Yunus Emre Tozal'ın yazısı
Tarihçe-i Hayat'ta belirtildiği üzere, Said Nursi'nin kendisine koca bir sayfayı tek okuyuşta ezberlemesinin ardından, Hocası "Zekâ ile hafızanın bir insanda bu denli seviyede toplanması çok enderdir. Sana bundan sonra Bediüzzaman diyelim" diyerek, Said Nursi'nin "Bediüzzaman" ismiyle çağrılmasına ve gelecek kuşaklarda da "Bediüzzaman" ismiyle bilinmesine vesile olmuştur. Türkiye'de hadis deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan, hazırladığı 18 ciltlik "Kütüb-i Sitte" külliyatıyla hadis alanında otoriter bir isim haline gelen, geçtiğimiz günlerde Marmara Üni. İlahiyat Fak. Hadis Anabilim dalı öğretim üyesiyken vefat eden Prof. Dr. İbrahim Canan Hoca'nın Bediüzzaman'ın Fikrî Programı Üzerine Bir Analiz kitabına yapacağımız bir tahlille, Bediüzzaman'ın düşünce dünyasında gezinip, muhayyilesinin sınırlarının üzerinde dururken hakikate dair analizlerde bulunacağız.
Bediüzaman'ın çabalarına, çözüm ve analizlerine, ümmet adına düşündüklerine ve düşünsel eylemine geçmeden önce, o devrin şartlarına kısaca değinmekte fayda var. Risale-i Nur Külliyatı'nda Sünûhat'ta geçtiği üzere o devir, "felaket ve helâket asrı"dır. Maddi manevi birçok felakete maruz bırakılan ümmet, dağılmış ve gruplara ayrılarak sayısız kollara ayrılmıştır. Birbirlerine düşman edilen bu kollar, gün geçtikçe toparlanamamanın getirdiği zayıflıkla dağılmış, çeşitli inanç ve ideolojilerin etkisiyle toplumda kalbî hastalıklar görünmeye başlamıştır. Ümmet tabiri caizse erimektedir. Erimekte olan bir ümmetin içinde, İbrahim Canan Hoca'nın deyimiyle yıkanlar, yıkılanlar, yakanlar, inşa etmeye çalışanlar, inşa edenlere çelme takanlar birbirleriyle hak-batıl mücadelesi içerisindedirler. Ümmetin dağılmış kalplerini bir arada tutacak, iman hakikatlerini anlatacak, iman hakikatleriyle dağılmış gönülleri birleştirecek bir güneşin olmaması, karanlığı genişletiyor, insanları gittikçe hakikatlere karşı körleştiriyordu. İşte böyle bir ortamda fikrî ve irfanî çözümlemelerle yeniden kalkınmayı, silkinip kendine gelmeyi, asrın ve coğrafyanın ilmî, içtimaî, siyasî, ideolojik ve tarihî şartlarını da göz önünde bulundurarak çıkış kapısını aralamayı önceleyen Bediüzzaman'ı, ömrü boyunca gerçekleştirmeye çalışacağı ideallerini ve mücadele hayatını bir makalesiyle yakından tahlil ediyor İbrahim Canan. Bu tahlil sırasında bir kısım aydın ya da entelektüel geçinen zümrenin yaptığı gibi, aşırı yüceltip bitirmiyor, abartmalara kaçmadan çözümlere getirdiği bakış açısını irdeliyor.
İbrahim Canan'ın belirttiği üzere, makale Dinî Ceride'nin 23 Mart 1909 tarihli 83'üncü sayısında yayınlanmıştır. Bediüüzaman bu makalesiyle hayatı boyunca yapacağı mücadelenin plan ve programını madde madde belirtmiştir. İbrahim Canan, makale öncesinde Bediüzzaman'ı anlamanın zorluğundan erken yaşta fikrî kemâline, cesaretinden katıldığı mahkemelere ve aldığı beraatlara kadar Bediüzzaman'ı tahlil etmiş. Bediüüzaman'ı anlamada öncelikle bilinmesi gerekenleri risale-i nur külliyatından okumalarıyla açıklayarak, Bediüzzaman'ın menkıbelerle dolu talebelik, askerlik, esaret ve uzun bir ömür boyu süren mücadelelerine değinmiş.
Cehalete kökten çözüm: Eğitim
2005 yılında dünya üniversitelerinin başarı sıralamasında üniversitelerimizin yeri, gazetelere "İlk 500 üniversite arasında yer alamadık" şeklinde yansımış, ilk 2000 üniversite arasında dereceye de giremediği belirtilen üniversitelerimizin, hali hazırdaki konumu da ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman'ın din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği "Medresetü-z Zehra" projesi, bir asır önce ne kadar da isabetli bir çözüm olduğunu göstermekle kalmıyor, halen de sorunun devam ettiği düşünülürse, Bediüzzaman'ın sadece ülkemiz için değil tüm İslam âleminin birlik ve bütünlüğü için getirdiği çözüm önerisi, aradan bir asır geçmesine rağmen tazeliğini koruyor. Bediüzzaman'ın, genel itibariyle İslam dünyasının özel itibariyle de Doğu'nun geri kalmasında, anarşinin, ayrılıkların, ötekileştirilmelerin ve bütün kötülüklerin en köklü sebeplerinden biri olarak, 'en büyük düşman' ifadesiyle anlattığı 'cehalet' illetine dikkat çekmesi, Medresetü-z Zehra projesinin önemini ortaya koyuyor. 1907'de Doğu'dan İstanbul'a geldiğinde kalbinde bu büyük projenin hayali olan Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır'da kurulacak bir üniversite, bölgeyi ve özelde de Doğu'yu manen ve ilmen kalkındıracak bir projedir. Bediüzzaman Münazarat isimli eserinde çözüm önerisini şöyle dile getirmiştir: "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahlarıyla cihad edeceğiz."
Bediüzzaman'ın, genel itibariyle İslam dünyasının özel itibariyle de Doğu'nun geri kalmasında, anarşinin, ayrılıkların, ötekileştirilmelerin ve bütün kötülüklerin en köklü sebeplerinden biri olarak, 'en büyük düşman' ifadesiyle anlattığı 'cehalet' illetine dikkat çekmesi, Medresetü-z Zehra projesinin önemini ortaya koyuyor. Bediüzzaman 1907'de Doğu'dan İstanbul'a geldiğinde kalbinde bu büyük projenin hayali olan Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır'da kurulacak bir üniversite, bölgeyi ve özelde de Doğu'yu manen ve ilmen kalkındıracak bir projedir. Meselenin özünü bundan 100 yıl önce Bediüzzaman, Medresetü-z Zehra projesi ile çıkış noktasının kapısını aralamış, ümmet adına bir ilham kaynağı, cehalet hastalığının tedavisini yazdığı reçeteyle belirtmiştir.
Kendinden başla!
Hz. Peygamber'in "Kendinden başla!" hadisini (Müslim, Zekât 41) düstur edinen Bediüzzaman, "Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyleyse nefsimden başlarım!" diyerek, insanlığa hizmetin merkezine "nefisle mücadele" etmeyi koymuştur. Nefisle mücadele eden, nefsini dizginleyebilen insan ancak insanlığın kurtuluşuna vesile olabilir. İnsanın çiçek açmasını önceleyen Bediüzzaman, çiçeklerin kuruduğu, köklerinden ayrıldığı bir dönemde ruhun dinamiklerini harekete geçirecek bir kalkınmanın sancısı içerisindedir.
Mesleği olarak gördüğü irşad vazifesince, İslam'ın ana meselelerinden talebelik sanatının ıslahına, ulemanın toparlanmasından siyasi rejimin ıslahına kadar birçok soruna çözümler getiren Bediüzzaman, kurtuluşumuzu kendi medeniyetimizin değerlerini fark ederek gün yüzüne çıkartabilecek potansiyeli keşfedebileceğimiz zaman göreceğimizi belirtir. Kanunları oluştururken bile kendi kaynaklarımıza sırtını çevirerek Avrupa kapısına dayanmak bir cinayettir. Avrupa'nın kapısına dayanıp medet ummakla ancak ve ancak kendi kendimizi mahkûm bırakacağımızı ifade eden Bediüzzaman, bu konu üzerine "Kanunlar, Allah inanç ve korkusunu esas alan "din-i İslam namıyla olmalı" diyerek, içine düştüğümüz perişanlıklarından temelinde sebep olarak, İslam'ın hakikatlerinin ve güzelliklerinin hayatımızdan uzaklaşmasını görür.
"Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede görürse alır" hadisince, Avrupa'dan alabileceğimiz her güzelliği almamız gerektiğini belirterek, Ali Şeriati'nin "Av avcıya tutkun" sözleriyle dile getirdiği tutkunluktan uzak durmamız gerektiğini belirtikten, meşrutiyet rejiminin İslam'da başka bir kaynağa nispet edilemeyeceğini ifade eder. Her ne kadar Batı tutkunu kişilerce "Batı menşeli ama asrın gereği" şeklinde ifade etmiş olsalar bile, dindar ve muhafazakârların meşrutiyeti İslam dışı bir sistemmiş gibi görmemeleri gerektiğini izah eder, hatta dört halife dönemini cumhuriyet idaresi olarak vasıflandırılmasının mübalağa olmayıp gerçeğe uygun bir tespit olduğunu izah eder. Çünkü dinin ana kaynakları Kuran ve sünnetin ruhuna uygun olan rejim şura sistemine ve seçime dayanan bir rejimdir. Bu anlamda meşrutiyet, Avrupa'nın değil, İslam'ın malıdır. (s. 97)
Meşrutiyet dört mezhebi kaynak kılmalıdır. Ancak bu şekilde ihtilaflar önlenebilirken, farklı grupların temsilcileri durumundaki kişilerin görüşlerinde mutabakat sağlanabilir. Bu meyanda ilmiyede hürriyet hâkim kılınmalı, hakikati bulma aşkı galebe çalınmalıdır. Kürsü sahipleri ve otoriter konumda bulunanlar asla kendi görüşlerini dayatmamalıdır. İdarede kuvvet kanunda, ilimde kuvvet hakta olmalıdır. (s. 132)
Müslümanların birlik ve beraberliği sağlanırken gayr-ı Müslim cemaatlerin budan rahatsız olmalı önlenmeli, kalplerdeki dini saffet ve heyecana dayanacak birliktelik gayr-ı Müslimlere zarar vermemelidir. Çünkü dindarlık onları incitmeye manidir. Tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar, gayr-ı Müslimlere eziyet etmemiş, kötü muamelede bulunmamıştır. (s. 188)
Milliyeti bir vücut, ruhunu da Kuran olarak ifade eden Bediüzzaman, İslamî maarifin üç ordusunun olduğunu ifade eder: Mektep, medrese ve tekke. Genel olarak İslam dünyasının geri kalmasında ve Osmanlı'nın çökmesinde yetersiz ve cahil önderlerin tesiri olduğundan, devlet öncelikle umumî irşada yönelik hizmetlerin kalitesine önem vermeli, mektep-medrese-tekke ilişkisini sağlamlaştırmalıdır. Temel düsturumuzu muhabbete muhabbet, husumete husumet olarak belirlemek, silah olarak burhana sarılan adaletle yönetilen devletin de bekasını aşikâr kılacaktır.
Milli Gazete