Kırk senelik ömrümde otuz senelik tahsilimde dört kelimeyle dört kelam öğrendim. Kelimelerden maksat: mana-yı harfi, manayı ismi, niyet ve nazardır... (Mesnevi-i Nuriye)
Bediüzzaman gibi bir zat… Arapça, Farsça ve Kürtçe tam doksan külliyatı hafızasına alan ve onları üç ayda bir defa devr-i daim yapan “ateşpare-i zeka” ve “hafıza dehası” bir zat… Otuz yıllık eğitim hayatının neticesini dört kelimede özetliyor. Ve bu çok müthiş bir şey. Yani otuz yıllık tahsil hayatı eşittir dört kelime… Ama bunlar öyle ağır ve kapsamlı kelimeler ki her birinin içinde yüzlerce kitap kadar mana saklı.
Kelimelerden birincisi mana-yı harfi… Ve bilebildiğim kadarıyla modern dönem Müslüman yazar ve alimleri arasında bu kavramı ilk kullanan, dini terminolojinin kopmaz bir parçası haline getiren ve dahi aktüelleştiren Bediüzzaman hazretleri. Bunu Hamid El Gazzali, Elmalılı, M.Akif, Ali Şeriati, Muhammed İkbal, Muhammed Gazzali, Seyyid Kutup, Mevdudi, Mutaharri, Cabiri gibi nice simayı okumuş ve onların dünyasında hayli dolaşmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim.
“Mana-yı harfi sembolik olma hâlidir. Mana-yı ismi ise gayri-sembolik olmaktır. Said Nursi bu semiotik ayırımı semboliklik hakikatini tarif için kullanır. Mana-yı harfi gösterendir (signifier), mana-yı ismi ise gösterilendir (signified). Harf, “gayra delalet eder”, isim ise “bizzat nefsine delalet eder”.Sembolik olan harf bu sebeple başkasına (isme) hizmet eden bir hizmetçi, bir araçtır. Yol, köprü yahut pasajdır; ondan geçilir. İsim ise müstakildir, gösteren değil gösterilendir. Götüren değil götürülen yerdir. İsim, kendisinden öteye geçilemeyendir. Harf, isme götüren bir yoldur. Harfe isim muamelesi yapmak, sembolikliğini görmeyip onda saplanmak, yolda kalmak demektir. Yol’u, ev; “çıkış” işaretini, çıkışın kendisi sanmaktır. Akıl kârı değildir.” (Mücahit Bilici-Taraf)
Eşyaya, olaylara, güncel ve sosyal hadiselere, kevni ayetlere hasılı bütün varlığa Allah’ın bak dediği yerden bakmak, vahyin gör dediği yerden görmek, esmanın otur dediği yerde oturmak, konumlan dediği zeminde konumlanmak. Bu manada mana-yı harfi bütün Kur’an ayetlerinin ve hadisi şeriflerin inanan insanlara vermek istediği perspektif veya paradigma. İman ve küfür arasındaki ince sınır manayı harfi. Bediüzzaman’ın manay-ı harfi perspektifi pozitivizmin bel kemiğini kırmıştır diyor, Nevzat Tarhan. Tam da öyle.
Manayı harfiyle alakalı külliyatın muhtelif yerlerinde değişik izah ve tarifler yapılmış. Bunlardan en vecizi bence şu: “Ne güzeldir deme, ne güzel yapılmıştır de.” Çünkü bu iki söyleyiş arasında öyle büyük ve derin bir fark var ki birinin yüzü serapa küfre ve gaflete dönük diğerinin yüzü serapa imana ve yakine dönük. Bütün külliyat manayı harfi bakışıyla işlenmiş mükemmel ve muhteşem bir kanaviçe gibi. Nasıl ki Süleymaniye Camii, taşıyla, planıyla, kubbesiyle, tonozuyla mimar Sinan’ın ruhunda bulunan sanatkarlık maharetini yansıtan güzel bir ayna olduğu gibi bütün kainatta Allahın varlığını, esma ve sıfatını yansıtan parlak ve şeffaf bir aynadır.
Mana-yı harfiyle bakmanın sonucu iman, marifetullah ve huzur-u daimidir. Bu açıyla her şey Allah tarafından gönderilmiş okunmayı bekleyen mana dolu bir kitaptır, mesaj dolu bir mektuptur, kafiye yüklü bir şiirdir, katibini öven bir kasidedir. Ağaçlar, dağlar, gökler, yağmur damlaları konuşur, denizin dalgaları ya kahhar ya kahhar! kuşlar ve serçeler ya cemil ya cemil! kediler ya rahim ya rahim! diye zikreder. Bütün kainat bu bakışla güzel bir “müzikay-i ilahiyye” olur. Tabii ki bakmasını bilenler için. Manay-ı harfi gözlüğünü takabilenler için.
Onun için merhum Bediüzzaman, bu kainatın güzelliğinin temaşasından aldığım lezzeti beşer icadı yüzlerce sinema, tiyatro vermez bana diyor. Mana-yı harfiyle kuşanmanın psikolojik motivasyon ve güven cephesi böyle. Mana-yı ismi ise bunun tam tersi. Manayı harfiyle bakmayan görünürde ne kadar bilgili, malumatlı ve entelektüel olursa olsun gerçekte onun bildikleri koca bir cehaletten ve gafletten ibarettir. Ve bu haliyle hayvandan bile daha aşağıdır. Yani bütün bildikleri ve bilimleri zahiren ilim gibi görünür ve fakat hakikatte cehildir. “Batınen kof zahiren mutantan.” (içeriği boş, görünüş parlak) Ayrıntı çok ve fakat Allah yok.
Bertrand Russell, (öl: 1970), Britanyalı filozof, matematikçi, eleştirmen. Yirminci yüzyılın en büyük mantıkçısı. Tam doksan altı yıl yaşadı. Yaklaşık bir asır. Bütün hayatını ateizm içinde geçirdi. İnanmayı hiç düşünmedi ve inanca hiç yanaşmadı bununla da kalmadı inancı patolojik bir hastalık olarak tanımladı. Bir gün televizyonda sunucu kendisine şöyle bir soru sorar: Sayın Russell! varsayalım ki öldünüz, tanrı varmış ve size kendisine neden inanmadığınızı sorsa ne cevap verirsiniz? Bu soruya Bertrand Russell şöyle cevap verir: Ben de derim ki ey tanrım! sana inanmam için yeterince delil yoktu. (Ali Şeriati, İslam-Bilim)
Görüyorsunuz değil mi? Manayı harfiyle bakınca varlığın en küçük parçası olan bir atom bile kafi ölçüde bir delil sayılırken, mana-yı ismiyle bakınca bütün kainat delil olma özelliğini yitiriyor bir anda. Elmas kömür oluyor. Kainat çapında bir mana hiçleşiyor birdenbire. İşte onların bütün bilgilerinin cehalet olmasının sırrı burada yatıyor.