Himmet Uç’un yazısı:
Kastamonu Lahikasında Bediüzzaman’ın eserleri hakkında farklı tanıtıcı beyanları
1936‘nın 27 Mart’ından 1943’ün Ekim’ine kadar Kastamonu mevkufiyeti sürmüş bu 7,5 yıl içinde kendisi 140 mektup kaleme almış ve çok farklı bahislere temas etmiş. Biz burada onun kendi eserleri hakkındaki mütalaalarını yansıtmayı uygun gördük. Bir şahsın eseri hakkında en tatminkar beyan yine onun kendisinin yaptığı değerlendirmeler ve kritiklerdir. Bediüzzaman elbette eserlerinin telif tarihindeki veya konuların tarihindeki yerini biliyor ve eserlerini önceden selefin yazdığından farkını biliyor ona göre yazıyor. Bu yüzden eserleri orjinaldir. Kendinden önce yazılan eserler gibi veya onlara benzer şeyler yazsaydı orijinal olmaz, ilgi çekmez, bu kadar yayılmazdı.
Bediüzzaman, Ayet’ül Kübra’yı Kastamonu’da yazmıştır. Bütün yazarlığı boyunca hakkında en çok yorum yapılan eserdir. Kastamonu Lahikası’nda da böyledir. Bediüzzaman birçok risalelerin olduğu gibi Ayet’ül Kübra’nın da “kendine mahsus kerametlerinin bulunduğunu“ söyler. (Kastamonu 10) Bediüzzaman Ayet’ül Kübra’yı yorgunluk ve usanç zamanlarında okuyup büyük şevk aldığını söyler:
“Sizlere evvelce Ayet’ül Kübra’nın Birinci Makamının hülasası namıyla gönderdiğim parça o Hizb’in esasıdır. İhtiyarsız o esasa küçük fıkralar ve bazı kayıtlar ilave edildiği vakit, birden başka bir şekil aldı. İnkişaf ve inbisat peyda ederek Ayet’ül Kübra’nın misal-ı musaggarı gibi şehadet-i tevhidiyesi parladı, manaları ziyalandı, ruhuma, kalbime, fikrime büyük bir inşirah vermeye. Ben de en yorgunluk ve usanç zamanlarımda onu mütefekkirane okudum, büyük zevk ve şevk hissettim.“ (Kastamonu 11)
Ayet’ül Kübra’nın bir tefekkür olduğunu bir hadisten hareketle anlatır Bediüzzaman:
“Hadis-i Şerif’te “Bazan bir saat tefekkür bir sene ibaret hükmüne geçer. Risale-i Nur’da o saat var, çalış o saati bul, ihtar edildi. Adeta ihtiyarsız bir surette Kur’an’ın Ayet’ül Kübra’sının iki tefsiri olan iki Ayet’ül Kübra risalelerinden mülahhas tefekküri bir tekellüm tam bir saat devam etti. Ben kemal-i lezzetle her gün tefekkürle okumaya başladım.“(Kastamonu 31)
Bediüzzaman, Ayet’ül Kübra’nın açıklamaları olan Arabi kısımların okunmasının büyük faidesi olduğunu söyler. Onlar eserdeki tefekkürün kainat müşahadelerinin kaynağıdır:
“Ayet’ül Kübra’dan çıkan Virdül Ekber namındaki Arabi risaleciğin ahirinde, Risale-i Münacaat’ın başındaki ayetin tefsiri diye Arabi kısımları ilave edilse beraber okunsa münasibdir.“ (Kastamonu 54)
Bediüzzaman, Hz. Ali’nin Risale-i Nur’a özellikle Ayet’ül Kübra’ya önem vermesini kısa bir işaretle anlatır:
“Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti imanın en son ve en külli istinad noktasını kuvvetli ve kati beyan olduğundan bu hasiyet Ayet’ül Kübra Risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın büyük kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalade takviye için her vasıtüayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgahını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhu ile mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-imaneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengamda Hızır gibi biri çıkar o tabura der ”Meyus olma senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi bir cemaata bir şahs-ı maneviye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki her bir neferin istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin, dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevi bir ruh-ı habis olmuş. Müslüman alemindeki vicdan-ı umumi ve kalb-i külliyi bozuyor. ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden islami perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, anane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. Her bir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken Risale-i Nur hızır gibi imdadına yetişti. Kainatı ihata eden son ordusunu gösterip ve ondan mukavemetsuz maddi manevi imdad getirmek hizmetinde harika bir emirber nefer olarak Ayet ül Kübra Risalesinini İmam-ı Ali (RA) keşfen görmüş ehemmiyetle göstermiş. Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, ta o sırrın bir hülasası görünsün.“ (Kastamonu 55)
Bediüzzaman, Ayet’ül Kübra’nın yeni harflerle yazılmasına bir ihtar ile izin verdiğini söyler: “Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir, diye başlayan Birinci Makam’ın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp ta onsekizinci mertebe olan kainatın hudus hakikatı ta imkana kadar yeni hurufla bir ihtar-ı manevi ile izin verdik.” (Kastamonu 148)
Bediüzzaman, haşir, öldükten sonra dirilme konusunda eserlerinin neler yaptığını anlatır:
“Kısmen müstakil olarak Onuncu söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz hususan cismani lezzetlerin isbatında ve Mukaddime-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismaniyi isbat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi bu dünyadaki mevcudat zahir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserisi ise sair erkan-ı imaniye içinde haşri kuvvetli bir surette isbat eder.
Ezcümle., Kur’an-ı Muciz ül Beyan’ın hakkaniyetini isbat eden bütün hüccetleri ikinci derecede haşr-i cismaniyi binler ayat-ı Kur’an’iyenin tasvir ve izahlarıyla isbat ediyor. Acaba Kur’an-ı Muciz ül Beyan’ın mucizane Cennet’in lezaiz-ı cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden daha başka bir izaha lüzum kalır mı?
Hem Resul-i Ekr m Aleyhisselatü vesselam’ın hakkaniyetini isbat eden bütün mucizeleri hüccetleri ikinc derecde haşr-i cismaniyi ve cennet ve cehennemin lezaiz ve alam-ı cismanisini harika belagatiyle tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra daha izaha ihtiyaç kalır mı?
Hem Cenabı- Hakk’ın vücub-ı vücudunu ve Rahimiyet ve hakimiyetini ve ilim ve kudretini ve adiliyet ve hafiziyetini ve sıfat-ı kudsiyesini isbat eden bütün bürhanlar hüccetler bir cihette haşri isbat ettiği gibi Rububiyetin muktazesı olan irsal-ı Rüsul ve İnzal-i kütüb cihetiyle hem Risalet-i Muhammediyeyi asm istilzam..
Hem Kur’an O’nun konuşması ve kelamı olduğuni isbat etmekle haşr-i cismaniyi tafsilatiyle bu iki noktadan yine isbat ediyor.
Elhasıl, Risale-i Nur’da İman-ı Billah ve İmanı bilyevmil ahir olan iki kutb-ı imani tam birbirine müsavi gelecek birb derecede isbat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki haşr-i cismani kısmen sarihen ve kısmen zamni ve tebei isbat edilmiş. Çünkü bu alem-i şehadet Saniini gayet sarih ve zahir gösteriyor, ve haşri zımni ve perdeli haber verir.“ (Kastamonu 211)
Bediüzzaman, 19. Mektup Mucizat-ı Ahmediye ve benzeri risalelerin zehirlenmesine bile engel olduğunu söyler:
”Risale-i Nur’un silsile-i keramatından Mucizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Sözve İşara tül İcaz ‘ın himayetkarane ve mucizane yeni bir kerametleri şudur ki : Bu Ramazan-ı Şerifin başında doktorun ihbariyle ve kuvvetli emarelerin delaletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengamında kardeşimiz Atıf ‘ın habbe gibi hadisesini hariç valiler kubbe gibi yaparak buranın hem adliye hem zabıta hem vilayete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevkedildiği aynı zamanda iki saat evvel Mucizat-ı Ahmediye istanbul’dan koşup imdada gelmiş, masada iken Yirmi Dokuzuncu Söz ve Kerametli İşaret ül rarisaleleri öyle harika bir himayet ve muhafazaya vesile ve zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu bu hale muttali olan bizler hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi gayet kuvvetli hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyetini dostluğa çevrildi.“ (Kastamonu 267)
Bediüzzaman, 19. Mektup ve sair risalelerin her birinin kendine mahsus kerametleri olduğunu söyler:
“Hatta sekeratta talebelerinin imanını kurtarmak için bir mürşid gibi imdadına yetişir.” (Kastamonu 11)
Bediüzzaman, İşaratül icaz eserinin tevafukatlarını anlatır ve bu eserinin Eski Said döneminin önemli bir kitabı olduğunu belirtir:
“Eski Said‘in Arabi risalelerinden yalnız İşarat’ül İcaz Risale-i Nur’da mühim bir mevki almış.”( Kastamonu 140)
Zehirlendiği bir günde kırk derece ateş içinde Tosya kasabasında yazılıp gönderilen İşarat’ül İcaz’ın ona şifa verdiğini söyler. (Kastamonu 267)
Münazarat risalesinde Bediüzzaman Medreset’üz Zehra tasarısını ortaya koymuştur:
“Münazarat namındaki eserde bazı latife suretinde zarifüt tab talebelerine bir mülatafe neviindendir. Çünkü onlar o dağlarda beraberinde idiler. Onlara ders suretinde beyan ediyormuş.
Hem bu Münazarat risalesinin ruhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medreset üz Zehra hakikatı ise istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur’a bir beşik zemin ihzar etmek idi ki bilmediği ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı bir maddi surette arıyordu.Sonra o hakikatın maddi ciheti dahi vücuda gelmeye başladı.“ (Kastamonu 79)
Demek Münazarat, hem Risale-i Nur’un hem de Medreset üz Zehra’nın doğum sancılarıdır. Eserlerdeki bahislerden farklılık arzeder bu yorumlar.
Bediüzzaman, Mesnevi’de yer alan bazı eserlerinin nefsinin dersi, hem de Risale-i Nurlar’ın çekirdekleri olduğunu ifade eder:
“Bu günlerde Selahattin’in İstanbul’dan getirdiği Habbe, Katre, Şemme, Hubab gibi arabi eserlere baktık. Gördüm ki, Yeni Said’in doğrudan doğruya hareket-i kalbiyesinde müşahade ettiği hakikatlar Risale-i Nur’un çekirdekleri hükmündedirler. Zaten bunlar hem Şule ve Zühre Risale-i Nur’un arabi parçalarıdır. Onlar doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için arabi ve kısa ifadelerle ifade edilmiş, başka adamlar nazara alınmamış.” (Kastamonu 140)
Bu eserler büyük beğeni ile karşılanmışlardır:
”O zaman başta Şeyhül islam ve Darülhikmet azaları ve İstanbul’un büyük alimleri tahsin ve takdirle karşıladılar.Bunlar Yeni Said’in eserleri olduğundan Risale-i Nur’un eczalarıdırlar.“(Kastamonu 140)
Beşinci Şua isimli eserinin ise “umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtardığını“ söyler. Bu eserinin müsaderesinin hikmetlerini anlatır:
“Beşinci Şua yirmibeş sene evvel mesaili yazılan yalnız bir iki sahife tatbikat ilave edilip Şualar’a giren Beşinci Şua ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda da bir hikmet var. Belki onlara kendi mesleklerini bildirmek ve Cehennem’e gidenin mahiyetini bilmek için (?) fevkalade iktidar haricinde bir kaza-yı ilahidir. Diye Cenab-ı Hakk’ın hikmetine ve inayetine ve hıfzına itimad edip merak etmeyiniz.“ (Kastamonu 131)
Bediüzzaman, Birinci Şua isimli eserinde sadık Nur talebelerinin imanla cennete gireceğini beyan etmiştir, burada ona açıklık getirir:
“Birinci Şuada iki üç ayetin işârâtında, Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emâre birden kalbime geldi:
Birinci emare: İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor."
Bu iman-ı tahkikinin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.
İkinci yol iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, bürhanî ve Kur’ani bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakinle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.
Bu ikinci yol Risaletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.
İkinci emare: Risaletü’n-Nur’un sadık şakirtleri, hüsn-ü âkıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimi dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.
Ezcümle: Risaletü’n-Nur’un bir hâdimi ve birtek şakirdi, yirmi dört saatte Risaletü’n-Nur talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risaletü’n-Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selamet-i imanlarına ve hususi hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.
Hem Risaletü’n-Nur’un talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz olan iman hususunda, birbirine selamet-i iman hakkındaki samimi, masum lisanlarıyla dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selamet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.” (Kastamonu 19)
Burada imanla kabre girmenin sanıldığı gibi kolay bir iş değil, ciddi takib edilen bir ibadet ve gözlem ve şuhuda dayanan imanın sonucu olduğunu söylüyor.
Tahiri Abi’nin kendisine getirdiği bir Lemaat nüshasında eserin telif tarzı üzerinde konuşur:
“Kahraman Tahiri’nin bana getirdiği bir nüsha Lemaat’ı çok kıymettar gördüm. Lemaat kendisi de harikadır. Ramazan-ı Şerif ‘de yirmi gün zarfında nesir bir surette tekellüfsüz, birden yazılmış. Sonra baktık sehl-i mümteni gibi nesr-i manzum ve nazm-ı mensur suretini almış.“ (Kastamonu 153)
Rumuzat-ı Semaniye Bediüzzaman’ın esrarlı bir eseridir. Bu eserine ait iki risaleyi bir yere göndermek ister Bediüzzaman ama başaramaz. Yolun kapanması eserlerin gönderilememesine neden olur, bunun hikmetini anlatır:
“O iki risaleyi tekrar dikkatli mütalaa ettim. Fikren dedim ki, bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevkedilmeden perde indi, başka yollara sevkedildik çalıştırıldık.
Birden ihtar edildi ki, o gaybi esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumi ihtiyaca medar ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve islamiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. En büyük ve en yüksek maksad olan hakaik-i imaniyeyi ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi. Sure-i “izacaa nesrullah “remzinde esrar-ı gaybiye gösterildi, birden kapandı perde indi. Hem bu sır içindir ki o yolda istihdam edilmedik.“ (Kastamonu 112)
Bir kardeş Yirmi Dokuzuncu Arabi Lema’nın tefsirini ister, Bediüzzaman ise buna zamanı olmadığını söyler, kısmen de hikmetini anlatır:
“Benim şimdi onanla meşgul olmaya ne vaktim var ne de halim müsaade eder. İnşallah ileride Risale-i Nur’un başka bir şakirdi o vazifeyi yapacak. Hem Yirminci Mektup ile Otuz ikinci Söz bir derece o lemayı izah ederler. Hazreti Ali iki defa “ tükadi siracünnuru sırren” sırriyle perde altında gizli parlamasına işareti bizi ihtiyata sevk ve emreder. Bu meseleye gayet kısacık bir remz ile zekavetinize havale ediyorum.“ (Kastamonu 13)
Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu lahikasında bazı nedenlerle eserleri hakkında yorumlarda bulunur, bunlar o eserleri tamamlar ve onlara bazı yeni bilgiler ve yorumlar ilave eder.