Bediüzzaman’ın ilginç sinema terkibi

Rüyanın gayba açılan bir pencere oldu­ğunu, zaman ve mekânın sınırlarının yittiğini belirten Bediûzzaman, ilginç bir terkip kuruyor

Sadık Yalsızuçanlar’’ın yazısı:
 
“Geçmiş Zaman Gölgeleri”
 
“bir gün cezbelenir yeryüzü, kırılır elüstü camekân
dağılır harlanmış gölgem, (tutar tutar öpersiniz)
bıyıklarım konuktur güneydeki bir eve (unutursunuz)
ve belki gitmenin tasasına usulca düşer
sizlere bıraktığım ebru ve şiir”
 
Cafer Turaç, Sessiz Redifler
 
Sinema-tasavvuf ilgilerini araştıran, “Gölgelerin Oyunu: Rüya Sineması” başlıklı yazımda, sorunun, te­orik spekülasyonlardan çok, pratik kazanımlara muh­taç olduğunu belirtmiştim. Sevgili Ayşe Şasa’yla görüş­tükten sonra bu yargım daha da pekişti. Mutfaktan ge­len bir sanatçının, spesifik değerlendirmelere nadiren girebildiği bir konuda akıl yürütmenin -ifade uygun olursa- havanda su dövmek olacağına kesin kanaat ge­tirdim. Yeşilçam Günlüğü’nü yeniden okudum. Şasa’nın dergilerdeki söyleşilerine baktım. Yanı sıra, Mü­hürlenmiş Zaman, Brecht Estetiği ve Sinema, Sinema Estetiğinin Sorunları, İslam Estetiği -özellikle “Tasvir Yasağı” başlıklı bölüm-, İslâmın Serüveni- bilhassa “Görsel Sanatlar” bölümü-, Üç Mesele’deki rüyaya iliş­kin notlar ve Bediüzzaman’ın sinemaya dair düşüncele­rini -Sözler, Lemaat ve Mektubat, Lem’alar’ı- inceleme ihtiyacı hissettim.
 
Mühürlenmiş Zaman’a yeniden döndüğümdeyse, işin felsefesini yapma yetkisinin ancak üretene ait olabi­leceği, kaziyyeye dönüşmüştü. Spekülatif birtakım tar­tışmaların işlevsel olmadığını söylemek istemiyorum. Kimbilir, hatırı sayılır bazı yararları da olabilir. Hatta Şasa’nın ifadesiyle, müşterek bir çalışmaya ortam ha­zırlayabilir. Fakat işin rüyasını görecek olan da, bizi, sı­nırları olmayan bir mekâna oturtacak ve hem yanımız­dan hem de uzağımızdan geçen büyük insan kalabalığıyla kaynaştıracak olan da yönetmendir, filmdir, se­naryodur. Ayşe Şasa’yı bu düşünceye ulaştıran da sa­nırım, heyecan duyduğu bazı örneklerdi. Tarkovski’nin bakana bir ayna gibi kendi gerçeğini gösteren filmleri olmasaydı, sinema-metafizik ilgisi, yoksul bir düşünsel alan olabilirdi, diyebiliriz.
 
Bediüzzaman, rüya-yı sadıka’yla ilgili olarak şunları kaydediyor: “Rüya-yı sadıka, doğrudan doğruya mahiyet-i insaniyedeki latifeyi Rabbaniye âlem-i şahadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar ve levh-i mahfuzun cilveleri ve mektubat-ı kaderiyyenin numuneleri nevinden birisine rastgelir. Bazı vakıât-ı hakikîyeyi görür. (...) Rüya-yı sadıka, hiss-i kable’l vukûnun fazla inkişâfıdır.”
 
Devamında, rüyanın gayba açılan bir pencere oldu­ğunu, zaman ve mekânın sınırlarının yittiğini belirten Bediûzzaman, ilginç bir terkip kuruyor: Sinema-yı Rab­baniye. “Uyku, nasıl ki, avam için rüya-yı sâdıka cihe­tinde bir mertebe-yi velayet hükmündedir. Öyle de, umum için gayet güzel ve muhteşem bir sinema-yı Rab-baniye’nin seyrangâhıdır.”
 
Burada, ister istemez, Kurban çağrışıyor. Alıcı aygıtın nesnelerin şifresini adım adım deşifre edercesine çevrinmesi ve artık kendimizi gözle görülmez, elle tutul­maz bir düzlemde hissedişimiz, ruhun giysisinden so­yunarak bulmacalarla dolu bir dünyanın yine bulma­calarla dolu bir görüntüsünü oluşturma süreci başlı­yor. Tarkovski, Bergman’ın Çığlıklar ve Fısıltılar’ından söz ederken şu notu düşüyor: “Filmin iki önemli episodunda, ulvi yüceliklere doğru yaptığı yolculuk, bir yanılsama, bir rüyadır. Çünkü hiçbir şey yoktan var olmaz. İnsan ruhunun varmaya çalıştığı, hayalini kurdu­ğu şey de işte tam budur. Neredeyse o an elle tutulur hale gelen, bir ideal olan uyum.”
 
“Bilincimizle hakikat arasındaki ilişkiyi tanımlayan denklem...” Görüntü budur, diyor Tarkovski. Bu yanıl­sama, aslında, görüntüler dizgesinin hayatla olan ben­zerliğinin algılanması değil midir? Yeni bir olgusal dün­ya tasarlanmaktadır. Bir tasvir süreci... Üç boyutlu bir nesne, özellikle kurgu ve ışıkla saymaca imlemelerle ye­niden kurulmakta, şifrelenmektedir. Kimilerinin sahici bir masal dediği bu kompozisyon, mecaz, istiare ve tel­mihlerle inşa edilmiş gerçeğimizdir. Ruhumuza bir ay­na tutulmakta, karşımıza bir ibret perdesi gerilmekte­dir.
 
Donuk/durağan resimlerin hareketlenmesiyle (moving pictures) oluşturulan dil, aslında, bir simgesel im­lemedir. Böylece, olgusal evren kurulmakta ve bu tasvir süreci, inanılırlık duygusu uyandırarak gerçekliğin gö­rünür bir kopyasını üretmektedir. Bu, sözcüklerle ifade edilemeyen bir şeye dokunmaktır bir bakıma. Sinema­nın doğuşunu sadece teknolojik ‘gelişme’de arayanlar, onun bu boyutunu ihmal eğilimi içindeler. Hayatın öz­gül bir parçasını yansıtmak üzere doğduğuna inandığı­mız sinema, bizi neredeyse, türdeş olduğu tiyatrodan -özellikle sinopsis ve senaryo aşamasında-, yaslandığı edebiyattan, beslendiği felsefe ve zaman zaman düştüğü şiirsellikten mutlak anlamda farklı olarak hakikati da­ha derin ve çok boyutlu kavrama ihtiyacına bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Sinemayı, eğlendirme ve uyuş­turma aracı olarak görmekte ısrarlı yönetmenler, rüya ve zaman boyutunu yeterince kavrayamıyorlar. Zaman altına girdiği için her an başkalaşan, ötekileşen insan ruhunun sanatsal görüntüdeki bireyci özelliği keşfi, özellikle Tarkovski filmlerinde yitirilmiş anın peşinden koşmakla açıklanabilir: T.S. Eliot’ın Burnt Norton’da ifadesini bulan sonsuzlaştırılmış an temasının sinema­daki izdüşümü, Kurban, Stalker ya da Nostalghia’dır. Bu, insanın ilahî olanla iletişim kurduğu andır.
 
Tıpkı miraç ya da namazda olduğu gibi, insan, ya­şadığı anı ebedileştirirken, sinema da olgusal tecrübeyi artırır ve zenginleştirir. Genişletilmiş, zenginleştirilmiş ya da sonsuzlaştırılmış an’la görüntünün mutlak oluşu arasındaki ilişki, levh-i mahv ve isbat kavramlarına atıfta bulunmamızı kolaylaştırmaktadır. Ölüm ve haya­ta, varlık ve yokluğa mazhar olan şeylerde sürekli değişen bir yazar-bozar tahtasıdır zaman. İnsanın yapıp et­tikleri nasıl bir hardal büyüklüğündeki belleğinde şifrelendiriliyorsa, levh-i mahfuzda da tüm evrenin öyküsü kaydedilmektedir. Mektubat’ta bununla dolaylı ilişkisi olan bir not dikkat çekicidir: “Dar-ı saadet ve menzil-i saadet olan cennette dünyevi maceraların muhaveresi ve dünyevi hadisatın manzaraları bulunacaktır. İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menâzır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika destgahları hükmünde görünüyor. Mesela nasıl ki, ehl-i medeniyet fani vaziyet­lere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigar bı­rakmak için güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra onların Sani-i Hakimi, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle...”
 
Gerçi bu­rada vurgu, sinemadan çok fiil ve amellerin hıfzına ka­yıyor; lakin, dünyanın bir oyun, bir oyalanma yeri olu­şuyla ya da zıll-i hayal istiaresiyle ilişkisi bakımından sanatsal görüntü sorununa taşınabilir bir argüman su­nuyor. Yarın yapıp ettiklerimizi tıpkı sinema perdesin­deki gibi izleyecek oluşumuzla, salona girdiğimizde ışıkların sönüp hem içinde hem de dışında olduğumuz bir öyküyü izlememiz arasında şaşırtıcı bir duygu ben­zerliği hissediliyor. Görüntü, bize, gerçeği mutlaklaşmış biçimiyle sunuyor. Oysa, aynada görüntüsü yansıyan nesne, ölü dahi olsa, hareket kazandığı için ışıklı bir ruh özelliğine kavuşabiliyor. Ayşe Şasa’nın tasavvufta­ki bast-ı zaman ve tayy-ı mekâna yaptığı göndermeyi bu bağlamda değerlendirebilir miyiz, bilmiyorum fakat keşf ve rüyada velinin hali, tıpkı aynada görüntüsü çoğalan ve ivme kazanan nesnenin haline benziyor. Abdalın çok yerde bir yerde bir anda görünmesindeki gizemle görüntünün niteliği benzeşiyor.
 
Şasa şöyle diyor: “Tasavvuf kültürü bir yanda vizyon, bir yanda sembollere önem verir. Mesela halvetteki bir dervişin, dünyanın öbür ucundaki olaylar hakkında kolayca bilgilenebildiği, öğ­renmek istediği şeyleri, bilincindeki bir görüntü ekra­nından televiyon izler gibi görebildiği söylenir.” Bu özel­liğiyle Andrei Rublev ilginç bir örnek. Tarkovski, yaşam alanını, siyah beyazla seyirciye iletirken, finalde imge­lemin yarattığını abartılı renklere boyayarak sunuyor. Adeta temsili sanatın soyut bir biçimde, görsel unsurla­ra dönüşmesi süreci yaşanıyor. Bu sanılanın aksine ‘şi­irsel sinema’yı besleyen değil, her filmsel fotoğrafın dünyanın bir görüntüsü olma iddiasını yalanlayan bir olgudur.
Görüntü, doğal olguları sabitleştirmekten çok, in­sanın nesnel gerçeklikle ilgili duygularını anlatma isti­dadı taşır. Seyircinin filmi izlerken kendi deneyim ve duygularını hesaba katma imkânı oraya çıkar. Brecht’in ‘mesel çalışması’yla çakışmayan bir durum. Brecht, yönetmen dışında bir alay insanın -senarist, de­koratör, oyuncu, müzisyen, kareograf, maskçı, kostümcü, vs.- kolektif çalışmasını, mesel anlatmada ön şart olarak görürken, Tarkovski, kişiselliği öne çıkarır ve fil­min, “yönetmenin ferdiliğini yansıtan özellikleri göz önüne seren bir düş” olduğunu söyler.
 
Risale-i Nur’lardaki temsillerin bir kısmı anonim mahreçli olmasına karşılık, bazıları, Bediüzzaman’ın vakıa-yı hayaliyye biçiminde kavramlaştırdığı şeydir ki, yanılmıyorsam aynı olguyu işaretliyor. Sözgelimi, Lemalar’da, Eyüp Sultan mezarlığının dereye bakan yük­sek bir yerinde otururken şunları düşünür: “Ara sıra sinemaya -ibret için- gittiğimden bana İstanbul içinde­ki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın göl­gelerini hazır zamana getirmek cihetiyle ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdiği gibi, aynen ben de o vakit gördüğüm insanları ayakta gezen cenazeler vazi­yetinde gördüm.”
 
Bu tasvir, görgü/bilgi özdeşliğine da­yanan sinema anlayışına neredeyse tıpatıp uyuyor. Gö­rüntüyle gerçekliğin iç içe geçtiği, alıcının insan gözüyle eş tutulduğu ve hakikatin rüyayla kavrandığı an… Bu­rada ne merak öğelerine ne abartılı kamera efektlerine ne de bir takım görsel fantazilere gereksinilir. Olayların zincirlenmesine dahi ihtiyaç duyulmaz. Her parçacık, insanın ruhuna doğru yaptığı gezinin atmosferine hiz­met etmektedir. Sevmek Zamanı’ndaki 12. ve 19. sah­nelerde buna benzer bir atmosferik özellik göze çarp­maktadır:
“MERAL- Benim bakışlarımda da sevgi var. Ben de senin kendini görüyorum. Resmimin yerine ben sevece­ğim seni. Artık ben varım.
HALİL- Hayır, hayır! İstemiyorum seni. Benim dün­yama girmeye kalkma. Sonra merhametsizce yıkarsın onu. Resmin benim kendimden bir parça, bırak onu ben seveyim. Sen sevmek isteme beni. Senin ellerini tutmak istiyorum. Sonra çekersin ellerini benden. Ben, resmine aşığım, ölünceye kadar da onu seveceğim.”
 
Kimilerine psiko-patolojik gelecek olan bu metinde aşkınlaşma sancısı açıkça hissedilmektedir. Resim bir semboldür. Tıpkı tasavvufi söylemde olduğu gibi burada da simgesel anlatıma önem atfedilmektedir. Sembolik anlatım, Ken Russel’ın Tommy’sinde de filmin bütünü­ne yayılmış, film, adeta sembolik bir tasvir süreciyle gerçekleşmiştir. Ayşe Şasa’nın, Türk sinemasında bu türden metafizik yönelimler gösteren yönetmenlere iliş­kin listesini kabartmak mümkün: Halit Refiğ, Lütfi Akad, Yavuz Turgul, Reha Erdem ve Erden Kıral’a İsma­il Güneş, Osman Sınav, Okan Uysaler ve Yücel Çak­maklı’yı da katabiliriz. Çakmaklı’nın Bir Adam Yarat­mak ve Çok Sesli Bir Ölüm’ü, Okan Uysaler’in Issızlığın Ortası, İsmail Güneş’in Beşinci Boyut’u bu bağlamda değerlendirilebilir. Kuşkusuz, Tarkovski gibi özgül bir sinema dilinin nüanslarını içermeseler bile, dikkat çeki­ci yöneliş ve desenler bulmak mümkündür. Özellikle Is­sızlığın Ortası, içeriğiyle çelişik biçimde rüya boyutu öne çıkan bir anlatım ve atmosfere sahipti. Alttan alta his­sedilen mistik eğilim, Uysaler’i hangi kapılara itecekti, meraka değer bir husustu. Yeri gelmişken, Körfez krizi hengamesinde gözden yiten bir dramatik belgeselden söz etmek istiyorum. Muharrem Memişsevil’in, 1990 yı­lında TRT’de yayımlanan Yunus Emre filmi, sinema-ta­savvuf sorununun odağında yer almaktaydı.
 
Yönetme­nin ilk denemesi olması ve TRT şartlarında gerçekleştiril­mesine rağmen, Yunus Emre, simgesel/alegorik anlatı­mın ilginç bir örneğiydi. Zaten, konusu gereği film, çokluktan birliğe ulaşma ve Yunus Emre’nin gerek şiiri ge­rekse mitsel kişiliğiyle temsil ettiği öğretiyi, fizikötesine, körleşen çağımıza taşıma çabasındaydı. Belgesel bölüm­lerin insicamı ve ritmi bozduğu söylenebilirdi. Çekimi sanatsal uzayın sınırlandırılması olarak düşünürsek, yapıntı tasvirlerle dökümanter tabloların birarada kul­lanılmasındaki güçlüğü daha kolay kavrarız. Bu bakım­dan sözgelimi, Yunus Emre konulu bir filmde olayın za­man açısından taklidine hiç başvurmamak gerekebilir. ‘Rüya Sineması’ kavramlaştırması, uzak bir çağrı­şımla dahi olsa, bize, insanlığın ortak düşünü anlatan bir şifre sunabilir. Esma merkezli bir kainat anlayışın­da insanlığımızın derin anlamını keşfederken aslında bütün yolların bir güzel ‘İsm’e ulaştığını görürüz. Bü­tün hastalık ve şifalar, Şafi isminden süzülür. Görünen ve görünmeyen âlemlerle ilgili tüm bilgi ve keşifler, Al­lah’ın Hakim sıfatından gelir, vs. Buna bağlı olarak Kur’an’da anlatılan peygamber mucizeleri, her alanda ufku ve ideal olanı gösterir. Bu bağlamda, insanlığın si­nema ve televizyonu keşfi, Süleyman (as)’a verilmiş mu­cizenin anlamını keşif demektir.
 
Belkıs’ın Tahtı’nı yanı­na isteyen Süleyman (as)’a vezirlerinden biri, “gözünü açıp kapayıncaya dek tahtı getirebilirim” der ve getirir. Konuyla ilgili ayetin insanlığa gösterdiği amaç, eşyanın aynen ya da sureten naklidir. “Yeryüzünün herbir yanı­nı aynı anda görüp sesleri işitilebilecek bir bahçeye çe­virmek mümkündür” müjdesini zımnen içeren bu Pey­gamber mucizesiyle, velinin aynı anda pek çok yerde bulunabilmesi -bast, tayy- benzerliğini de düşünebili­riz. Varlığı bir gölge olarak gören -suret hemi-zıllest-vahdetü'l-vücudçular ve rüyada ruhun cesetten ayrılıp diğer ruhlarla buluşmak üzere gezmesi gibi yorum ve rivayetler, tasavvuf-sinema ilgisine dair ne denli zengin bir alan olduğunu yeterince açıklıyor aslında. Sorun, bu akıl yürütmelere gerçeklik kazandıracak örneklerin henüz serpilmemiş oluşudur.
Kur’an’da putperestliğin şiddetle reddedildiğini bili­yoruz. Onun bir versiyonu olan suret-perestliğin de olumsuzlanması, görüntüye ilişkin toptancı bir inkâr yaklaşımını caiz kılmıyor. Şehvetin idolleştirildiği sağ kadınların küçük cenazeleri ya da ölülerin suretleri in­saniliğimizi sarsar ve tahrip eder. Bu anlamda gölgeli, gölgesiz suretler, ya taşlaşmış bir zulüm, ya cesetleşmiş riya ya da cisimleşmiş heves ve arzudur.. Hevayı kamçı­layan ve insanı şirk derelerinde koşturan modernizm, görüntüyü mücerretten koparmış, kadîm Yunan’ın konkre sığlığına icra etmiştir. Figürel tasvire yüklenen bu boyutsuzluğa karşılık, İslam’da görsel sanatlar, el-yazısı illüstrasyonlar (hat), tezhip ve seramikler, küçük alan ve birimlerde gerçekleştirilen minyatürler, yaratı­cıyı ya da yaratılmışı değil, yaratışın görece ve simgesel anlamda öykünmesi ilkesine yaslanmıştır. Bu, “nefsini bilen, Rabbini de bilir”le ilişkili olduğu kadar, dünyevi ger­çekliğin rüya boyutunu da vurgulayan bir yaklaşımdır.
 
Sinemaya açılımlar getirecek olan bu yaklaşım, in­sanın yeniden ruhuna dönmesi ve içkinliğe kapılma­dan, dramın halk için afyon olduğu tanımındaki sığlığa düşmeden, Tarkovski’de olduğu gibi, tabiattaki iç sesi, iç müziği kullanarak abartılı müzik ve efektlere gerek­sinmeden, oyuncunun geleneksel dramda yaptığı gibi ‘oynama’sına ihtiyaç kalmaksızın, kendi ruhsal imkân­larını keşfederek doğal gerçekliği yansıtmasını sağlaya­cak, makyaj, dekor ya da kostümün ruhça biçimlendirildiği sonucuna ulaşabilecektir. Sinemaya rüyayı taşı­ma eğiliminde olan sanatçıyı düş makineciliğiyle suçla­yan Brechtçi yaklaşım, körlerin fili meseline geri dön­melidir.
Böylece Stalker’deki ‘bölge’nin, neresi olduğunu sor­maktan vazgeçeceğiz.
 
www.sadikyalsizucanlar.net

Bediüzzaman Haberleri