Çevrimiçi gerçekleştirilen programda Prof. Duran’ın Köprü Dergisi’nin 117. sayısında kaleme aldığı “Demokratikleşme Dalgası ve Münazarat” başlıklı makalesi müzakere edildi.
Duran, makalenin kısa bir özetini yaparak bazı noktaları nazara verdi. Makalenin yazıldığı dönemde, “21. Yüzyılın başlarında ülkenin bir taraftan demokratikleşme sürecini iyileştirmek, kaliteli bir siyasi rejim kurmak, diğer taraftan tarihi misyonu gereği uluslararası toplumda etkin bir rol oynamak çabası içinde” olduğunu ifade ederek bu aşamayı dördüncü demokratikleşme dalgası ve “yeni bir anayasa” ile taçlandırılması gereken bir dönem olarak düşündüğünü dile getirdi.
Duran, bizim toplumumuz açısında demokratikleşme dalgalarını şöyle ifade etti: “Birinci dalga 1876 Kanun-i Esasi’nin kabul edildiği I. Meşrutiyet’in ilanı; ikinci dalga 1908 II. Meşrutiyet’in ilanı; üçüncü dalga çok partili hayata geçiş; dördüncü dalga ise makalenin yazıldığı dönemde gündemde olan “yeni bir anayasa” arayışı. Bu makale aynı zamanda yeni bir anayasa için Münazarat’ın bir çerçeve olduğunu gündeme getiriyordu. Ne yazık ki bu dördüncü dalga gerçekleşemedi.
Birinci dalganın sona erdirilmesinde kilit rol oynayan İkinci Abdülhamid ikinci dalganın başlamasında da kilit rol oynamış, meşruti düzene geçmeye razı olmuştu. İkinci demokratikleşme dalgası Bediüzzaman’ın da tam merkezinde yer aldığı bir dalgaydı, zihinlerin şüphe ve sorularla dolu olduğu bir dönemde bütün şüphe ve sorulara cevap veren, gelenekle-moderni buluşturan, asrı okuyarak gelecek projeksiyonu sunan ve yapılacak “yeni bir anayasa” için de çerçeve olarak istifade edilebilecek Münazarat kitabını telif etmiştir.”
Sunumun ardından soru-cevap faslına geçildi.
CEMAATLERİN, TARİKATLARIN HİKMET STOKUNA BAKMAMIZ GEREKİR
Soru: İslam âlemi açısından Arap Baharını –gerçekleşemedi ama– bir demokrasi teşebbüsü, dördüncü demokratikleşme dalgası olarak değerlendirebilir miyiz? Türkiye açısından da post-seküler bir demokratikleşme olabilir miydi?
Cevap: Birinci olarak, Arap baharı, Arap toplumlarının demokratik haklar elde etme ve başlarındaki müstebitlerden kurtulma teşebbüsüydü. Bu süreçte şunu gördük ki oradaki halkların ayağa kalkması tek başına yeterli olmuyor. Burada çok iyi yetişmiş dindar, ileriyi gören, okuyan, küçük hesapların peşinde olmayan entelektüel, ahlaki ve dini bir önderliğin olması gerekiyor. Bunların tam olamaması ve hikmetli davranılamaması bu dalganın akim kalmasına sebep olmuştur.
Neredeyse aynı şey Türkiye için de geçerli. Cemaatlerin, tarikatların hikmet stokuna bakmamız gerekir. Post-modern ve post-seküler “yeni bir anayasa” ancak kendini çok iyi yetiştirmiş, okuyan, düşünen insanlar ve bunların oluşturduğu hikmet stoku üzerine gerçekleşebilir. Mevcut hikmet stoku yeni bir anayasanın yapılmasına yetmedi.
“DİNDAR HANEFİ TÜRKLER” İLE “DİNDAR ŞAFİ KÜRTLER”, TÜRKİYE’NİN ÇELİK ÇEKİRDEĞİDİR
Soru: Makalenizde “icma-ı ümmet bir yakin delildir, cumhurun re’yi esastır. Toplumun genel eğilimi muteber ve muhteremdir” diyorsunuz. Bediüzzaman’ın başka bir risalesinde “Yüzde 60-70 tam mütedeyyin olduğunda” ifadesini kullanıyor. Toplumun genel eğiliminin muteber ve muhterem olmasının toplumun yüzde 60-70 tam mütedeyyin olmasıyla ilgisi var mıdır?
Cevap: Toplum dediğimizde, toplumun manipüle edilmemiş olması gerekiyor. Okumuşlar, memurlar, çok zenginler, ırkçılar, sosyalistler vb. çok kolay manipüle edilip belli bir yöne sevk edilebilir. Ama benim rasyonel olarak gördüğüm, toplumun manipüle edilemeyen bir kesimi var. Burada günlük kazancının peşinde olan esnaf, çiftçi ve işçileri kastediyorum. Bir de tarihten getirdiği birikimi olan “dindar Hanefi Türkler” ile “dindar Şafi Kürtler”in bir ittifakı söz konusu. Bahsettiğim bu kesimlerin belli konularda aralarında tarihten gelen yazılı olmayan bir ittifakları var. Ülkenin hangi köşesinde olursa olsun bu kesimler olaylara benzer tepkileri verirler. Tekrar edersek “dindar Hanefi Türkler” ile “dindar Şafi Kürtler”, Türkiye’nin çelik çekirdeğidir. Türkiye’deki ihtilallerde bu ittifakın, bu çelik-çekirdeğin parçalanmasına çalışılmıştır. Bu kesimler cuntaları hep yanıltmıştır. Biz bu ittifak ve yapıyı güçlendirirsek Üstadın bütün projeleri gerçekleşir.
YENİDEN BEDİÜZZAMAN’IN MÜNAZARAT’INA DÖNME ZAMANIDIR
Soru: Bediüzzaman, Münazarat’ta ilkelerden bahsediyor, biz bu ilkeleri uygulama noktasında neredeyiz? Münazarat’tan cemaatlerin alacağı dersler nelerdir?
Cevap: Mesele ihlaslı insan meselesidir. Makaleyi yazdığımız dönemde Münazarat’a dikkat çekmeye ihtiyaç vardı, bugün de Münazarat’a dikkat çekmeye ihtiyaç var. Geldiğim nokta cemaat cumhura tabi olmalı, cumhur cemaate değil. Çünkü feraset ve hikmet cemaatten fazla cumhurda tecelli ediyor. Cemaatler ihlaslı insanların yetişmesi noktasında kabiliyetlerin önünü açıp onlara yardımcı ve destek olmalıdır. Kamplaşmalardan kurtulup insanlığa bir şeyler söyleyebilmek için bu bir şart olarak gözükmektedir.
İlginç bir şekilde cemaat çevrelerinde ekonomik ve teknolojik gelişmenin hızı çok yüksek olmasına rağmen entelektüel gelişmenin hızı düşüktür. Böyle olmasaydı şimdiye çok sayıda Münazarat’a dayalı siyaset teorisi ve okulu kurulabilirdi. Her nedense cemaatler bir türlü esnaf ve teknisyen hareketi sınırlarını aşamamaktadırlar. Hatta cemaatlerin insanı korkutan tarafı entelektüel, filozofik, hatta teolojik bir derinleşme sürecine girmeden ekonomik ve politik bir güç haline gelmeleridir.
Bu aşamada cemaatlerin ya çıkış noktasının tam tersi bir karanlık ve kapalı toplum zeminine yuvarlanması; ya da tüm imkânlarını şeffaf ve açık toplum kurmaya sarf etmeleridir. Şeffaf ve açık toplumun tüm ipuçları ve referans noktaları Münazarat’ta mevcuttur. Yeniden Münazarat’a dönme zamanıdır.