hayatını hatırlamıştı. Gazetelere yazdıklarını, nutuklarını, isyanları bastırmalarını içini derin derin yad etmişti. Umduğunu alamadığını ama yine de büyük bir ümitle yeniden bölgesine dönüşünü, soranlara müjdeler getirdiğini, aşiretlerde istibdatın bize yaptıklarına ve özgürlüğün bizim hakkımız olduğuna ilişkin karşılıklı diyaloglarını da hatırlamıştı. Oradan Suriye’ye geçişini, Emevî Camii’nde binlerce elit bir kalabalığa hitabını da bütün tazeliğiyle hayalinden geçirmişti. Oradan İstanbul’a gidişini, Sultan Reşat’la Rumeli seyahatini, tekrar doğuya dönüp doğuda gönüllü albay rütbesinde Kafkas cephesinde Birinci Cihan savaşına bizzat katılışını, savaşın en korkunç anlarında, at üstünde tefsirini tam teçhizatlı talebelerine yazdırışını, bir kısım talebelerinin şehit düşüşünü, yaralanmasını ve esir alınarak Sibirya’ya sürülüşünü, o süre içinde başından geçenleri belki de yaşlı gözlerle bir kez daha yaşamıştı. Sonra İstanbul’a, daha sonra Ankara’ya, daha sonra da Van’a gidişini ve koca bir devletin evhamlanması üzerine Isparta’ya sürülüşünü hatırlamıştı.
Şimdi bu garip dağda yalnızdı Bediüzzaman. Bütün bu ve bunun gibi elli yılı aşkın hayatını baştan sona bir film gibi bu zirvenin bu zirve kulübeciğinde, yalnızlıkta, sessizlikte izlemişti bütün canlılığıyla. Dostlarını da bilgilendirmek istiyordu bu duygulanmalarından. Onların hakkı vardı üstelik. “Gurbetimdeki firkatimin ziyade elim kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim” diyordu dostlarına.
Her şeyi anlatmakla onların da acılara gömülmesini istemiyordu Bediüzzaman. Bu dünyadan belki de kendine kalan bu dostlardı yalnızca. Onlar teselli kaynağıydılar onun; canları, dava arkadaşlarıydı. Barla’da onu yalnız başına bırakmamışlardı. Ne varsa ellerindekilerle koşmuşlardı yanına hapishane ve sürgünlere rağmen. “Hoca Efendi” diye koşmuşlardı yanına. Öyle tanıdık hocalardan da değildi hani. Bir başka kişilikti; yakından tanımadıkları, hayatları boyunca onun gibisine rastlamadıkları. Bir Üstad’dı o. Şimdi bu dağ köyünde onların karşısındaydı bu “Hoca Efendi”. Hediye de kabul etmezdi. Karşılıksız hiçbir şeyi almazdı. Gece gündüz evrat okurdu çınar ağacının yuvasında. Hiçbir art niyeti yoktu bu “Hoca Efendi”nin. Ama gelin görün ki, devletin jandarması, bir isyan çıkarmasın diye bu köydeydi, kapısında nöbet beklemekteydi. Gelip gidenler vardı onu kontrol etmek için. Gizlice takip ediyorlardı onu. “Onun yakınlarında olmayın” diye korku salıyorlardı henüz bir şeylerin farkında olmayan köylülerin arasına. Bütün bunlara, bu tehditlere, bu gözetlemelere, bu aleyhindeki kampanyalara rağmen bırakmıyorlardı onu bu mahrumiyet yerinde Barla’nın kahramanları; Şamlı Hafız Tevfikler, Hafız Halitler, Muhacir Hafız Ahmetler, Sıddık Süleymanlar…
Çam dağında, hâkim kulübecikte, duyduklarından nasıl bilgilendirmesin, nasıl duygularına ortak etmesin bu masum dostlarını Bediüzzaman. Ama onları fazla üzmeden hissettiklerini anlatacaktı sırf bir ders olsun diye.
O kulübecikte lahuti seslerin dışında duyduğu yalnızca ağaçların hazince hemhemeleriydi; rüzgârın insanın içini kavuran uğultusuydu. Kendi türünden kimsecikler yoktu etrafında bütün canlılığıyla hissettiklerini hemen anlatıp birlikte dertleşeceği. Ağaçların hışırtılarından gelen hazin bir seda, bir ses, rikkatine, ihtiyarlığına, gurbetine ziyade dokunuyordu. Bütün acıma duygularını depreştiriyordu. Depreştikçe acılara gömülüyordu. İçin için ağlıyordu.
İşte bu psikoloji içinde bir nur arıyordu teselli olacağı, rahatlayacağı ve nokta-i istinat edineceği. Gurbet içinde gurbetler yaşıyordu; acı içinde acılar... Keskin bir hayal gücü vardı onun. Geçmişi olduğu gibi, yani bütün canlılığıyla yaşayabiliyordu. Yalnız başına bu psikolojiyi yaşayan insan nasıl duygulanmasın, duyarlılığı zirveye nasıl çıkmasın!
Bir çıkış yolu bulmalıydı bu yalnızlıkta. Kendinin yaşlandığına, özellikle bu gurbet ve kimsesizlik yerinde daha çok inanıyordu. Acizdi; ama ihtiyaçları sonsuzdu. Yaşıt, dost ve yakınları yanında değildi. Onlardan uzak kaldığı için garip ve yalnızdı. Onların çoğu bu dünyadan göçmüştü. Acı bir gurbet, ayrılık hissediyordu. Bir çıkış yolu arıyordu.
Bediüzzaman, olanlara razı bir tevekkül içindeydi. Yalnızlıktaki duyarlılığını da seviyordu. Tatlı hüzünlerini bir sonraki kuvvetli ümide bir basamak olarak kabul ediyordu. Acılarını da çektiklerini de sürgünlerini ve gurbetlerini de seviyordu. Acı olmadan rahatlığın kolay kolay gelmeyeceğine inanıyordu. Her şeyi değerlendiriyordu. Her şeyden ilham alabileceğini biliyordu. Rüzgârın hazin esişine, ağaçların hemhemesine, gökyüzünün yüreğine fısıldayışına ve yıldızların konuşmalarına da hasretti. Bu yalnızlıkta içini kavurup tel tel oluşunu da seviyordu. Biliyordu ki, içindeki bütün bu oluşumlardan sonra bir çıkış yolu vardı. Duyup hissettikleri bir kamçıydı yalnızca.
Peş peşe gurbetler yaşıyordu dolucasına, tatlı hüzüncesine ve belki de içini kavururcasına. Kalbi “Ya rab! Garibem, bîkesem, zaifem, nâtüvanem, alilem, âcizem, ihtiyarem/ Bîihtiyarem, el-amangûyem, afcuyem, medehhahem; zidergahet ilâhî!” diye feryat etse de beklediği nurun hemen yanı başında, içinde olduğunu kesin biliyordu. Biliyordu ihtiyarlığın da, gurbetlerin de, acıların da ve ağlamaklı hallerin de ona yol göstereceğini. Seviyordu her şeyin yol göstericiklerini. “Fesübhanellah” deyip bir kurtuluş yolu bulmadan insanın bu acılara nasıl tahammül edeceğine şaşıyordu. “Bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır?” diyordu.
Bütün bunlardan düzeyli insanlar duygulanırdı elbette. Bediüzzaman bir büyük düşünürdü, bir büyük sanat adamıydı, asrın beklediği insanıydı. O herkesten önce büyük bir duyarlılığa sahipti. Bir yol göstericiydi. Batılı düşünürlere dünyalarını bir intihar olayıyla değiştirmeye zorlayan bu dayanılmaz psikolojiyi bizzat kendisi yaşamalıydı ki, tek çareyi, tek kurtuluş yolunu ve tek cennetler ülkesini üstüne basa basa gösterebilmiş olsun.
Bu gurbetler, bu ihtiyarlık bir geçeği fısıldıyordu kalp kulağına: “Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine dönüşecek.” Tam bütün gurbet ve yalnızlıkları hissedip duyarlılığının zirvesinde olduğu bir anda ihtar edilen bu büyük gerçek, nefsini bile itirafa ve teslime zorlamıştı. Öz vatanından garipti, elli yıl boyunca sevdiklerinden dostlarından uzaktı şimdi. Yaşadığı şu andaki gurbetler ne ki! Bu dünyadan ayrılma zamanı da çok çok yaklaşmıştı. Ölüm herkesin çok yakınlarında, bekliyor; bir canavar ağzı ya da bir cennet kapısı olarak.
İmandan, yani tevhit inancından başka bir yolla bu ölüm canavarı cennet kapısına döndürmek mümkün değildi. İşte Allah’a iman tam bu anda imdadına yetişmişti. Bulunduğu kat kat vahşet, bin kat daha katlansa yine de onu teselli etmeye yeterdi.
İşte o zaman duyarlılığın bu zirvesinde Bediüzzaman, yine nefsini muhatap alarak,
“Bırak bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat, belâ ender, hata ender belâdır bil.
Belâ vereni buldunsa eğer,
Safa ender, vefa ender, atâ ender belâdır bil!
Madem öyle, bırak şekvayı, şükret;
Çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
………………………………………………….
Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.” diye, nefsiyle birlikte bütün duygularının tetikte ve ayık olmasını sağlayan terennümünü ediyordu.