Ubeyd’e ağlayan gözler
Daha Molla Said’i görmeden, “Ben O’nun talebesiyim” diyen Ubeyd,
Bütün ailesini kaybedince, gelip dayısının himayesine girer…
Zaman, gözlerin görebileceği en dehşetli bir savaşın içinde akmaktadır…
Yer, Rus ve Ermenilere karşı savaşılan kanlı Pasinler cephesidir…
Ubeyd’in aklında tek bir endişe vardır…
“Ya Molla Said’e bir şey olursa?”
Bu endişe onu öyle çok sarmıştır ki,
Artık, dayısının yerine vurulmak ve O’nun yerine şehit olmaktır tek isteği…
Savaşın en yoğun olduğu günlerden biriydi…
Her yerden kurşun yağarken…
Ubeyd’in duası kabul edildi…
Ve yeğen Ubeyd şehit edildi…
Molla Said bu haberi alınca,
Gözlerinden yaşlar süzüldü…
Bediüzzaman’ın gözlerinden dökülen damlalar…
Ubeyd’in rahmetini arttırıyordu…
Sonra Molla Said’i ayağından yaralı olarak, Ruslar esir aldılar…
Esaret günlerinden biriydi…
Bediüzzaman rüyasında Ubeyd’i görüyordu…
Ubeyd, yerini hiç bilmediği bir kabirde oturmuş,
Hüngür, hüngür ağlıyordu…
Molla Said rüyada Ubeyd’e neden ağladığını sordu…
Meğer Ubeyd,
Dayısı Molla Said’in öldüğünü zannediyor ve onun için ağlıyormuş…
Rus istilasından korktuğu için yer altında kendine bir yer yapmış,
Ve orada kalıyormuş…
Demek Bediüzzaman’ın gözleri,
Nasıl bir insanın ardından ağladığını iyi biliyormuş…
İlk Sözler’i gören gözler
Ne içindi çekilen çilenin sebebi?
Ne idi verilen savaşın nedeni?
Bediüzzaman…
Ne umuyordu insanlıktan?
Saraylarda yaşatılmayı mı?
Emrine amade olunup,
Önünde el pençe divan durulmasını mı?
Şan, şöhret miydi istediği?
Yoksa dünyanın bütün sefasını sürmek miydi niyeti?
Hâlbuki…
Bediüzzaman…
Bir fakir insan…
Yatağı fakir, yemeği fakir, elbisesi fakir…
Çektiği çile zengin, içirilen zehirler keskin,
Yaşadığı vadiler pek derin…
Gözleri, soğuk hapishane duvarlarını,
Ya da ıssız, sessiz uçurumları görmüş en çok…
Bir de uğruna bütün hayatını feda ettiği,
Risale-i Nur eserlerini…
İlk Sözler forması basılıp da Emirdağ’ına getirilince,
Kendisine uzatıldığında…
Bediüzzamanın gözleri yaşarır ve ağlamaya başlar…
“Çok şükür, ölmeden bunları gördüm”
“Ben vazifemi yaptım, artık siz bundan sonrasını yaparsınız.”diyerek
Vazifesini devreder…
Bediüzzaman ağladı, çünkü…
Çektiklerine karşın, somut bir şey tutuyordu ellerinde.
Çilesinin sebebini…
Verdiği savaşın nedenini…
İnsanlıktan umduğu tek şeyi…
Tevhide delil getiren gözler
Bediüzzaman Nursun dağlarında gezinirdi…
Binlerce sarıçiçeğin içinden geçerken,
Hepsini tefekkür ederek seyrederdi…
Yıllar sonra Barla’ya sürgün edildi…
O her zaman olduğu gibi yine dağlarda gezindi…
Barla’nın dağlarında açan sarıçiçekler de onun hemen dikkatini çekti…
Birden vatanında gördüğü sarıçiçekler aklına geldi…
“Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir.” diye,
Tevhide dair en güzel bir delili getirdi…
“Her bir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde,
Kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.” Sözüyle de,
Sarıçiçeklerin yaratıcısın bir olduğunu en güzel şekliyle ifade etti…
Zaten Bediüzzamanın gözleri…
Kâinatta gezinirken,
Yaratılmışlar üzerinde Tevhid den başka ne görebilirdi?
İlmin izzetini muhafaza eden gözler
Bediüzzaman yirmi yaşlarındadır…
Bitlis’te Vali Ömer Paşa, ilme ziyade hürmetinden ötürü,
Bediüzzaman’ı evinde kalmaya ikna eder…
Bediüzzaman bu evde iki sene kalır…
Valinin evinde, bundan başka bir de altı adet kızı vardır…
Üçü küçük, üçü büyük…
Bir gün bir âlim iki günlüğüne Bediüzzamanın yanına gelir…
İki günde bütün kızları birbirinden ayırt etmeye başlar…
Fakat Bediüzzaman’a sorulduğunda
O, kızları birbirinden ayırt edemediğini ifade eder…
Herkes bu hale hayret eder ki sorarlar:
“Neden bakmıyorsun?”
Bediüzzaman cevap verir:
“İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”
Bediüzzamanın gözleri…
İlmin izzetini muhafaza eden,
Haram bir bakışa bile müsaade etmeyen gözlerdi…
Ebedi hayatın selametini düşünen gözler
Bediüzzaman genç bir delikanlıdır…
İstanbul’da Kâğıthane şenlikleri yapılıyor…
Köprüden ta Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında,
Binler açık saçık Rum, Ermeni ve İstanbullu kızlar dizilmiştir…
Molla Seyyid Taha ve Mebus Hacı İlyas’la beraber Bediüzzaman,
Bir kayığa binerler…
Diğerleri Bediüzzamanı tecrübeye karar verirler,
Ve nöbetleşerek tam bir saat boyunca Bediüzzamanı takip ederler…
Seyahat sonunda yaptıklarını itiraf ederler:
“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”
Bediüzzaman onları anlar ve şöyle söyler:
“Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum.”
Bediüzzamanın gözleri…
Ebedi saadeti düşünüp,
Geçici, lüzumsuz günahları bir bir terk eder…
Başkasının günahına ağlayan gözler
Bediüzzaman Eskişehir hapishanesindedir…
Cumhuriyet Bayramı kutlanmakta, her yerden şenlikler duyulmaktadır…
Bediüzzaman bir ara hapishanenin demir parmaklıklarından dışarı seyre koyulur.
Bir sürü genç kız ve erkeğin gülerek, raks ettiklerini görür…
Birden, manevi bir sinema ile o gençlerin elli sene sonraki vaziyetleri ona görünür…
O elli altmış kız ve erkek talebelerden kırk ellisi kabirde,
Toprak oluyorlar, azap çekiyorlar…
On tanesi yetmiş, seksen yaşına gelmiş, çirkinleşmiş…
Gençliklerinde iffetlerini muhafaza edemediklerinden ötürü,
Sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar…
Bu tablo karşısında,
Bediüzzamanın gözlerinden yaşlar akar birbiri ardına…
Çünkü…
Şimdi güldükleri, fakat aslında acınacak olan halleri onu derinden sarsar…
Bediüzzamanın gözleri öyle büyük bir merhametle doludur ki,
Yeri geldiğinde başkasının günahına bile kendisininmiş gibi
Böyle bütün bedeniyle ağlar…
Bediüzzaman’ın gözleri
O gözler ki,
Karıncaları: “Cumhuriyetçi” olarak görürdü…
Balarılarını: “Tatlıcı böcekleri,”
Sinekleri: “Küçük kuşçuklar,”
Bülbülleri de, “Tesbihan, nutukhan” diye müşahade ederdi…
Kırılan çay kaşığını atmaya gönlü razı olmazken,
“Yirmi dört sene traşıma hizmet eden bir ustura” diyerek,
Eşyayı bir canlı gibi görür ve büyük hürmet gösterirdi…
“Göz bir hassedir” derdi. “ Ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”
“Cenab-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan,
Heves-i nefsaniyeye hizmet eden aşağı bir mahlûk olur…” diye düşünüp,
Kendi gözlerini mûcizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi olarak vazifelendirirdi…
O gözler ki,
Güzel görürdü…
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir,
Göz ise maneviyatta kördür.” derdi…
Kendisi binler manevi âlemleri gözlemlerdi…
O Bediüzzaman ki,
“Görmediğimi yazmadım” dedi.
Demek Bediüzzamanın gözleri bütün malayaniyattan sıyrılmış,
Hakikate ulaşmış,
Gördüğü hakikatleri de biz aciz insanlara bir bir anlatan…
En hakikatli gözlerdi…
Bediüzzamanın gözleri,
Simsiyah iki zeytindi…
Bediüzzamanın gözleri,
Haşin bakardı…
Bediüzzamanın gözleri,
Kur’an boyasıyla boyanmış,
Risale-i nur ışığını yayan iki güçlü fenerdi…