Bediüzzaman'ın hizmetini ve takvasını seviyorum

Yılmaz, soy ağacı tartışmalarını uzun bir yazı ile değerlendirdi

Risale Haber-Haber Merkezi

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin şeceresi ile ilgili tartışmlara Hüseyin Yılmaz da katıldı. Aynı zamanda Bugün gazetesi yazarı da olan Yılmaz, soy ağacı tartışmalarını uzun bir yazı ile değerlendirdi.

Yılmaz'ın yazısı şöyle:

Ben Allah’ı öyle bilmiyorum!.. Vurgulanmış

Yıllar önce ilk karşılaşmamızda, yüzüme şöyle bir baktıktan sonra, bir münasebetin de arkasına sığınmadan, “Seyyid olduğunu biliyor musun? Sen seyyidsin kardeşim!” diyen Mehmed Ali Bulut, daha sonraları da muhtelif zeminlerde ve dostlar arasında aynı şeyleri tekrarlamakta beis görmedi; müşterek dostlarımızın bir kısmı meseleye şahidlik yapacaklardır; kendisi de ses verebilir...

O ilk söyleyişin sıcaklığı içinde bir ân kendime baktım, vicdanımı dinledim. Hayat tarzım, ihtiyârî veya ihtiyârsız yaşadığım günâhlar, maddî-mânevî liyâkatsizliğim rahatsız etti. Utandım, ezildim, yerin dibine girmek istedim... Bu hâl, Hz. Peygamber ve nesli için o güne kadar zihnimde teşekkül etmiş yüksek mertebeyi, îtikâd ve fehmi gösteriyordu. Bu akrabalık, bu neslî karâbet hakikat olsa bile, bu mânevî mertebenin karâbetinden çok uzaktım...

Sonra nefsimi dinledim... Yelkenleri kabarmış, kendisine itimâdı büsbütün artmış, Seyyidliğinin keyfini çıkarmaya hazırlanıyordu. Gururundan, vicdanımın hacâlet ve telâşını farkedecek durumda değildi, fark edemedi. Hattâ bir ânda âile çevremin çocukluğumdan beri zaman zaman seslendirdiği Seyyid olmamız ihtimaline dair bilgi ve hâtıraların tamamını bir çırpıda mahz-ı hakikat olarak kabullenip bağrına basmıştı.

Bu girizgâhın sebebi malûm: Hz. Üstad’ın âlâ-yi vâlâ ile îlân edilen Seyyidliği... Uzun ve yorucu bir gayretin neticesinde ulaştığı neticeyi, Prof. Ahmed Akgündüz, geçtiğimiz günlerde ışıltılı bir basın toplantısı ile âleme duyurdu. Hz. Bediüzzaman bu tetkîkâtın neticesinde Seyyid çıkmıştı. Kimileri için malûmu ilâm, kimileri için ise sevinçten uçmayı hak ettirecek yeni ve büyük bir keşifti bu. Vicdanım başka şeyler söylese de nefsim için, Bediüzzaman’a da akraba olma keyif ve gururunu yaşamaktı... Ama itirâf etmeliyim ki, bu meselede gâlibiyet vicdanımda kaldı ve nefsimin şımarıklıklarını tard etti...

Üstad’ın Seyyid olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim, bir ehemmiyet atfetmiyorum, umurumda da değil. Zirâ, ona gerektiğinde hayatımdan vaz geçecek kadar bağlanmamın sebebi; kanının rengi veya kafa tasının şekli değil, izhâriyle âlemin zifirî karanlığını dağıttığı Risâle-i Nurlardaki ulvî ve inkâr-ı kabil olmayan çarpıcı hakikatlerdir. Bir de dudaklarımı uçuklatan takvası, cesareti, kahramanlığı, beşeriyeti toptan yakabilecek bir zulüm ateşini bağrında söndürmesidir...

Akgündüz’ün elde ettiği neticenin nefsü’l-emre muvafık olduğundan hareket ediyorum: Üstad Seyyiddir!..

Bu neticenin pratik tek değeri var: Üstad’ın mehdiliğine “Mehdi al-i beytimden olacak!” diyen Hz. Peygâmberin hadîsinin koyduğu mânia ortadan kalkmış olacak ve içinden veya avaz avaza bağırarak Üstad’ın Mehdiliğini yedi âleme, hasseten Mehdi namzetlerine îlân etmek isteyenlerin önünü açacaktır. Bu, Üstad’ın makamını yükselten İlâhî bir imtiyaz değil, bir şekil şartının hallidir. Al-i Beyti soy-sop ile tahdid edenlerin bile önü açılmış olur. Mânen ehl-i beyt’ten olmanın ruhlarını teselli etmediği şâkirdler bile, bu şekil şartının aşılmış olmasının keyfini yaşayacaklar. Az kazanç mı? Değil...

Peki bu netice, bir tedkîkâtle kazanılan bu şekil şartı Üstad’ın Mehdiliğini yedi âleme kabul ettirir, Risâle-i Nur dâvâsının intişar hızına hız katar mı? Bunu zaman gösterecek...

Bu pratik tek değerin yanı sıra Hz. Peygamber’e uzanan bu soy ağacının zımnî, tâlî ve vehmî faydaları da olacaktır şüphesiz.

Bir kere, bunca mahkeme, bunca müdafaaya rağmen Üstad’ın Kürtlüğünden hareket eden devlet ve zındıka çevrelerinin onun tesirlerini kırmak, dâvâsını çürütmek için ısrarında musır oldukları “Kürtçü düşman” ittihamı kendiliğinden düşecek ve bu noktadan Üstadlarını müdafada zaman zaman acze düşen Nurcular derin bir nefes alacaktır: “Oh be, Üstad esâsen Kürt değilmiş. O hâlde Kürtçü de değildir. Bu durumda düşman olduğu da söylenemez!” Vakıa Üstad Kürt olmadığını bilmiyordu ama olsun, bu nokta atlanabilir...

Bu, kendiliğinden aralanmış bir kapıdan olsa bile, düpedüz bir kaçıştır. Üstad’ın asla tenezzül etmediği bir kaçış. Halbuki en zor şartlarda üstadın kaçışları yoktur. İdâm sehbaları, zindanlar, sürgünlerin dehşetli çileleri onun kalbine kaçma düşüncesini telkin etme cesaretini gösterememiştir. Hattâ zaman zaman Kürt oluşunu devletin şenî’, haksız ve hukûksuz kanûnlarından haric kalmanın sebebi addediyor, “Benim gibi başka bir milletten olan birisine kanûnlarınızı teklif edemezsiniz!” diye haykırıyordu.

En zor şartların çığlık ve destanı “Es’ile-i Sitte” daha çok da bu red edişin eseridir. Metnin dördüncü kaydında avazı büsbütün yüksektir:

“Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne bir fetvâ ile ‘Türkçe kamet et’ diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hâlde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!”

Seyyidlikle bütün bu zor mücâdelelere de gerek kalmadı, dâvâ kendiliğinden düştü.

Bu kadar da değil, bir asra yakın devlet gücü de kullanılarak yapılan propaganda ve telkinlerle âdeta insanlık dışı gösterilmiş, hor ve hâkir görülmüş Kürt kavminin bir mensubu olan, Kürçtlük isnad ve iftirasının hedefi yapılmış bir Üstad ve Kur’an tefsiri külliyatını anlatmak kolay olmuyordu.

Bu telkinlerin Türklerin mühim bir kısmının şuuraltına zerkettiği bu habis zehire göre, birileri Mehdi veya Mücedid olacak ve bu çapta hizmete muvaffak olacaksa neseben kuyruklu Kürtlerden olmaması gerekiyordu... Ne kadar dil dökseniz, anlatmak için ne kadar da çırpınsanız, ırkçılık damarı ile red ediliyordunuz. Yorulmuş ve bıkmıştık...

Tebeyyün eden büyük hakikatle artık bu zor ve usandırıcı mücâdeleye de gerek kalmadı. Karşımıza çıkıp, “Bediüzzaman Kürt ve Kürtçüdür” diyen bu gürâha emniyet-i kalb ve huzurla şu kestirme cevabı vermenin rahatlığını yaşayacağız:“Yok be cânım!. Bediüzzaman Kürt değil; seyyiddir, Arapdır; nasıl Kürtçü olabilir ki?”

Gerçi Süyfanizmin sillesini yemiş Türkçüler, Arapları da sevmezler ama şimdilik Kürt olmasından iyidir...

Bir şey daha var!.. Terör denen baş belasının Kürtler ile Türklerin arasında oluk oluk akıttırdığı kanın sebebiyet verdiği kin ve nefret, şuuraltı bir aksülamel kabilinden de olsa Türklerin mühim bir kısmına Nur hakikatlerinin ulaştırılmasını her geçen gün daha da güçleştiriyordu... Üstad’ın Seyyidliği ile birlikte bu güçlük de kendiliğinden yıkılmış oldu. Nurun şâkirdleri olarak kan, göz yaşı ve acının kalblerini kasavetle boğduğu bu gürâha da artık daha rahat ulaşacak, daha rahat Nurun yüksek hakikatlerini anlatma imkânı bulacağız. PKK sebebiyle Kürtlere yönelmiş bu haksız buğzun hedefi olmaktan çıkmış Üstadımızı anlatmak, şüphesiz çok daha kolay olacak...

Söylenecek bir kaç fayda daha var ama, zihninize havale ile kısa kesmiş olayım...

Peki Üstad’ın tescil edilen seyyidliğinin pratik hiç mi zararı yok? Olmaz olur mu? Var tabiî:

Bir kere, bir asırdan beri yoğun pir telkin altında horlayarak bunalttığımız, kimsenin görmediği kuytuluklarda, acaba sahiden arkamızda bir eşek veya beygir kuyruğu kabilinden bir kuyruk var mı, kompleksi ile dönüp arkalarını kontrol etme ihtiyacı duyan Kürtlerin akrabalık bağından kaynaklı olarak Nurlara ve Üstad’a duydukları fıtrî muhabbet ve sempati kırılacak. “Kuyruğumuz bile olsa, hiç değilse asrın fâtihi Bediüzzaman da bizdendir; bu, bizim de bir şey olduğumuzu gösterir!” tesellisi yerle bir olacaktır...

Sonra Türkçülük şenâatının aksülameli olarak vücud bulan Kürtçülük illeti ile hasta olan Kürtçü çevreler, bunun Türkçülük damarı taşıyan Nurcuların bir tertibi olduğunu telkin ile Kürt-Türk Nurcuların arasına fitne atmaya çalışacaklardır. Seyyidlik ilânından sonra bahse dair yazıların altındaki yorumlara bakıldığında bu fitne ve inşikâk ihtimalinin zayıf olmadığını şimdiden görmek mümkündür.

Üstad’ın vefatından sonra bin türlü sebep ve bahanenin arkasına sığınarak iki kişi bir arada yürümeye muvafak olamayan ağabeylerin ekseriyetle Hakkın Rahmetine kavuştukları bir zamanda, bu fitne ve inşikâk ihtimalinin önünü almak, korkarım ki çok daha zor olacaktır...

Çok daha mühim bir mazarratı da, Üstad’ın Kürt oluşunun temin ettiği bir mevzii kaybetmiş olacağız: Devletin süfyanist olmayan kesimi ile insaflı Türklere Kürtçülük ve ırkçılık tehlikesinin sebebiyet verdiği bölünme riskini bertaraf etmenin en kestirme yolunun Bediüzzaman olduğunu anlatıyorduk. Zirâ Bediüzzaman, Kürttü ama hiçbir zaman Kürtçülük yapmıyordu. Yapanların şiddetle karşısında durmuş, Kürtleri İslâmiyet kardeşliği altında Türklerle bir arada tutmaya çalışmıştı.

Diyorduk ki, Bediüzzaman’ın Kürt olması ve Kürtler ile Türkler arasında birbiriyle temas hâlinde olan çok tâlebesinin bulunması bir arada yaşayabilmek için, bölünme riskini bertaraf etmek için büyük bir şanstır. Bu temelsiz bir iddia değildi ve işe de yarıyordu. Üstadın seyyidliğini Kürtlüğüne mânî gibi göstermek suretiyle bundan da mahrûm kalmış olduk. Artık devlet ricâli ve insaflı Türklere bunu da söyleyemeyiz. Zirâ, Bediüzzaman Kürt değil, Arapdır; diyecekler.

Şahsî kanaatlerime gelince!..

Bütün bu olup bitenlerin, anlatılanların benim inandığım ve bildiğim Allah’la bir alâkası yok... Benim Allah’ım ne kanın rengi ve kafa tasının şekline ehemmiyet atfediyor, ne biyolojik hilkatin basit bir vasıtası yaptığı sulbe imtiyaz tanıyor. Aksi bir zehabla Rabb’ime iftira atamam...

Oğlunu Tûfân öncesinde gemiye binmeye ikna edemeyen Hz. Nuh’un “Hani bu felâkette ‘ehlim’den kimse helâk olmayacaktı?” diye yakarmasına, benim Rabb’im: “O senin ‘ehl’in değildi, senin ‘ehl’in sâlih olanlardır!” cevabıyla teselli veriyordu.

Hulâsa: Tartışma ve yorumlara aksettiği gibi, neseb mânâsındaki seyyidlik, soy ve sopun hakkı bir üstünlük, Cenab-ı Hakk'ın nezdinde de bir imtiyaz olduğu vehmediliyorsa, bu, düpedüz câhiliyedir ve Allah'a iftiradır. Evlâd-ı Resûl olmayan, olamayan diğer bütün insanlara da zulümdür. Allah’ı zâlim mevkiine çıkarmaktır.

Bir pâdişâh veya bir hakem, kavga etmek üzere arenaya saldığı iki adamdan birinin eline makineli tüfek, berikinin eline gümüş kabzalı bir hançer vermişse muradının birincisinin ikincisini öldürmesi olduğu izah gerektirmez. Bu, dehşetli bir adaletsizlik ve zulümdür. Pâdişâh veya hakem de şüphesiz zâlim olurlar.

Sulblerine bir nevi masûmiyet atfedilenrlerle birlikte aynı imtihân ve teklif arenasına atılmış olmayı kabullenmeyi, aklım; inandığı Allah’a yapılmış büyük bir iftira olduğu noktasından yaklaşıp şiddetle reddediyor. Affedersiniz...

Zirâ, bütün insanları evlâd-ı Resûl olarak yaratmayan, doğrudan Allah'dır. Ehl-i Beyte atfedilen îtibar ve hürmetin kaynağı doğrudan İslâmiyete yaptıkları hizmetle sınırlı değilse, gerisi ile hemfikir değilim. Eğer Bediüzzaman'ın kavmî mensubiyeti yalnız başına sebeb-i ihtiram ve faziletse o hürmette bulunmam, o fazileti de reddederim.

Fakir, Bediüzzaman'ı Risâle-i Nurla başlattığı cihânşümûl hizmet, kılı kırka yaran Sahabe misâl takvası ve çileli hayatı sebebiyle çok sevdi ve seviyor. Şüphesiz başkalarının galatı da bu muhabbeti kıramaz. Zirâ, Lillah içindir.

Ne var ki, mevzu fakirin düşünce ve muhabbetiyle sınırlı değil. Bu nâzik zamanda parlak bir nümâyiş ile ortaya atılan Seyyidlik meselesinin yersiz bir takım tartışmalar ve muhtemel tefrîkalara zemin teşkil etmesi, maalesef yakın tehlike durumunda görünüyor. İnşaallah yanılırım...

Said Nursi Ve Soy Ağacı Haberleri