Bedîüzzamân’ı tımarhaneye götüren süreç
Bedîüzzamân Said Nursi, 1907 yılının sonlarına doğru Bitlis Valisi olan İşkodralı Tahir Paşa’nın 16 Kasım 1907 tarihli referans mektubu ile İstanbul’a gelir. Mektupta Tahir Paşa, Sultan Abdülhamid’e Bediüzzaman’ın ilim ve faziletinden bahisle tedavisi konusunda gereken yardımın yapılmasını talep eder.
Bedîüzzamân İstanbul’a görünürde tedavi maksatlı da olsa aslında büyük hayallerle gelmişti. Yıllardır gerçekleşmesini arzu ettiği eğitim projesini padişaha sunacak ve ondan destek isteyecekti. Divan-ı Harb-i Örfi adlı eserin yayıncısı ve önsöz yazarı, İçtihad Kütüphanesi sahibi olan Kürdizade Ahmed Ramiz, Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişini kitabın önsözünde şöyle ifade eder:
“Evet, Said Nursî İstanbul’a, şûrezâr vilâyât-ı şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden, Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatla nefyolmasından, İstanbul’a gelmesiyle beraber, merhum Sultan Abdülhamid tarafından suret-i ciddiyede tarassut altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a, Toptaşı’na yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor; Hazret-i Said, "Ben memleketimde mektep-medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem" diyordu. Tâbir-i âharle, Bedîüzzamân iki şey istiyordu: Vilâyat-ı şarkıyenin her tarafında mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu.” (1)
Aslında Bediüzzaman’ın Doğu’da fen ilimleri ile din ilimlerinin bir arada okutulacağı bir eğitim sistemine yani Medresetüzzehra projesine Sultan Abdülhamit yabancı değildi. Kendisi de bu konuda 1892 yılında Mekteb-i Aşiret-i Hümayunun kurulmasına öncülük etmiştir. “İstanbul'da Akaretler’deki bir binada bir yıl faaliyet gösteren bu okul Kabataş'taki Esma Sultan Konağına taşınmış, kapanana kadar burada eğitime devam etmiştir. Okul kapandıktan sonra aynı binada Kabataş Lisesi eğitime başlamıştır.
Aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak amacıyla açılmıştır.
Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbakır, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından, kabiliyetli ve muteber ailelerin 12 ile 16 yaş arasından ki çocukları alınmıştır.
Bunlar, özenle yetiştirildiler ve daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı, beş yıla çıkarılan okulda Kuran-ı Kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler okutuldu.
Başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda, okulun prestijinin artması üzerine Kürt ve Arnavut aşiret reislerinin çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler. Arşivler 1906'da çıkan yemeklerle ilgili bir ayaklanmada kapatıldığını yazsa da, politik bir ayaklanma sonucu kapatıldığı sanılmaktadır.”(2)
Bedîüzzamân Sultan Abdülhamid’in İstanbul da tesis edip yürütemediği eğitim projesini yerelde yani Doğu’da sürdürmek istemiştir. Doğu’nun Alem-i İslam’ın merkezi olması hasebiyle İslam birliğine daha çok hizmet edilebileceğine inanmıştır. Ayrıca bu proje ile sadece aşiret reislerinin çocukları değil bütün doğu insanı ile beraber İslam aleminden gelen talebeler eğitime dahil edilecekti.
Bedîüzzamân işte tam bu sıralarda (Mayıs 1908) eğitim reformları hakkındaki fikirlerini içeren dilekçesini Saray'a sundu.
Bu dilekçenin metni beş ay kadar sonra, 19 Kasım 1908'de Şark ve Kürdistan gazetesinde yayınlandı. Fakat gazetenin giriş yazısında da ifade edildiği üzere, bu dilekçe hiç de hoş olmayan sonuçlar doğurdu.
Bir yandan bazı alimlerin hasımca tavır takınmaları ve diğer yandan, hürriyetin kısıtlandığı bir dönemde, Bediüzzaman'ın mevcut eğitim politikalarını tenkit etmeye kadar giden pervasız ve cesaret dolu konuşmaları, Saray'ın dikkatini çekmiş ve sıkı gözetim altına alınmıştı.
Bir süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı böyle pervasız olup, eleştiriler getiren bir adam, olsa olsa deli olabilir." denilerek, Bedîüzzamân akıl hastanesine sevk edilir.(3-a)
Hastanede onu muayene etmek üzere Saray doktorlarından biri görevlendirilir. Bedîüzzamân doktora, neden ve nasıl buraya gönderildiğini dört madde halinde anlatır ve doktor hayretler içinde kalır. Büyük bir deha ve yüksek bir zekâ ile karşılaştığını fark eden doktor:
"Şimdiye kadar İstanbul'a gelenlerin içerisinde zeka ve fetanetçe (aşırı zeki) böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir" şeklinde bir rapor hazırlar ve Saraya gönderir.
Bu raporu alan ve daha önce İkinci Abdülhamid'e Bedîüzzamân hakkında yalan yanlış bilgiler vererek onu yanıltan Saray paşaları telaşa düşerler ve bir an önce onu İstanbul'dan uzaklaştırmanın yollarını ararlar.
İlk tedbir olarak Bedîüzzamân hemen bir hapishaneye naklettirirler ve orada da başlarına bela olmaması karşılığında rüşvet teklif ederler; ancak bir netice elde edemezler. Ardından Padişah'ın iradesi ile Zaptiye Nazırı Şefik Paşa Bedîüzzamân gönderilir.
Zaptiye Nazırı Padişah'ın selamını kendisine ilettikten sonra, Doğu'ya tekrar dönmesi halinde kendisine otuz lira maaş bağlanacağını söyler ve bunun üzerine Bedîüzzamân ile aralarında ciddi bir tartışma başlar. Bedîüzzamân cevap olarak:
"Ben maaş dilencisi değilim. Kendim için değil, milletim için geldim. Hem de bunu bana teklif etmek, rüşvet ve susma payıdır. Benim şahsi menfaatimi neden milletin genel menfaatine tercih ediyorsunuz?" der.
Rüşvetin fayda vermeyeceğini anlayan Şefik Paşa:
"Nasıl ve hangi cesaretle Padişah'ın teklifini reddediyorsun, sonun çok vahim olacaktır" diyerek tehdit yolunu dener. Bedîüzzamân cevap olarak:
"Reddediyorum, ta ki Padişah beni çağırsın da gerçekleri söyleyeyim. Hem, idam olunsam, bir milletin kalbinde yer edeceğim" iyerek bu tehdide beş para önem vermez ve Şefik Paşa eli boş olarak geri döner.(3-b)
Said Nursi'nin o dönemdeki portresini "Sırat-ı Müstakim Dergisi’nin sahibi olan Eşref Edip, şu ifadelerle resmeder:
"Hürriyet mücadelesinde celadet ve şehameti o derece idi ki, herkesin ağzını açmaktan korktuğu, işaretle konuştuğu bir zamanda onun bu kadar cesaret ve celadet göstermesi zamanın havsalasına sığmadı. Sarayın ve paşaların ferman ferman olduğu, mutlak bir kudrete sahip olduğu bir zamanda şark vilayetlerinden gelen bir adamın bu kadar cesaret göstermesi hayret ve taaccüple telakki edileceği tabii idi. Halka köle nazarı ile bakan müstebit paşalar; 'Bu kadar cesaret akıl karı değildir!' diyerek onu tımarhaneye sokmaktan başka kendileri için halas ve rahat çaresi göremediler." (3-c)
Bedîüzzamân, zulmen atıldığı bu ilk hapishanede çok kalmaz ve Meşrutiyet'in kabulünden sonra ilan edilen siyasi af kapsamında hürriyetine kavuşur.(3)
Bedîüzzamân bütün gayretlerine rağmen Sultan Abdülhamit ile görüşmeye eğitim projesini anlatmaya yol bulamaz. Yüksek bir zekâya sahip olan padişah Bedîüzzamân dinleyebilseydi ve düşüncelerini paylaşabilseydi büyük Osmanlı Devletinin geleceği bambaşka bir tarzda şekillenebilirdi. Görüşmenin olamaması kaderin bir cilvesi olsa gerek. Bediüzzaman’ın tabiriyle düşüncelerine kulak verilmediği gibi” İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek, nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim.”(4)diyerek dert yanmıştır.
Toptaşı Tımarhanesi
Bedîüzzamân bazı kaynaklara göre on beş gün bazı kaynaklara göre de bir müddetle misafir eden tarihi Toptaşı Tımarhanesini tanımaya çalışalım. İstanbul'un üçüncü akıl hastanesi olarak 1583'te Sultan III. Murad'ın annesi Nurbanu Sultan tarafından yaptırılmıştır. "Bimarhane-i Valide-i Atik" olarak da bilinen bu hastane daha sonraları Sultan III. Selim döneminde süvari kışlası olarak kullanılmıştır.
Darü’ş- şifa diğer Osmanlı hastaneleri gibi uzun yıllar tam teşekküllü bir hastane olarak halkın hizmetinde olmuştur. 19. yüzyıl başlarında mimarlık yönünden eskimesi, onarımdan yoksun kalması nedeniyle buraya yalnız akıl hastaları alınmaya başlanmıştır. Bu nedenle Toptaşı Bimar Hastanesi, halk arasında akıl hastanesi olarak ün salmıştır. Buraya akliyeci olarak atanan ilk hekim, Monceri (Mongeri) adında bir İtalyan doktordur. Valide külliyesi zamanla bir Bimarhane (akıl hastanesi) haline gelince asıl Darü’ş-şifa hastanesi kadın hastalara ayrılmıştı. Erkek hastalara ayrılan binanın üst kısmı Darü’l-Hadis, alt kısmı da lojman (hücre) olarak kullanılırdı. 3.selim zamanında süvarilere kışla görevi yapan bina 1865 yılına kadar ordu emrinde kaldı. Bu yıllarda İstanbul’u kavuran kolera hastaları için bir teşirhane olarak kullanıldı. 1919’da işgal kuvvetleri zamanında da külliye çok perişan bir hale düştü.
Topkapı Bimarhanesinin girişi ve eczanesi (1919) (Ş.Etker Koleksiyonu)
Toptaşı Bimarhanesi’nin yönetim biçiminde II. Meşrutiyet’in ilanından sonra değişiklikler olmuştur: Dr. Avni Mahmud Bey (1862-1921) başhekimliğe atanmış, Bimarhane’nin yaşam koşullarıyla hasta bakımı tartışmaya açılmıştır. Bimarhane, yeni oluşturulan ‘Müessesât-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdiriyeti’ne bağlanırken, hastanenin durumu ve yeni yönetim altında yapılan reformlar, yatırımlar ve geleceğe yönelik planlar bir raporda toplanmıştır. Bu raporun büyük ölçüde sertabip muavini (Tabib-i sani) Dr. Ali Muhlis Bey’in (1880-1935) görüşlerini yansıttığı söylenebilir. Raporda, özellikle hasta ölümlerinin azaltılabilmiş olması Meşrutiyet yönetiminin bir başarısı olarak gösterilmiştir:
‘Hamden-sümme-hamden, saye-i Meşrutiyet’de mecaninin işbu ahval-i sefalet-i iştimalleri ref’ olunarak, vefiyatın mikdarı gereği gibi tenakus eylemişdir.’(5)
Başhekim Doktor Avni Bey’in rahatsızlığından sonra görevi devralan eski şişli “mecanun müşahedehanesi” başhekimi Dr. Mazhar Osman Bey’in özel gayretleri ile külliye tımarhane olmaktan çıkarılıp laboratuarları ile bir sağlık kuruluşu haline getirildi.
Ancak Karacaahmet’teki kimsesizler tekkesi bu hastaneye büyük yük oluyordu. Dr. Mazhar Osman Bey hükümet nezdindeki girişimi ile Bakırköy’deki eski “Reşadiye Kışlası” onarılarak “Bakırköy Akliye ve Asabiye Hastanesi” olarak hizmete girince Toptaşı Bimarhanesindeki hastalar 1925’te buraya nakledildi. Bunların yerine Karacaahmet’teki cüzamlı hastalar getirildi. 1935 yılında “Modern Bakırköy Cüzzam Pavyonu” hizmete girince Toptaşı tamamiyle boşaltıldı. O yıllarda Gümrük ve Tekel Bakanlığı emrinde bir tütün deposu olarak kullanılmaya başlandı. İşte o yıllarda külliyede çok büyük tahribat yapılmış, ahşap sütunlar tarumar edilmiştir. Daha sonra Toptaşı Cezaevi olarak Adalet Bakanlığı emrinde yıllarca kaldı. Askerlerin kubbelerinin üzerindeki kurşunları delerek hatıra yazıları yazmalarından dolayı kubbeler su aldı ve rutubetlendi, bir kısım yerlerinde çimen ve ağaçlar büyümeye başladı. Yıllarca mektep, medrese, ricat ve misafirhane olarak görev yapan bu külliye sonunda harabe haline geldi. Bimarhanenin bütün odaları çöplerle dolmuş, iç bahçeler kedi ve köpeklere yuva olmuştu. Hâlbuki bu külliye ne seçkin misafirleri günlerce ağırlamış, bülbül sesli hafızlar burada yetişmiş, sabah akşam yüzlerce kimsesize yemek sunmuştu. Buna rağmen ecdad yadigârı bu eser harap ve bitap düşmüştü. İşte tam bu sırada 1978 yılında, bir kısmında Toptaşı Cezaevi bulunduğu zamanda aşağı kısmı, İmam-Hatibe tahsis edilmiş ve burada öğretime başlanmıştır.
Bediüzzaman’ın kaldığı tımarhaneydi burası. Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektub”u yazdığı hapishaneydi. Hastaneydi bir zamanlar. Çok daha eskiden medreseydi. Bekletilen, şifa dağıtılan, ilim-irfan sahibi kılan… Yüzlerce yıllık bir tarihî mekândı. Geçmişin hatıralarının, acılarının, meraklarının, dünya görüşlerinin, sevinçlerinin mekânlara sindiği söylenir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, dört beş yıl boş kalan bu düşsel mekânı, 2003 yılından itibaren Güzel Sanatlar’a devretti. (6)
KAYNAKLAR
1)https://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=DivaniHarbiOrfi&Page=14-15
2)https://tr.wikipedia.org/wiki/Aşiret_Mektebi
3)https://www.bediuzzamansaidnursi.org/hakkinda/uzun-biyografisi-0
3-a) Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi, Entelektüel Biyografisi, s.70
3-b) Yeni Tarihçe-i Hayat, Ramazan Balcı, s. 91
3-c)Eşref Edip, "İslam Düşmanlarının Tertiplerini Ortaya Çıkarmak Vazifemizdir," Yeni istiklal Gazetesi, No: 241, 23 Mart 1966 6)
4)https://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Sualar&Page=426
5)https://www.iudergi.com/tr/index.php/oba/article/viewFile/9035/8386
6)https://www.dunyabizim.com/index.php?aType=haber&ArticleID=3363)