Risale Haber-Haber Merkezi
Prof. Dr. Suat Yıldırım, İslam karşıtlığının en ileri noktaya ulaştığı bir dönem olan Birinci Dünya Savaşı sonunda, mağlubiyetin en şiddetli sırasında Bediüzzaman'ın İslam'ın yeni dünya şartları içinde söyleyecek sözü olduğunu, insanlığa yol gösterebileceğini Lemeat adlı eserinde ortaya koyduğunu söyledi.
Yıldırım, Zaman'daki yorum yazısında Üsküdar Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı ortaklığı ile düzenlenen "Lemeat ekseninde İslamofobya" sempozyumundan noltar aktardı:
Son yıllarda Batı medyasında İslam karşıtı yayınlar çok bariz bir şekilde artış gösterdi. Duruma göre "İslam korkusu" veya "İslam tehdidi" anlamlarında kullanılan bu tezahür hakkında, genelde İslamofobi tabiri kullanılıyor. İslamofobi, İslam'dan ve Müslümanlardan ciddi bir sebebe dayanmayan korkunun yol açtığı dışlayıcı uygulamaları kapsayan bir bakış ve davranış biçimi. Bu tehdit vehmi büyütülerek "İslam karşıtlığı" tarzında karşımıza çıkarak Müslümanları tehdit eder hale geldi.
İlk bakışta İslamofobi 1,6 milyar Müslüman'ı karşısına alıyor görünse de aslında dünya nüfusunun tamamı olan 7 milyar insanı doğrudan ilgilendirmektedir.
Sadece son birkaç sene içindeki olayları hatırlatalım: İsviçre'de minare rahatsızlığı başladı ve yapılan halk oylaması sonucunda camiye minare yapmanın yasaklanması kararı çıktı. Hollanda'da, Wilders'in "Fitne" filmi, açıkça Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e (sas) hakaret etti. Hakkında açılan davayı Amsterdam mahkemesi, fikir hürriyeti gerekçesiyle beraatle sonuçlandırdı. Üstelik kurduğu siyasi parti hükümet koalisyonundaki hassas denge sebebiyle ülkesinin politikasını etkilemeye başladı. Hayvanların helal kesiminin ve erkek çocukların sünnet edilmesinin yasaklanması parlamentoya getirildi. Fransa'da tesettür aleyhinde uygulamalar görüldü. Bu cümleden olarak havaalanlarında uçağa binmeden önce kadınların başörtüleri açtırıldı. Almanya'da Köln eyalet mahkemesi sünnet etmeyi, kesici bir aletle yaralama suçu sayarak çocukları sünnet etmeyi yasakladı. Bugünlerde Avrupa hahamlar konferansı başkanı, Musevilikte sünnetin önemli bir farz olduğunu, bu kararın din hürriyeti ile bağdaştırılamayacağını ifade etti. Bunlardan biraz önce Danimarka'da bir gazete Hz. Peygamber aleyhinde karikatürler yayınladı ve tepkilere rağmen durdurmadı. Hükümet ve yargı mercileri bu işlemleri "düşünce özgürlüğü" kapsamında değerlendirerek yapılan şikâyetleri yersiz saydı. Provoke edilen kalabalıkların bu kabil ölçüsüzlükleri normal karşılanabilir. Fakat hükümetlerin ve mahkemelerin, din hürriyetini ihlal eden kararlarını anlamak oldukça zor. Bu hükümet ve mahkemelerin, kendi ülkelerinin halklarının gösterdiği tolerans sınırının bile gerisinde kaldıkları gözlemlenmektedir. Müslümanların ekserisi İslamofobi'yi gerçek bir tehditten ziyade sanal bir algı, daha doğrusu politikacıların, kitleleri yönetmek için düşman bulma ihtiyacından dolayı ortaya çıkarılmış bir vehim olarak değerlendirirler. Nitekim 1990'lı yılların başlarında Sovyetler Birliği dağılıp komünizm tehlikesi kalmayınca Batı blokunun liderleri bu ihtiyaç içinde, Batı medeniyetinin alternatifi gördükleri İslam'ı hedef göstermeye başlamışlardı. O zamanki ABD Başkanı George Bush ile İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher'ın bu konudaki beyanları, o dönemde yaşayanların hafızalarından silinmemiştir (İbrahim Özdemir).
Çağımızın bu önemli meselesi 30 Haziran-1 Temmuz 2012 tarihlerinde İstanbul'da "Lemeat ekseninde İslamofobya" konulu uluslararası bir sempozyumda ele alındı. Toplantı Üsküdar Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı ortaklığı ile düzenlenmişti. Türkiye'den ve başka ülkelerden gelen akademisyenler, otuzdan fazla tebliğ ile bu vakıayı çeşitli yönlerden ortaya koyup önerilerini dile getirdiler. Bu gibi yaklaşımların, İslam'ın genelde bütün dünyada, özelde ise Avrupa ve Amerika'da daha dengeli bir şekilde tanıtılmasına ve bilhassa Avrupa'da yaşayan 22 milyon kadar Müslüman'ı rahatlatmaya katkıda bulunacağını umuyorum. Makalemde bu toplantıda sunum yapan bazı bilim adamlarına atıfta bulunarak konuyu ele alacağım.
Avrupa ülkelerinin birçoğunda Müslümanlar İslamofobi uygulamasının kurbanı olmaktalar. Buna tepki olarak da İslam dünyasında kontrol edilemeyen, şiddetli bir Batı düşmanlığı güç kazanmaktadır. Şiddet ve gerginliği besleyen terör ortamına karşı, Müslümanların ve sağduyu sahibi Batılı şahsiyetlerin, insanları hak ve adalete, insanî davranışlara davet eden bir söylem geliştirmeleri acil bir ihtiyaçtır. Bu eleştirilerimiz konusunda şu nokta üzerinde durmamız gerekir: Biz geçmiş asırlardaki Batı'yı değil, yirminci asır Batı'sını, BM ilkelerini benimsemiş Batı'yı, eleştiriyoruz. Bir başka deyişle Batı'yı, kendi ölçüleri açısından eleştiriyoruz. Yoksa yirminci asır öncesinde Batı'da evrensel insan hakları zaten yerleşmiş değildi. Batı demokrasileri, hem tarihsel hem de ilkesel sebeplerle, dinî azınlıkların, kültürel kimliklerini ve hukukunu koruma duyarlılığını kazandılar. Türkiye ise mazisinde sahip olduğu bu duyarlığı ulus devlet sürecinde kaybetti. Batı'daki bu uygulamaları İslam ülkelerindeki uygulamalar açısından tenkid etmiyoruz. Çünkü bu hususta Müslümanların pek hakları olmadığını, bizim de kendi kendimizi eleştirmemiz gerektiğini biliyoruz. Mesela Heybeliada Ruhban Okulu'nu ele alalım. Din hürriyetinin sonucu olarak din mensuplarının kendi eğitimlerini yaptırıp din adamı yetiştirme hakları gereği olarak Osmanlı döneminden beri bu okul faaliyette bulunuyordu. 1971'de kapatıldı. O zamandan beri Rumlar açılmasını istiyorlar. Din adamlarını Türkiye'de yetiştirme imkânı bulamadıklarından onları Yunanistan'dan getirtiyorlar. Bazı Müslümanlar, sırf bu sebepten -ehvenişer prensibi icabı- bu okulun açılabileceğini düşünmeye başladılar. Ama Türkiye'de Müslüman Türklerin, açılma istikametinde bir kamuoyu teşkil ettiğine rastlanmadı. Aksine bu okulu bir fitne yuvası görenlerin nisbeti hiç de az değil. Son hükümetlerde ilgili bakanlar açılması lehinde açıklama yapmalarına rağmen bu konuda somut bir sonuç ortaya çıkmadı. Şu halde Avrupalıları taassupla itham ederken Türkiye'de uygulanan adaletsizlikleri görmezden gelemeyiz.
İSLAMOFOBİNİN TARİHSEL KÖKLERİ
Avrupa'da 11. asrın başlarında ilk Haçlı savaşları zamanından beri İslamofobi var. Daha sonra, sekiz asır boyunca Müslüman kimliği taşıyan Endülüs Müslümanlarına uygulanan müthiş soykırım uygulaması ile koca İspanya'da Müslüman bırakılmadı. 18 ve 19. yüzyıllarda ise Batı Avrupa ülkeleri İslam dünyasının ekserisini istila edip sömürgeleştirdiler. 20. asır ortalarından itibaren sömürgeleri tasfiyeden sonra şartlar, o ülkelerin milletlerini, eski sömürge halklarıyla aynı ülkenin vatandaşları yaptı. Bu dönemde zahiri eşitliğe bile razı olmaları kolay olmadı. Ülkelerindeki bu toplulukları marjinal hale getirmeye yöneldiler. Avrupa, nüfuz kaybına girdiği bu son dönemde, ellerinin altındaki garip göçmenleri dövmekle rahatlamak istiyor. Bazı siyasî partilerin İslamofobi'yi bir ideoloji olarak benimsemeleri bu ortamda meydana çıkıyor. Müslümanların ticarette ve ekonomide boy göstermeleri karşısında, "Avrupa Hıristiyanlarındır, ey Müslümanlar siz ülkelerinize dönünüz!" diyorlar. Norveç'te Breivik'in 77 kişiyi öldürmesi bu dönemde görülüyor. Onun danışmanının Srebrenitsa katliamını yapan M. Peremiş olduğu da ortaya çıkıyor (20 Nisan 2012 tarihli gazeteler). Angela Merkel, 2010 yılında ağzından kaçırdığı şu cümle ile dışlama tavrına adeta tercüman oldu: "Almanya'da çok kültürlülük başarısız oldu." Oysa o bunu ifade ettiğinde Alman milli takımındaki Türk futbolcu Mesut Özil, Almanya adına gol atıyordu. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Müslümanlar Avrupa'ya uyum sağlamadıklarından değil, aksine Avrupalılaşmada ileri gittikleri, piyasada pay sahibi oldukları için İslamofobi şiddetlendi. Eğer gettolarında kalmaya devam etselerdi, bu karşıtlık bu kadar ilerlemezdi (Mücahit Bilici).
ABD de yirmi birinci asrın başında Müslümanları dışlamasını kamufle etmeye çalışıyor. Mesela, bir Fransa gibi laiklik adına değil de, güvenlik endişesiyle, İslam'ı dışlamak istiyor. İdeolojik yönden yaklaşması din hürriyeti engeline takılacağı için güvenlik yönünü öne çıkarıyor. Avrupa'da bazı mihraklar Müslümanları kışkırtarak sokağa dökmek istiyorlar. Öfkeli kalabalığın kendini kontrol edememesi nedeniyle zararlara sebebiyet vereceği kesin olduğundan Müslümanları gerek kanun ve asayiş bakımından, gerek halkın tepkisiyle karşı karşıya kalmaları için böylesi ortamlara çekmek istiyorlar. Müslümanlar artık misafir olmayıp ev sahibi konumunu kazanmışlardır. Ne Şark'ın ne de Garb'ın malı olmayan Kur'an, dünyanın her tarafında kendisine verimli zemin buluyor. Zalimler zulmediyor, ama cömert kader tembel Müslümanları gayrete sevk etmekle adalet ediyor. Kader-i İlahi Avrupalıları ve Amerikalıları İslamofobi okulunda talime tabi tutuyor. Kader aynı zamanda Müslümanları da eğitimden geçiriyor. İslam'ı daha iyi öğrenip açıklama ve kendilerini savunma işine girişip dinlerine daha iyi sarılıyorlar. Batılılar hakikati araştırma işinde genellikle daha meraklıdırlar. Batılılar taassubu bırakınca İslam'ın eşiğine kadar geldiler. Şu var ki, bizim tarafta İslam'ın gerçek yüzünün görünmesine engel olan perdeler var. Her Müslüman'ın her vasfının Müslüman olması gerekirken, realitede her zaman böyle olmuyor. Bunun gibi, her kâfirin her vasfının da kâfir olması şart değildir, bazen kâfirde Müslüman sıfatı bulunabiliyor. Batılılar yanlışları elimine etmeyi başarıyorlar, ama doğruyu seçmeyi henüz başaramadılar. Müslümanlar manevî cihad ile İslamiyet'in parlak delilleri ile muhaliflerini yeneceklerdir (Mücahit Bilici).
İslam karşıtlığını insanlık ilk defa görüyor değil. Batı'da bu düşmanlığın en ileri noktaya ulaştığı bir dönem olan Birinci Dünya Savaşı sonunda, mağlubiyetin en şiddetli sırasında Bediüzzaman, İslam'ın yeni dünya şartları içinde söyleyecek sözü olduğunu, insanlığa yol gösterebileceğini Lemeat adlı eserinde ortaya koydu. Aşağıda onun, İslam'ın ana kaynaklarından alıp bizlere sunduğu hayat suyu niteliğindeki başlıca tesbitleri özetle bildireceğiz:
(1) Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal. Öyleyse Müslümanlar yeni şartlara göre hareket etmelidirler.
(2) Her musibette bir nimet ciheti bulmak mümkündür. Musibete maruz kalan kimse araştırıp o nimet tarafını görmeye çalışmalıdır. Bazen Müslüman'daki cevher, filiz halinde yabancı maddelerle karışmış olur. O halis cevheri çıkarmak için Allah onu bir ameliyeye tabi tutar.
(3) Çaresi bulunabilen bir konuda acz göstermek doğru değildir, ne yapıp edip o çareyi bulup kullanmak gerekir. Çaresi bulunmayan şeyde ise sızlanmak faydasızdır.
(4) Kurtuluş doğruluktadır, yalan kâfir sıfatıdır.
(5) Avrupa iki kısımdır. Toptan reddetmeyip faydalı yönlerini takdir etmek gerekir.
(6) Musibet hatanın neticesi, ama mükâfatın başlangıcıdır.
(7) Allah insanı mükerrem (şerefli) yarattığından o, hakikati arıyor. Bu arayış esnasında bazen batıl eline gelir, o da hak zannederek alır. Batıla bulaşan insanı, ona yaraşanın bu yanlış değil de hakikat olduğuna ikna etmeye çalışmalı.
(8) Medenilere galip gelme, ikna ile olur, zorlama ile olmaz. Hakikati araştırma sevgi ile olur. Manevî cihad; fen, sosyal ve manevî ilimlerle donanıp gelişmenin başlıca düşmanları olan cehalet, fakirlik ve tefrikaya karşı koymaktır. Ayrıca müsbet hareket etmeli, aksiyoncu olup bildiği doğruları uygulamalı, reaksiyoncu olmamalı, çok sayıdaki yanlışları arama peşinde ömrünü tüketmemeli.
(9) İslami bilinci sağlam olan, dinlerinin güzelliklerini yaşayan Müslümanlar dışarı ile temastan korkmazlar. Hakikate malik olmak onlara büyük bir güç verir. Bu şuurla, dış dünya ile diyalog zemini arayıp onu değerlendirmeye çalışmak gerekir.
Günümüz Avrupa'sında dikenler var. Fakat dikenlerin yanında güller de var. İsviçre'de minare aleyhinde karar çıktı. Ama Köln'de minareli büyük bir cami açıldı. 1960'ta Köln'de bir cami vardı, şimdi 80 mescit bulunuyor. Bizim görevimiz İslam'ın güzelliklerini ortaya koymaktır (Mehmet Fırıncı). Sempozyumda tebliğ verenlerin çoğu, Bediüzzaman'ın bakış açısıyla değerlendiren akademisyenler olduklarından, kötümser değil bilakis iyimser idiler. İslam karşıtı münferit hadiseleri sıralayıp hem kendisi ümitsizleşen hem de çevresindekileri ümitsizliğe düşürüp, çıkış yolu aramayan, Müslümanların çokluğunu düşünecek olursak, bu tavır tercihe değer görünüyor. Bu konuda Nevzat Tarhan'ın yaptığı gibi analitik düşünceyi de ihmal etmemek gerekir: "Fanatik Avrupalılar Endülüs Müslümanlarını çıkardıkları gibi şimdi Müslümanları da Avrupa'dan kovmak istiyorlar. Eğer biz diyaloğu geliştiremezsek Avrupa'nın doğuracağı İslam devletini beklerken, Allah göstermesin, 50 yıl sonra mevcudu bile muhafaza edemeyebiliriz, orada Müslüman kalmayabilir."
Olumsuz birçok tavır bulunmakla beraber Müslümanların değerlendirebilecekleri imkânlar da mevcuttur. Müslümanlar yapıcı hareket etmek, İslam'ın güzelliklerini kendi nefislerinde yaşayarak anlatmak suretiyle kendilerine düşeni yapıp Allah'a tam bir tevekkül ve teslimiyet göstererek neticeyi O'ndan beklemelidirler.