“Matlâ” deniyor Risale-i Nûr’da. Yani tulû etme yeri. Güneşin, ayın ya da yıldızların doğduğu yer. Ufuk yani. Işığın göze görünür olduğu alan. ‘Matlâ’nız yoksa, yani ufuktan mahrumsanız, ışığa körsünüz demektir. Gördüklerinizden ötesini göremiyorsunuz; sırf gördüğünüzle kalıyorsunuz demektir. Daha sonrası yok, daha başkası yok, arkası yok, ötesi yok. Öyleyse perdeli bakıyorsunuz, perdede kalmışsınız, perdeye takılmışsınız.
Risale-i Nûr, penceremizi en çok takıldığımız yerden açar. Sebep ile sonuç arasından ufuklar çıkarıyor gözümüze. Sebepler ile sonuçlar arasında bir yapışıklık varmış gibi görünür gözümüze. Sonuç sebepsiz olmaz ve olmamıştır da. Yani aralarından su sızmadığı gibi, ışık da sızmaz. Ötesinde görülecek bir şey yoktur. Bakış, sebep ile sonuç arasından geri döner, öteye geçemez, sonraya varamaz. Sebep ile sonuç perde işlevi görür, bakışı kendisinde hapseder. Göz takılır, bakış daralır ve körelir.
Pencere öyle değildir. Pencere buradadır ancak öteleri görmeye ayarlıdır. Pencere bakışı kendi üzerine toplar ancak arkasına gönderir. Pencere önce görünür ancak sonrasına baktırır. Pencere görünmek için değil, göstermek için vardır.
Otuzüçüncü Söz’e adını veren “pencere”ler, Risale-i Nûr boyunca geliştirilen bir bakış açısının ünvanıdır. Eşyayı esmâyı gösterir biçimde görmenin yoludur pencere. Yani, eşyaya eşya olarak değil, esmâ aynası olarak bakmanın yolu.
Pencere ise “esbab” ile “müsebbebat” arasında kuruluyor, açılıyor. Pencere bir kez açıldı mı, sebepler ile sonuçlar arasından ışık sızar. Pencereden güneş doğar, ay ve yıldızlar seyredilir, ufuklar açılır. Yani, matlâlarımız olur ve aklımızın semâsına “Güzel İsimler” yükselir. Eşya perde olmaktan çıkar, esmânın huzmelerine açılır, güzel isimlere nazır bir pencere olur.
Perde nasıl kalkar? Pencere nasıl açılır? Cevap: Yakından bakarak. Uzaktan bakınca, sebep ile sonuç arasında mesafe görünmez; birbirlerine bitişik görünürler hatta yapışık gibidirler. Sonuç sebepsiz edemez. Uzaktan bakış, gözle görünür olanla yetinmek demektir. Bir dağa uzaktan bakınca, gök ile dağ zirvesinin bitişik görünmesi gibi bir göz aldanması yaşanır. Uzaktan bakışa göre, dağdan öte bir şey yoktur, dağın arkası karanlık ya da boştur, dağın ardı ve sonrası yoktur. Oysa dağın zirvesine çıkmayı göze alırsanız, gözünüz neler görecektir. Dağın ardında sonsuz bir gökyüzü vardır, dağın arkasında yıldızlar saklıdır. Dağa yaklaştıkça göğe yapışıklığın bir aldanma olduğu anlaşılır. Zirveye doğru, gök uzaklaşır, derinleşir ve genişler. Böylece yeni bir ufuk kazanırız, yeni yıldızların ışığını sızdıran geniş bir ufkumuz olur, nice güneşlerin doğduğu bir penceremiz olur.
Tek bir zerreden pencerenin nasıl açıldığını Yirmiikinci Söz’den izleyelim. “Her bir zerreden, üç pencere, Şems-i Ezelînin nur-u vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.” Pencereden ‘Şems’e ve ‘nur’a bir gönderme olması, bir diğer Risale tabiri olan “matlâ” [güneşin doğduğu yer ya da ufuk] ile irtibatlı olmalıdır. Nitekim, sebebin yetersizliğinin vurgulanmasıyla açılan ‘birinci pencere’de “kör olmayan göz”ün göreceklerinden söz edilir. ‘İkinci pencere’de ise, her bir zerreden “bir güneş gibi nur-u tevhidin şuâını” görmemiz beklenir. ‘Üçüncü pencere’ye gelince “vücub ve vahdet-i Sânia iki şahid-i sâdık” çıkagelir.
Dikkat edilince, “kör”, “göz”, “güneş” ve “nur”, “şahid” gibi kelimeler, ‘bakmak’ ve ‘pencere’ kavramları etrafında dolanır. Bahis bu çağrışımıyla, bir başka Risâle kelimesi olan “matlâ” [güneşin doğduğu yer, ufuk] ile de irtibatlı olmalıdır. ‘Güneş’e ve ‘nur’a ufuk açan, eşyayı kendinden başkasını gösteren bir ‘şahid’ eyleyen bu bakışın yöntemi şöylece deşifre edilir: “...her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve mütenevvi’ vazifeleri kaldırıyor ve cümudiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-i hareket eder.” Burada, sözü edilen her bir zerrenin [hava, su, toprak ya da ışık] fail ya da özne göründüğü işler ile zerrenin bu işlerle ilişkili yetenekleri sorgulanır ve kıyaslanır. Sözgelimi, bir hava zerresi, “herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyarete edebilir, hem her bir çiçeğe, her meyveye girer, işleyebilir.” Hava zerresinin bu işi yerine getirebilmesi için “herşeyi görür ve bilir” olması gerek. Ya da böyle bir işe fail olması muhtemel her kimse., “herşeyi görür ve bilir” olması gerekir. Ancak, bu işi yapmaya aday görünenlerden biri ve birincisi olan hava zerresi ise tam tersi özelliklere sahiptir. İş mutlak kudret sahibi olmayı gerektirdiği halde, zerre mutlak acziyet içindedir. İş, sınırsız bir bilgi ve şuur sahibi olmayı gerektirdiği halde, zerre mutlak şuursuzluk ve bilgisizlik özellikleri gösterir. Kendisinin fail göründüğü işe yapamadığını söyler, işaret eder, aradan çekilir, aczini ve cehlini itiraf eder. İşi “bir başkasına” bırakır. Risale-i Nur tabiriyle, “izhar-i acz” eder, “teslim-i umûr” eyler
Böylece, herbir zerrenin şahsında herbir sebep, özel bir dil konuşmaya başlar. Hâl diliyle, sorularımızı cevaplar: “Ben benimle birlikte görünen işi yapacak yeteneklere sahip değilim; o halde yapan ben değilim.” Böylece herbir şey, bir başkasına tanıklık eden “şahid” olur, bir başkasını gösteren “pencere” olur, bir başkasının ünvanlarının göründüğü bir “ufuk” ya da “matlâ” olur. Bu yöntem, bir delici bakıştır; perdeyi yırtar ve arkasını gösterir. Uzaktan bakışımızın aldanmışlığını aşıp, yakından bakışın gerçekliğine ulaştırır aklımızı. Yakından bakınca, sebeplerin sonuçlara el yetiremediğini ve akıl erdiremediğini görürüz. Ondan sonra, sebeplerle birlikte görülen işler için bir başka fail, bir başka özne ararız.
Gözümüz önünde olup biten iş, sonsuz bilgi gerektiriyorsa, sonsuz bilgi sahibi, yani “Alim-i Mutlak” kimdir? Sebeplerden zuhur eden işler, sonsuz bir kudret sahibi olmayı gerektiriyorsa, sonsuz kudret sahibi “Kadir-i Mutlak” kim olabilir? Perdemizi pencereye dönüştürdüğümüzde, sebepleri bu işlere fail olmaktan azlettiğimizde, aklımızı “bir başka” aday düşer. Sebepler arasında değildir bu aday, gördüklerimiz arasında hiç değildir.
Böylece sadece “lâ ilâhe” diyerek, gözle görünür sebeplerin değil de “bir başkası” olduğunu çıkarsadığımız, ancak sebep ile sonuç arasındaki sonsuz ufukta görünen “Alim-i Mutlak”, “Kadir-i Mutlak”, “Rahim-i Mutlak”, “Rezzak-ı Kerîm” gibi ünvanları atfedebileceğimiz tek Bir aday kalıyor: O da Allah’tan başkası değil, yani “İllâllah”.
Demek ki, sebeplerin aczi, cehli, şuursuzluğu, yeteneksizliği kadar “lâ ilâhe” demeliyiz, sonuçlar üzerinde görünen kudret, ilim, şuur gibi sıfatlarla tanımlanan “güzel isimler”in gaybî sahibi kadar “illâllah.” Demeliyiz. İşte ufkumuz! İşte gözümüze, gönlümüze her bir esmâ kadar çeşitlenen nûrlar gönderen tevhid güneşimiz!