Bin dokuz yüz on beş yılında...
Birinci Dünya Savaşı adı altında,
Keşmekeşin tam ortasında...
O ciğersuz savaş başlamışken, batıda ve doğuda...
Ölümden korkmayan, düşmandan kaçmayan,
Üçünü beşini alıp ardına,
Bir yiğit çıkar meydana...
O zamanlar adı Molla Said...
Kimilerine göre ta o zaman, Bediüzzaman...
Ardı sıra talebeleri, omzunda apoletleri...
Talebelerin sırtında beyaz pelerinleri...
Ve başlarda keçe külahlar...
Süphan Dağında başlamış talim ilkin...
Hedefi vurana bir mecidiye ödül...
Hedefte yumurta görünüşte lakin,
Her biri bir Ermeni, Rum, İngiliz...
Ne, büyük Toplar var elde,
Ne de, uzun namlu tüfekler...
Yarı aç, yarı tok askerler...
Ama şükür dilde, zikir kalpte, iman bütün zerrelerde...
Korkusuz yiğitler hepsi...
Çünkü komutanları Said Nursi...
“ Korkmayın” diyor talebelerine...
“ Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,”
“ Hakkın da bükülmez kolu,”
“ Dönmez yüzü var…” diyor gür sesiyle...
Bu talimlerin ardından,
Yola koyuluyorlar hep birlikte...
Önde Bediüzzaman, ardında Keçe külahlılar...
Ey Ermeniler, İngilizler, Rumlar!
Korkun, titreyin!
Çünkü geliyor, keçe külahlılar...
Ermenilerin kâbusu geliyor, şahadete sevdalı yiğitler geliyor…
Tıpkı Mus'ab bin Umeyr gibi... Tıpkı Hz. Ali gibi,
On beşinde, yirmisinde...
Düşmanı püskürtmeye geliyorlar...
Ve bunu başarıyorlar…
Düşmanı doğudan temizliyorlar...
Adları bugün hala keçe külahlılar...
Bediüzzamanın yiğitleri,
Şahadete boyanmış hepsinin kalbi…
Peki, nedir bu keçe külahın hikâyesi?
Sadece 1. Dünya savaşında,
Ya da Çanakkale tepelerinde giyilen bir şey midir?
Yoksa aslı nerelidir?
Keçe külah dediğin,
Sırp rejimi altında zulüm gören,
Kosovalı Arnavutların milli sembolü...
Bu nedenle Sırplar,
Keçe külahı kullanan kişilere işkence uyguluyordu.
Demek keçe külah;
Özgürlük arayanın sembolüydü...
Direnişin, karşı duruşun, baş kaldırışın diğer adıydı...
Zulme karşı, işkenceye karşı baş kaldırışın bayrağıydı...
Ve bir gün Sırplar terk etti Kosova'yı...
Keçe Külah yeniden başlara konulmaya başladı...
Fakat sadece onlar değil,
Çok eski insanlar da kullanırdı keçe külahı...
Belki de ilk insandan beri vardı...
Ama bilinen şu ki keçe külah,
Selçuklu Türklerinde de,
Askerin elbisesinden bir parçaydı...
Hatta bu bir anayasaydı…
Tıpkı Osmanlıda olduğu gibi,
Askerin giyimi yasayla kesinleşmiş,
Keçe külah da askerin ayrılmaz bir parçası olmuştu...
İşte Keçe külah ki,
İnsanlığın en eski giyiminden biriydi...
Yapımı ilkeldi, malzemesi basitti belki...
Fakat üstüne koyulan başların hiç biri,
Basit, sıradan kimseler değildi...
Kan vardı keçe de, binlerce şehidin kanı...
Can vardı keçe de, binlerce insanın yaşamasına sebep...
Özgürlük vardı keçe de...
Kendisiyle beraber yuvarlanan başların,
Nesillerin kurtuluşu vardı...
Sevdalar vardı keçe de,
Sevgililerin sevdası...
Babaların duası...
Anaların gözyaşı...
Kardeşlerin nidası…
İslamiyet vardı keçe de,
Müslüman’ın ser tacıydı...
Şimdi sen de ki, hürriyetti keçe,
Ben diyeyim hayat...
Basit ama hayat dolu bir kap...
Şapka devrimi,
Sırp Zulmü,
Düşman taarruzu...
Hepsine karşı bir duruş, bir umuttu keçe...
Söz Bediüzzamana gelince;
Onu keçe külahsız anmak olmaz...
“Bediüzzamanın keçe külahı” deyip geçmek olmaz...
Onun keçesi, tüm bu anlatılanların hepsi...
Çünkü Zaten O, imanın, İslam’ın, özgürlüğün temsilcisi...
Ve hala bu gün bile ardı sıra talebeleri...
Sırtlarında beyaz pelerinleri...
Başlarında keçeleri...
Kulaklarda Bediüzzamanın,
“Keçeli, keçeli” diye haykıran sesleri...
Hepsi bir oluyorlar…
Hakk'a yürüyorlar...
Savulun canımıza kasteden düşmanlar...
Savulun imanımıza kasteden baykuşlar...
Keçe külahlılar hala yolda,
İşte dörtnala koşmuş, geliyorlar...