Birinci Cihan Savaşında, Osmanlı Devleti’nin dört cepheden düşman hücumuna maruz kaldığı pek acıklı günlerde, Asrın Adamı Bediüzzaman Said Nursî gönüllü alay komutanı olarak Kafkas cephesinde Rus ve Ermenilerle amansız bir şekilde çarpışıyordu. “Keçe Külahlılar” adıyla düşmana korku salan fedaileriyle cephenin birçok yerinde at koşturuyordu. Savaşın belki de en kızgın anında yaralanıp su arkının içinde bir arkadaşıyla otuz saat kadar kaldıktan sonra esir düşmüştü.
İlk esaret aşamasından sonra Sibirya’nın en büyük esirler kampındaydı Bediüzzaman. Çektiği eza ve cefalardan sonra, bir yolunu bulup esrarengiz bir firarla İstanbul’a, anavatanına, dostlarının arasına gelmişti. Bir ölüm kalım savaşı ve kurtuluş ihtimalinin sıfır olduğu bir esaretten sonra İstanbul her yönüyle bir cennet hayatıydı Bediüzzaman için. Boğaz rüzgârının püfür püfür estiği Çamlıca’da bir köşkteydi. Burada çok sevdiği yeğeni Abdurrahman ile birlikteydi. Çok rahat ve geleceği garanti görünen bir hayatı vardı. Savaş ve o acıklı esaret geride kalmıştı. Böyle bir hayatı çoklarına göre de hak etmişti. Dârülhikmet’ten aldığı maaş her ikisine bol bol yetiyordu. Bir büyük şöhreti de vardı. Bir deha derecesindeki sevgili yeğeni Abdurrahman’la çok mutlu bir hayat geçiriyordu.
Dünyada herkesten çok kendini mutlu biliyordu Bediüzzaman. Para ise para, köşkse köşk ve saygınlıksa saygınlık; hepsi hepsi dört dörtlüktü Bediüzzaman’ın hayatında İstanbul gibi bir yerde. Dünyalık, insanı ne denli mutlu edebilirdi? Ruhunu, kalbini ve duygularını doyurabilir miydi? Dünyalık her şeyine cevap verebilir miydi? Kırkını biraz aştığı yaşta olduğu bu sıralarda, bir aynaya bakma ihtiyacını duydu. Saçında ve sakalında gördüğü beyaz kıllar, onun bütün hayatını altüst etmeye yetmişti. İşte dünyalık, kılların beyazlaşmasına engel olamıyordu. Bugünü durduramıyordu. Zamana sahip çıkamıyordu. Saat ha bire çalışıyordu; onu sona doğru hızla götürüyordu.
Yaklaşmakta olan halin kesinliğini bütün ruhuyla yaşamıştı ki, sürgündeki Kosturma’da bulunduğu camide başlayan ruh uyanışına benzer bir hali duymaya başladı. Öyle bir haldi ki, artık geçmişini de, geleceğini de ve şu anda bulunduğu bu tatlı hayatını da sorgulamaya kalktı. Öyle ya, her şey güzel güzel giderken bilinmeyen taraftan içine giren ruhi uyanış dediği bu düşünce anaforu neyin nesiydi? Bu demektir ki, kimi şeyler doğru gitmiyordu, kimi yerde eksikler, gedikler bırakılıyordu. Bütün hayatını sorguladı baştanbaşa. Nereye bakmışsa, kalben neye bağlanmışsa hepsi eline geliyordu. İlgiye değmediğini görüyordu her şeyin. Gülmeleri, sevinmeleri, rahatlıkları, dostlarıyla birliktelileri, şöhretleri, başarıları, alkışlanmaları birer hayal gibi geliyordu kendisine; sanki onları o hiç yaşamamıştı. Birkaç saniye önceki hali tamamen uçmuştu sanki. Hayatının “med”inden sonra “cezir”ini yaşıyordu; sular çekilmişti.
İşte böyle bir hali bütün şiddetiyle yaşarken, bir arkadaşında ummadığı bir sadakatsizlik de gördü. Ondan hiç beklemiyordu onu perişan eden bu davranışı. Ürkmeye başladı hayattan, içinde olduğu imkân ve rahattan. Kim olursa olsun, arkadaşının bu vefasızlığındandır ki, kendi içtenliğinden de kuşkuya düştü. Ahbapları da yabancı görünmeye başladı ona. Bir garip dünyada olduğunu fark etti; acayip işlerin döndüğünü, küçük şeylerin peşine büyük şeylerin takılıp gittiğini ve soyutun somutun arkasından süzüldüğünü… Ve kendini sorgulama zamanının çoktan geldiğini anladı.
Asrın Adamı Bediüzzaman, duyarlılığının tam bu anında kalbine soru şeklinde, “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikatte acınacak halimize, pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?” diye söyledi.
Beyaz bir kıl ya da kıllar, insanın dönüm noktasıydı elbette, bir işaret ve bir uyarıydı. Hayatın uyarısıydı. Yeniden yeniye hayatı sorgulama gereğinin bir başlama noktasını hatırlatıyordu. Çevredekilerin niteliklerini anlamanın zamanıydı. Kendine bakmanın, kendine yoğunlaşmanın ve çok şeylerden vazgeçmenin tam zamanıydı. Asrın Adamı kendine baktı herkesin baktığından daha farklı bir şekilde. Mutlak bir acizlikte gördü kendini. Bu haliyle garantilediği bir şeyi yoktu; her şeyde yoğun belirsizlik vardı. Her şeyin üstünde bir geçicilik damgasını görüyordu. Oysa ruhu, kalbi ve duyguları sonsuzluğu, sonsuz şeyleri istiyordu. Bu öyleyse, ne diye fani, her an yok olmaya mahkûm şeylerin peşinden koşsun bu koca ömür? Sonsuzluk nasıl olur da sonlunun arkasından gidebilirdi?
Bedeni faniydi Bediüzzaman’ın; fani şeyler ne katkı sağlayabilirdi? Acizdi, ama her tarafa, sonsuza uzanmıştı emelleri, kendisi gibi acizler ne işine yarardı, onlardan ne bekleyebilirdi? Batan şeylere iltifat etmemişti Hz. İbrahim. Duyarlılığıyla ulaştığı bu noktada ruhu, kalbi duyguları sonsuzluk aradı ta derinlerinde acı bir özlem bırakarak. Onu doyuma ulaştıracak ebedi ve ezeli bir güçtü ancak.
İşte tam bu demde her zamankinden daha başka şekilde aramaya koyuldu. Bir baştan bir başa hayatını gözden geçirdi, öğrenimini, okuduklarını, öğrenim yöntemlerini; İslami bilgilerle felsefeyi özümsemesini, ancak bu yolla olgunlaşacağını ve aydınlanıp nurlanacağını… Oysa, gördü ki, felsefe ruhunu daha da kirletmiş ve belki de manevi ilerlemelerine engel olmuştu. Felsefe, ruhunu çevresindekilere, yani kâinata boğduruyordu; nefes alamaz hale getirdiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Ama o bir nur arıyordu; bütün doyumsuzluklarını doyuma ulaştıracak, bütün açlık ve susuzluklarını giderecek. Okuduğu çok şeylerin kendine yaptıklarını görünce daha da gerildi duyguları; geçmişinden kuşkulanmaya başladı. Derinden bir acı hissetti. Dünya başına yıkılmak üzereydi ki, Kur’an’dan gelen bir teselli imdadına yetişti: “Allah’tan başka ilah yoktu” hastalıklarına merhem olacak. Sen mi söylersin bu neşter güç ve niteliğindeki cümleyi; nefis ve şeytan birleşerek, yanında da başka yardımcılarını da alarak, aklına ve kalbine saldırdılar. Onu o uyanma noktasından uzaklaştırmak istediler.
İşte ne olmuşsa bu iç diyalog ve tartışmalar anında olmuştu. Bilinen savaşlardan daha beterdi. Nefis ve şeytan acımasızdılar bu savaşta. Ölümüne savaşıyorlardı, son kozlarını kullanıyorlardı. Neyse ki müthiş hücumlarını savuşturdu Bediüzzaman. Kalp ve aklının zaferi onu kendine getirdi. İşte o zaman tam gördü ve inandı ki, felsefe ve Kur’an yolunun dışında elde edilenlerin kendisine neler yaptığını, kimi zaman bir kurtarıcı gözükseler de en kritik zamanlarda onu yalnız bıraktıklarını... Hayatlarının baharını bu anlamsız bilgilerle ya da boşu boşuna harcayan yaşı geçmişlerin büyük tehlikenin kenarına çok yaklaştıklarını da iyice anladı. Tevhit inancı gerekirdi her şeyden önce; hem ayrıntılı olarak özümsenmeliydi. Nefsin ve şeytanın bütün yanıltıcı soruları cevaplandırılmalıydı. Aksine gün yüzü yoktu insan için. Büyük bir bunalım her zaman kapıdaydı.
Nefis durmuyordu şeytanın bir vekili olarak. Soruları, en kritik soruları sürüyordu insanın önüne. İşte Bediüzzaman’a tam bu zamanda “Bu kâinattaki esbabın tabiatıyla mevcudata müdahaleleri var. Her şey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüzi, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?” diye sorarak, belki de kimsenin aklına kolaylıkla gelmeyeceği şaşırtıcı soruyu soruyordu. Elbette bu soruya Kur’an bakışıyla bakılmazsa cevap verilemezdi. Bu sır, Bediüzzaman’a Kur’an’la olduğu gibi açıldı. Nefsin ve şeytanın küçük dedikleri şeyler aslında büyük kadar sanatlıydılar. Sinek tavuktan ilerde değilse de geri sayılmazdı. Kâinatı düzene sokandı ancak pirenin midesini düzenleyen. En küçük şey en büyük şey gibi Allah’a verilemezse kimse onun altından çıkamazdı. Aksine bir kaos ortaya çıkardı. Allah’ın kudretinin olmadığı bir zerre bile kendini var edemezdi. Büyük hangi kudretle oluyorsa, küçük de aynı kudret ve yöntemle olurdu. Allah’ın “Ol!” demesi ile olurdu her şey, küçük büyük aynı emirle olurdu.
Nefis aklınca küçük şeyleri büyük olanlardan ayırmak isteyerek, duyarlılığın zirvesinde olduğu bir demde Bediüzzaman’ı şaşırtmak istiyordu. Demek öğrenim adına alınması gerekenler de önemliydi insanın hayatında. Kur’an bakışıyla alınan bilgilerdi insanı şaşırtmayan ve yolundan etmeyen.
Nefsiyle bu küçük münazaradan sonradır ki, Bediüzzaman nefsin ve şeytanın sorabileceği, önümüze koyabileceği ve onlarla bizi tökezletebileceği bütün ihtimallerin üzerinde çok durmuştu risalelerin değişik yerlerinde. Nefis ve şeytan duyarlılık anlarında daha çullanırlardı insanın üzerine. Bediüzzaman, işte böylesi ağır durumlarında mutlaka bir çıkış yolu bulurdu da biraz olsun rahatlardı.