Bediüzzaman yirminci yüzyılın başında İstanbul’a gider. İkinci Meşrutiyetin ilanından biraz öncesidir. Sultan Abdülhamit’in siyasi ustalığı ile bir arada durabilen Osmanlı unsurlar kompleksi zamansız bir hürriyet isteğine müptela olmuştur. Aşurenin içindeki unsurların aşure olmamaya karar verip tencereden dışarı fırlamak isteği gibi bağırtılarla doludur İstanbul. Akif bütün zamanlar için geçerli olan bir mısra söyler: "Ey millet uyan cehline kurban gidiyorsun."
Necip Fazıl da benzer bir ikazda bulunur:
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak
Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
İstanbul’da neler gördü Bediüzzaman. İkinci Meşrutiyetin ilanı aslında parçalanmanın meşruiyet belgesidir. İstanbul’da yıkılış öncesinin psikolojisini görmüştür. Dört yıl sonra Şam’a gittiğinde çok yönlü bir sosyolojik, dini, sanat muhtevalı reçete ortaya koymuştur. Geri kalışımızın nedenlerini anlatır. Biri imparatorluğun başşehri diğeri ise İslamın, İslam dünyasına hitap kürsüsüdür. O konuşmayı neden Şam’da yaptığının izahı uzun sürer, ama kısacası orada yapması gerekirdi. İstanbul Şam’a mukabil olmayan bir şehirdi, hitap kürsüsüsün umumiliği noktasından tabii. Yoksa İstanbul daha farklı bir şehirdir.
Hutbe’deki tahlil hem sosyolojik, hem psikolojik, hem dini hem de bir insanı esas alan psikanalitik bir tahlildir. Bediüzzaman reçeteyi insana dayandırır. İmparatorluğun ve islam dünyasının kurtuluşu yeni bir insan modeli inşa etmekle mümkündür. Hutbe yeni bir insan ve yeni bir dünya ve yeni bir bakış açısıdır. Bediüzzaman yıpranmış İslam dünyası ve Osmanlı insanını tamir ve tedavi için konuşur. Birçok yazarımız o günün İstanbul’unu iç karartıcı levhalar halinde anlatmasının yanında Bediüzzaman esasları görür, çürütülen insanı tahlil eder, olmayanların yerine neler ikame etmek lazım geldiğini öne sürer.
Aradan yüz yıldan fazla bir süre geçmiştir, Hutbe’deki esaslar İslam dünyasını ve Osmanlıyı, Türk dünyasını diriltecek esasları ihtiva etmesine rağmen bugün bu reçete ne oranda toplumun, eğitimin ve ilmin içindedir, onu irdeleyelim. Bediüzzaman Hutbe’de estetik bir bakış açısı ile yaratılışın asıl gayesinin güzellik olduğunu ilimlerden örnekle anlatır. Anatomi, biyoloji, tıp, fizik, kimya gibi alanlardan konuşur.
İşarat'ül İcaz’ın başında “Kur’an’ın takib ettiği maksatlar, Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet ile ibadet olmak üzere dörttür” der. Bu dört unsurun bütün bir külliyatta anlatımı içinde estetik kısımlar vardır. Adalet tam bir mizan, mizan da estetikten doğar. Güzelliğin en önemli esası unsurların arasındaki denkliktir, bu bahiste Bediüzzaman ciltler dolusu yoruma açık konuşur. İbadet’in estetik bütünlüğünü ve estetik bir mukabele olduğunu yine birçok bahiste anlatır.
Estetiğin üç büyük kategorisi olan güzel, haşmet ve azamet, yerindelik ve kemal. Şirine göre namazı Dokuzuncu Söz’de anlatır. Haşir bahsinde güzellikten hareketle öldükten sonra dirilmeyi anlatır, çünkü haşirsizlik en büyük çirkinliktir ve Allah böyle bir fiili güzel yarattığı dünyaya ve güzel yarattığı insana ve kendine uygun yapmaz. Nübüvvet bahsi yine estetik ile anlatılmıştır, çünkü Peygamber (asm) alemdeki güzellikleri anlatan bir uzman kişidir. "Hem hiç mümkün olur mu ki nihayet kemalde olan bir cemal gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin. Hem mümkün olurmu ki gayet kemalde bir cemali sanat onun üzerine enzarı dikkati celbeden bir dellal vasıtasıyla teşhir istemesin.” Gösterici, teşhir edici ve delal Peygamberlerdir.
Tevhid bahsinde estetik yine çok büyük yorumları içine alır. İkinci Şua bunun zirvesidir. “Tevhid ve vahdette cemali ilahi ve kemali rabbani tezahür eder.” Bu cümle bütün estetik tarihinin en büyük cümlesidir. Çünkü bütün güzellikler en asgari düzeyde bir papatyanın çiçekleri arasında da bütün gezegenler arasında da bir elden bir mantıktan çıkmış güzellikler vardır, o ancak bir ile olur. Birlikte olur. Lailahe illallah aynı zamanda farklı cüzler arasındaki tenasübdür.
Bediüzzaman’ın güzel ve benzeri kelimeler etrafında oluşturduğu farklı mana katmanları yanında, daha birçok ilimlerle sanat dalları ile ilgili sözleri vardır. Biyoloji, zooloji, matematik, fizikve kimya, özellikle astronomi, astrofizik, fizik ve diğer ilimlerin felsefesi, kanun ve hukuk felsefesi, iki bin yıla yayılan siyaset felsefesi, tarih, edebiyat diğer sosyal bilimler, psikoloji, psikanaliz ve benzeri sosyal bilimler. Şimdi doğrudan dini konulara temas eden kalın çizgileri ile onlara ait bahislerin dışında, satır aralarında; bu konularda hülasa türünden, o konunun felsefesi özelliğinde cümleleri vardır.
Toplum özellikle üniversitelerin hocaları, Bediüzzaman konusunda alışılmış suçlayıcı yorumlara sahiptir. Üniversitede yukarıda saydığım alanlarda Bediüzzaman’ın sözlerini onun talebeleri dahi bilmemektedir. Bediüzzaman‘ın asıl ilim ve sanat çevrelerine yayılmasını sağlayan fikirleri hala yerlerinde durmaktadır. Bunlar sınıfa girmemekte ve girememekte, her türlü adiyat batı kültürünün ve felsefesini en hurda teferruatı ilim ve sanat adı altında sınıflarda zehir saçmaktadır.
Profesör ünvanı almış birçok insan sadece hayatını yaşamakta, onun fikirlerini elit sınıflarda ve sanat çevrelerinde yaymayı kendilerine gaye edinememekte biteviye hayatlarını ehli dünya gibi yaşamaktalar. Yapmadıkları gibi yapanlara da ümit ve şevk verememektedirler. Bunlar ilim ve sanat mahfellerinde konuşulmadıkça siyasilerin birtakım kırıntıları "bizim oğlan bina okur döner döner yine okur" türünden yorumları Bediüzzaman rüzgarı estirmez.
Diyarbakır’da yaptığım gibi, Isparta’da da bazen edebiyat ve sanat felsefesi gereği, psikanalitik fikirlerinden bir cümle söyleyince hocalar da dahil sanki büyük bir cürüm işlemiş gibi algılanmaktasınız. Bir dönemde birkaç kere onun çok gerekli bazı cümlelerini söylemektesiniz, hem size hem onun sözlerine konulan ambargodan ve talebeleri de kullanarak kaotik durumlar ortaya çıkmaktadır. Hakim kültür yüzünden özellikle üniversitedeki arkadaşlarımızın malum halleri yüzünden Bediüzzaman’ı anlatamadık, onlar menfaat aristokrasisini aşamadılar.
Şeyh Said doğrultusunda Bediüzzaman algısını alkışlayan ama asıl Bediüzzaman’ı anlamayanlar "biz senin yapıcı ve istikrara inanan bir Bediüzzaman anlayışını kabul etmiyoruz, burada daha çalışamazsın" dediler.
Isparta’dan bir milletvekilinin nur talebesi olması ve bizim de Bediüzzaman hakkında doğaçlama yaptığımız küçük yorumlar büyük bir düşman sınıfı oluşturmakta, ve resmen öğrenci düzeyinde tehdit edilmekte, hocalar düzeyinde bir türlü susturamadıkları kişiyi çok yönlü bir komplo ile hocayı darbedip darbı üniversitenin en küçük ferdi duyduğu halde birtakım şahıslar grup halinde ta hastahaneye acil servislere kadar olayı bastırmakta mazlumken saldıracak hiçbir gücü yokken sizi suçlu duruma getirmek için gariban öğrencileri kullanmaktalar. Üniversite bulunduğum üç yıl zarfında bir zulüm ofisi durumundadır. Siz her şeyinizi yanınızda polis yahut hafiye taşıyarak ispat etmelisiniz, tehdit edil şahidin yok, saldırıya uğra şahidin yok, hakarete maruz kal şahidin yok, ben bunların hepsini periyodik yaşadım şimdi Allah uzak etsin sıra öldürmeye geldi.
Üç yıldır çok zaman eşimle okula gidip geliyorum, her şeyinizi kaybedecek saldırılara maruz kalıyorsunuz. Dağ kanunu bile buradaki emniyetsiz ortamdan daha korkunç değil. Benim boyutlarımda bir edebiyat ve sanat yorumu bu ülkede yok, toplasınlar hepsini, bütün sosyal bilimcileri ve felsefecileri, tarih ve diğer alanları konuşalım. Benim boyutumda bir entelektüel yok. İspatına hazırım.
Ama cahil, cümle kurmaktan aciz, ünvanlarının zulümü ile ayakta duran adamlar buraları da bozdular, aynı zulmü buraya da aşıladılar. Bu boyutta bir adamı aşağılaya aşağılaya sıradanlaştırmak için herşey yaptılar, Diyarbakır ile o kadar parelel bir zulüm var ki kim görecek kim bilecek, görmesi gerekenler görmesi gerektiği gibi görüyor, hırsız ile polis aynı oyunu tezgahlıyor, en küçük birimden yukarıya bu zülmü devam ettiriyor.
En az elli olayı sorumlulara anlattım, kimsede çıt yok, ama kendileri en sıradan kırıntıları başınıza bela etmek için elinden geleni yapıyor. Bu şartlar içinde ilim demokrasisi, sanat edebiyat muhiti yok, emniyet yok kamera sistemi bozuk çalışmıyor, onlarca defa hatırlattığım halde birilerine cesaret için emniyet ortamı yok.
Üniversite zulüm ve baskı ile birkaç adamın elinde, ilim yok, zorlanan öğrenci devamı yok, ama şikayeti kabul gören başkalarını tenzil için alet olarak kullanılıyor. Bir asistan hocayı darbetmek için teşvik ediyor, hemen arkasından bölümden izin alıp uzaklaşıyor, bir trajedi gibi oyun sahneleniyor, siz oyunu hatırlatıyorsunuz, ilgili suskun, diğer olayı gören yine öyle, bu ortamda nasıl psikolojinizi koruyabilirsiniz.
Bilimsel olarak en alt düzeyde adamlara o kadar kuralsız bir hürriyet veriliyor ki adam salonlarda kabadayı gibi dolaşıyor, istediği gibi hiç abartısız konuşuyor tehdid ediyor, saldırıyor yönetim adamı taltif ediyor, yükseltiyor. İlimden başka hedefler için zulüm yapılıyor idare seyrediyor, bakalım sonu nereye varır.
Yaşını başını almış bir adamı darbederek susturmak. İşte üniversite kalitesi bu! Diyarbakır da aynı burası da aynı… Diyarbakır’da ben sınıflarda dedim: “Ya Bediüzzaman’la uzlaşır birlikte yaşarız ya da bu işin sonu bozuk.” Ve dediğim gibi çıktı. Bizi dünyaları için kovanlar şimdi kaçmak için bahane arıyor. Sıra Isparta’da.
Bediüzzaman yine üç beş kişinin kendini tatmin ettiği toplantıların ötesine geçemiyor, ama bu kadar zorunlu bir fikir adamı Bediüzzaman hayata karıştırılmıyor, sanata ve felsefeye karıştırılmıyor. Sanki sınıfta Haşir Risalesi’ni okuyorsun gibi itekleniyorsun. Hayatı boyu hep müsbet kalmış bir Bediüzzaman’ı hala kalıp suçlamalarla hırpalıyorlar, savunanı var mı acaba. Ama bu ülkenin siyasi ve fikri ve dini istikrar unsuru Bediüzzaman buralarda böyle hala suçlanıyorsa, herkes suskunsa çok geçmez buralar da Diyarbakır’a dönüşür.
Bediüzzaman bu muhitlere yansımadığı sürece konuşula konuşula eprimiş olan bir fikir ve din ve sanat dünyası ile toplum ayağı kalkamaz, işte hakikat ortada ülkenin bir tarafı gezi, diğer tarafı ne olduğu belli. Böyle din millet ve sanat terkibi yoksa kimliksizlik ortada, ülkede kimlik krizi var.
Isparta’da Akif öldüğü günlerde onu anamadık. Kimsede hissiyat yok. Kim kime dum duma. YÖK otuz yıldır sinema seyreder gibi uzaktan üniversitelere bakıyor, her yerde bir iki terörist kılıklı adam herşeyi elinde tutuyor. Yöneticiler onların önünde elpençe divan.
İşte Bediüzzaman toplumun hangi muhitlerinde bakalım görelim. Topluma sorumluluk ahlakı ve hakperestlik yayması lazım gelen muhitler nerede, herkes zulmü alkışlıyor, zalimi seviyor. Din araç ve menfaat oltası… İşte Türkiye ortada. Eğer Müslümanların samimiyeti bozulmasaydı Türkiye bu günlere gelmezdi öyle değil mi gördükleriniz amellerininin tezahür etmiş şeklidir.