Risale Haber-Haber Merkezi
Hukukçu Mehmet Arif Koçer, Bediüzzaman Said Nursi'nin gayrımüslimler ve Ermenilerle ilgili bakış açısını yazdı. Koçer, Zaman'daki yazısında Bediüzzaman Said Nursî'nin bir hekim gibi halkın nabzını tutarak, Kur'an'dan ilaçlar yazıp çözümler ürettiğine vurgu yaptı.
Koçer'in "Bediüzzaman ve Ermeniler" yazısı şöyle:
Son yüzyılda, insan hakları yükselen bir değer olmuştur. İnsanın yaratılıştan/doğuştan getirdiği varsayılan ve bireyden alınması veya bireyin vazgeçmesi mümkün olmayan, insanı 'insan' yapan temel haklardan birisi ve belki de en önemlisi, ayrımcılık yasağıdır. Zira temel insan haklarına yönelen tüm tehdit ve ihlallerin arka planında ayrımcılık düşüncesi ve uygulaması vardır. Ayrımcılığın uygulama alanlarından din, dil, ırk, cinsiyet vb. gibi farklı özelliklere yönelik, önyargılar neticesinde ihlaller meydana gelmektedir.
Kur'an'ın bütün genel hitapları ve asıl tavsiyeleri insanlık ailesi içindir. Allah insanı, kendi ruhundan üflediği varlık olarak tanımlar. Irkı, dili, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, insan olarak yarattığı varlığı, Kur'an'da layık görülen bütün değerlere sahip kılar. Kur'an bir masumun hayatını tüm insanlıkla denk tutan (Maide, 5/32, Nisa, 4/92-93) üstün bir bakış açısına sahiptir. Bu hitaptaki kıymet verilen varlık, yalın olarak "insan"dır, vurgu yapılan da, insanın kıymetidir. Hukuk karşısında inanan, inanmayan herkes eşittir. İnsanın vahye teslim oluşu (Müslümanlığı) ile kazandığı değer, fazilet ve ahiret noktasında bir üstünlük olup, dünyevi hukuk açısından bir üstünlük sebebi değildir.
Yine, Kur'anî bakış açısı, ırk temelinde de hiçbir ayrım yapmaz, çünkü kan, ten ve dillerin farklı oluşu, yaratılışa ait İlahi ayetlerdendir (Rum, 30/22). Bu bağlamda, farklı kavimde yaratılmış olmak, insanın iradesi ile etki edemediği özelliklerdendir, övünme veya yerinme vesilesi yapılmak için yaratılmış vasıflar değildir. Hz. Peygamber'in (sas) dezavantajlı gruplardan olan gayrimüslimlerin hukukunu korumak noktasındaki şiddetli tavsiyeleri ve bu konudaki hassasiyeti, çıkış noktası din olan bir adaletsizlikten mensuplarını korumak, onları adil bir çizgide tutmak içindir.
Eşitliği bozan ve zulmün ahlaki ve felsefi temellerinden olan bir konu da, kendini büyük ve mükemmel, başkalarını ise küçük ve kusurlu görme yaklaşımıdır. Hâlbuki insanlar ma'budluktan (kusursuz ve tapılacak olmaktan) uzak olma noktasında da eşit oldukları gibi, yaratılmış ve kusurlu olmak noktasında da eşittirler. İslam hukukunda eşitlik esastır. İslam hukukundaki temel ilkelerden birisi, kimseye (hiçbir şahsa ve hiçbir ırka) eşitliği bozacak herhangi bir ayrıcalık tanınmamasıdır.
İslam hukukuna göre, anlaşmalı ve devlete vergi ödeyen zimmîlerin can, mal ve namus güvenliği, uyrukluğuna girdikleri İslâm devleti tarafından sağlanır. Bu vatandaşlar, hukukunun korunması gereken kişiler olup korunmadığı takdirde zimmet suçu işlenmiş olur. Hadis-i şeriflerde bu husus açıkça belirtilmiştir. Hz. Peygamber (sas), "Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun davacısıyım. Ben kime (bu dünyada) davacı olursam, kıyamet gününde de davacı olurum." (Acluni, Keşfu'l Hafa II, 218) demiştir.
EŞİTLİK NASIL SAĞLANABİLİR?
Yine, Hz. Peygamber (sas), Hıristiyan olan İbn Harris bin Ka'b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde, "Şark'ta ve Garp'ta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam'a icbar edilmeyecektir. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar." maddelerini yazdırdıktan sonra: "Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin..." (Ankebut, 29/46) ayetini okur. Bu konuda Hz. Ali (ra): "Her kim ki bizim zimmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur." der. Başka bir kaynakta, Hz. Ali'nin şöyle dediği naklediliyor: "Zimmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır." diyerek, Müslüman'ın zorunlu olduğu bu husustaki hassasiyeti dile getirmiştir.
Bir hekim gibi halkın nabzını tutarak, Kur'an'dan ilaçlar yazan ve çözümler üretmeye çalışan Bediüzzaman Said Nursî de, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde bu konuya da değinmiş, birlikte yaşama iradesine ve hukukta eşitliğe vurgu yapmıştır. Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, Doğu'daki Kürt aşiretlerini gezer ve onlara tavsiye ve ikazlarda bulunur. Osmanlı'da uzun yıllar "millet-i sadıka" olarak geçen Ermenilerin ırkçı düşünceler ile tahrik edildiği, provoke edildiği bir dönemde ortak paydaya ve sosyal hayatın gerekliliklerine işaret eder. Bugün bile önyargıların kol gezdiği böyle bir alanda, asrın fıkhını okumuş bir İslam âliminin bu konudaki sorulara verdiği cevaplara bakmakta fayda bulunmaktadır.
İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, "Hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür." sorusuna, "Onların hürriyeti onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer'îdir (İslamîdir). Bundan fazlası sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir." der. Ayrıca sosyal hayata dönük faydacı bir yaklaşımla, "İçimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayrimüslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, üç müdhiş kayd ile mukayyed (kayıtlı, bağlı) olup, ecnebilerin istibdad-ı maneviyelerinin taht-ı esaretlerinde (manevi baskılarının esirliği altında) ezilirler. Elbette acilen üçü veren ve âcilen üçyüzü kazananın hasarat." etmediğini söyler.
"Gayrimüslimlerle nasıl müsavi (denk) olacağız?" sorusuna insan hakları alanında eşitlik ilkesinin esas olduğuna vurgu yaparak, "Müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat karıncaya ayak basmayınız dese, tazibinden (azap vermekten) men' ederse, nasıl benî-Âdem'in (insanoğlunun) hukukunu ihmal eder?" diyerek devlet başkanı olduğu dönemde, Hz. Ali'nin halktan bir Yahudi ile eşit koşullarda yargılanmasını ve Kürtlerin övüncü olan Salâhaddin-i Eyyubî'nin yine halktan bir Hıristiyan ile karşılıklı muhakemesini buna delil olarak getirir. Ermenilere karşı, "İslam'ın adaletinin hakkı ile gösterilemediğini, şeriat dairesindeki haklarının istibdadın kötü alışkanlıkları ve sonuçları sebebiyle verilemediğini..." belirterek özeleştiri yapar.
"Ermeniler bize düşmanlık edip hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?" sorusuna, "Düşmanlığın sebebi olan istibdat (baskıcılık, saltanat) öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat'iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi (milli onuru) muhafaza ederek, musalâha (barış) elini uzatmaktır. Bir şey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahife-i vücuttan (varlık aleminden) silinsin. Olabilir; yalnız, size husumetin (düşmanlığın) bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Halbuki Âdem (as) zamanından, yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevali (yok olması) değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi imkânsızdır. Ömerdılan kabilesi bin senedir yine Ömerdılan'dır.
'KOMŞULUK, DOSTLUĞUN KOMŞUSUDUR'
Hem de onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüya görüyorsunuz. Hem de fikr-i milliyetle müttefik (birleşmiş) ve kavîdirler (kuvvetlidirler); siz, ihtilâfla (sürtüşmelerle) şimdilik boşsunuz. Hem de galebe etmek istiyorsanız; onların sizi mağlup ettiği silah ile yani akıl ile, fikr-i milliyet (milliyet fikri) ile, meyl-i terakki (yükselme meyli) ile, temayül-ü adalet ile (adalete yönelmekle) mağlup edebilirsiniz.
Hem de dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkiye ikaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyar ediyorlar (uyandırıyorlar). İşte şu noktalara binaen, onlarla ittifak etmek lazımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehalet ağa ve oğlu zaruret (fakirlik) efendi ve hafidi (yardımcısı) husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin (bozguncunun) kumandası altında yapmışlar." diye sosyal bağların ve zamanın gereğinin Ermenilerle ittifak etmek olduğunu belirterek, bunun zıddına oluşan düşmanlıkların, Kürtlerdeki, cahillik, fakirlik ve düşmanlık hastalıklarından kaynaklandığını belirtir.
Özelde Kürtlerin, genelde İslam toplumlarının en büyük düşmanlarının cahillik, fakirlik ve ihtilaflar olduğunu, cahilliğin İslam ile aydınlanmış bilgi, fakirliğin sanat, tarım ve ticarete verilecek önem ile ve ihtilafın, sürtüşmelerin ise ittifak, birlik silahlarıyla yenilebileceğini söyler. "Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemal-i memnuniyetle dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur." der. Milliyet fikri ile uyanmış bir Ermeni'nin himmetinin, gayret ettiği şeyin bütün milleti olduğunu, sanki milletinin küçülerek ona dönüştüğünü ve onun kalbinde yerleştiğini söyler. Bu şekilde uyanmış, yüksek düşünen bir Ermeni'nin, kolaylıkla hayatını, ruhunu milleti için feda edebileceğini belirtir. "Ermeni fedaileri o kadar fenalık ettikleri halde, şimdi en muteber onlar oldular. Zehirlerine tiryak (ilaç) nazarıyla bakıldı." sorusuna ise, "Yaptıkları kötü işlerin gizli toplumsal bir yarayı açığa vurduğunu ve İkinci Meşrutiyet'in ilanı gibi bir iyiliğin oluşmasına katkı yaptığını, ancak bundan sonra onların da eski yanlışlarından vazgeçmeleri gerektiğini..." söyler.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra Ermenilerin kaymakam ve vali olmalarını yadırgayan bir soruya ise Meşrutiyet'in milletin hâkimiyeti olduğunu, hükümetin vali ve kaymakamının ise ücretli hizmetkârlar olduğunu söyleyerek, saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi kaymakam ve vali de olmalarında bir sakınca olmadığını belirtir. Netice olarak, etik yönüyle ve inancımızdan gelen bir zorunluluk olarak, tüm gayrimüslimler ve Ermeniler, Müslümanlar için canı, malı, ırzı bizlerin zimmetinde olan vatandaşlarımızdır. Değil onlara karşı ırkçı yaklaşımlarla dışlayıcı, ürkütücü bir tavır almak, aksine onlara yönelik ayrımcı muamelelere karşı yanlarında olmak bizlere yakışandır.
Osmanlı'nın son dönemlerinde, Batı'dan gelen ırkçılık virüsünün toplumun içine girmesiyle Türklere "ırkçılık" aşılayanlar, Araplara giderek "Arapçılık", Ermenilere ise "Ermenicilik" aşılamışlardır. Toplum olarak aynı menfur odakların oyununa gelmiş, bazı çetelerin yaptığı zulümler sebebiyle, bu zulme katılmamış, hatta taraftar bile olmayan insanlara yerlerinden yurtlarından edilerek büyük bedeller ödetilmiştir. Daha sonra Varlık Vergisi mezalimi ve sonrasında 6-7 Eylül Olayları ile tüm gayrimüslimler gibi Ermenilere de ciddi acılar yaşatılmıştır. "Bütün bunları derin devlet yaptı!" bahanelerinin arkasına saklanarak kendimizi aklayamayız. Hrant Dink'in katli sonrasında muhterem eşi Rakel Hanım'ın dediği gibi "bir çocuktan katil çıkaran" ortamı, havayı, anlayışı sorgulamamız gerekir. Medeni bir topluma yakışan, geçmişin hataları üzerinden kan davası gütmek ve acıları yarıştırmak değil, karşılıklı empati ile yanlışlarla yüzleşmek, geleceğe dönük barış içinde yaşanacak bir iklimi inşa etmektir. İmparatorluk bakiyesi çok dinli, çok dilli bir toplumun devamı olmak yönüyle bu konuda tarihi altyapı vardır. Yeter ki, başkalarını aşağılamayı esas yapan ırkçı düşünceleri, zihin dünyamızdan ve şuur altımızdan tümüyle çıkartıp bu virüsten temizlenebilelim...