ŞEKERCİ HANI – İSTANBUL- 1907
Yüz odalı Şekerci Hanı...
İstanbul’un Fatih semtinde, kim tarafından yapıldığı bile belli olmayan bir han...
Hala varlığı devam eden, önünden gelip geçenlerin çoğu zaman farkına bile varmadıkları,
En önemlisi, içinde Bediüzzaman gibi bir şahsiyeti ağırlamış olduğu bile,
Çokları tarafından bilinmeyen, garip, sessiz, geniş bir taş bina...
Meşhur Molla Said burada kalır bir süre,
Burada nice büyük bir alim olduğunu geçmiş ve gelecek asırlara duyurur...
Çünkü odasının kapısında şu levha daim asılı durur:
“Burada her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.”
Bu cümle birçoklarının damarına dokunur,
Bir gün Dehri lakaplı,
İstanbul alimleriyle yaptığı münazaralarıyla tanınan bir zat,
Şekerci Hanı'na gelir ve Üstadın karşısında durur...
Ardı ardına birçok sual sorar...
Fakat iş düşündüğü gibi gitmez...
Çünkü hayret ki, sorduğu bütün suallere istisnasız cevaplar almıştır...
Nihayet münazara sonunda Dehri'yi bir telaş sarmıştır...
“Ya şimdi Bediüzzaman da bana bir soru sorarsa ne yaparım?”diye düşünür...
Oradan uzaklaşmak için hemen müsaade alır...
Tam kapıdan çıkacağı sıradır...
Bediüzzaman:
“Siz Hoca mısınız? Yoksa talebe mi?” diye sorar...
Dehri oldukça telaşlanır...
“Efendim, ben talebeyim” diye cevap verir...
Hocalığı da Dehri’liği de bırakır...
Ve süratle Şekerci Hanı'ndan ayrılır...
Bediüzzaman’ın ilmi, Hocaları bile talebe yapmıştır...
ŞEHİR PALAS OTELİ - DENİZLİ - 1944
Denizli'de...
Delikli Çınar semtinde...
Denizli hapsi beraatından sonra,
Burada bir aziz misafir olarak kalmış Bediüzzaman...
Her yerde olduğu gibi burada da ziyaretine gelenler bir hayli çokmuş...
O ziyaretçilerden biri Üstadın yanına geldiğinde,
Üstad ona şu önemli dersi vermiş;
“Allaha giden 3 yol vardır...”
“Felsefe, din ve iman...”
“Birinci yol; yerin altından tünel kazarak gitmektir.”
“İkinci yol; yerin üstünden yürümek gibidir.”
“Üçüncü yol; en kısa ve süratlidir ki, uçarak gitmektir...”
Her sözü iman için, Allah için...
Her bakışı da bu mücadelenin tasdikçisi...
Şehir Oteli'nin yüksek katında oturmuş...
Karşıdaki güzel bahçeyi ve içindeki kavak ağaçlarını seyrediyor...
Ağaçlar bir zikir halkası şeklinde gayet latif bir surette raksediyorlar...
Bu cezbekerane hal,
Kardeşlerinden ayrı kalmış üstadın gamlı gönlüne ilişiyor...
Birden kış mevsimini de anımsayınca,
O kavak ağaçlarına acımaya başlıyor...
Öyle bir acıma ki, gözleri yaşla doluyor...
Kainatın süslü perdesi altındaki firakların hüznü başına toplanıyor...
Fakat Bediüzzamandır o... Hemen bir ferah kapısı buluveriyor...
Muhammed (a.s.m)'ın getirdiği nur, imdadına yetişiyor...
O nazenin ağaçların ve kâinatta yok olmuş gibi görünen her şeyin,
Aslında sadece görüntüyle yok olduklarını,
Fakat misal âleminde ebediyyen yaşayacaklarını hatırlıyor...
Onların vazifelerini ifa eden birer memur olduklarını düşünerek ferahlıyor...
Ve bir kez daha düşünüyor aynı şeyi;
“Kimin için Allah var, ona herşey var.”
“Ve kimin için yoksa herşey ona yoktur, hiçtir...”
Selahaddin Çelebi isimli talebesinin anlattığına göre,
Burada her gün Üstadı beş yüze yakın insan ziyarete geliyor...
Bu sebeple Üstadın hizmetinde bulunmaya başlıyor...
Bir gün üstada yemek yapar...
Üstadın ağaçtan yapılma kaşığının sapının kırık olduğunu,
İnce bir çiviyle sapı kaşığa perçinlediklerini fark eder...
“Bu Üstadıma layık değil” diye düşünerek, çarşıdan güzel bir kaşık satın alır...
Ağaç kaşığı da kâğıda sarar ve çöp kutusuna atar...
Akşam yemeğini götürdüğünde,
Üstad, ağaç kaşığını aramaya başlar...
Selahaddin Çelebi hemen:
“Efendim, eskimiş ve kırılmıştı çöpe attım” der...
Der demesine ama, gel gör ki Üstad hiddetlenir:
“Benim otuz senelik arkadaşımdı.”
“Onun kıymetine paha biçilir mi? Derhal bul ve getir” diye...
Selahaddin Çelebi çaresiz kağıda sarılı kaşığı alıp,
Suda iyice kaynatır ve Üstada geri getirir...
Ve bu olay sayesinde Üstadının ahde vefasını en güzel şekliyle öğrenir...
Şimdilerde birkaç senede eskimiş diyerek,
Birçok şeyi çöpe atan bizlerin kulakları çınlasın!
Yine bir gün, otuz senedir sara hastası olan bir adam gelir...
Bediüzzaman’dan muska yapmasını ister...
“Biz muska yapmayız.”
“Yalnız ben sana dua ederim sen de bu duaya amin de.”
“Belki Allah şifa verir” diye cevap verir Bediüzzaman...
Ve kaldırır o nurlu ellerini havaya:
“Yarabbi! Bu kulun zayıf dayanamıyor.”
“Bunun hastalığını bana ver. Bu adama da şifa ver Yarabbi!”diye dua eder...
Tabii ki sonuç düşünüldüğü gibidir...
Adam iyileşir, yirmi sene daha sara hastalığı görmez...
Ve Üstadın bir ziyaretçisi daha vardır bu otelde...
Yüreği derinden sızlayan, hasretle yanan bir dost belki de...
Hasan Feyzi Yüreğil...
Sanki soyadıyla bütünleşmiş gibi...
Şiirler yazardı Üstadına...
Hasret dolu, özlem dolu, sevgi dolu şiirler...
Üstadın Denizli'den ayrılacağını öğrendiğinde,
Yine bu sevdayla alır kalemi eline...
Üstadın hasretine oradan ayrılık söyler...
“Haber aldım ki yarın yad olacakmış bize yar,
Ne büyük yare ki, kimler buna derman olacak?
Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim?
İşiten nalemi, hep ben gibi nalan olacak...”
Hasan Feyzi bu şiiri süratli bir şekilde üstadın bindiği otobüse kadar getirir...
Göz pınarlarından süzülen yaşlara aldırmadan,
Hızlı bir hamleyle kâğıdı, üstadın kucağına bırakabilir...
Üstadı götüren otobüsün ardından, dakikalarca bakakalır...
Üstad kâğıdı açınca;
“Hasretinize buradan ayrılık söylemiştim” şiirini okur...
“Çekilip nuru hidayet yine zindan olacak,”
“Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak”
“Yine sen, yaş yerine kan akıtıp, ağla gözüm!”
“Çünkü hicran dolu kalbim, yine hicran olacak...”
Bediüzzaman da ağlamaya başlar...
Sanki bir ayrılıklar senfonisi gibi yaşanan ömrünün,
Berrak sayfalara yazılmış bir dilekçesi gibidir bu şiir...
Ve sanki ömrünün adını “Çile” olarak yazar bu gözyaşları...
Hasan Feyzi ise, Üstada olan hasrete daha fazla dayanamayarak,
1946 da vefat eder....
“Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,”
“Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!”
“Nazarın erse garib başıma ey nur-u Hüda,”
“Bu gün artık bu hakir bende de umman olacak...”
Tuhaf iş! Bir insanın üstadı için vefat etmesi...
Bir aşığın bile kolay kolay yapamayacağı bir şey bu...
Ne derin bir sevgi, ne ulvi bir hasret...
Ne samimi bir fedakarlık...
Ne yürekli bir hareket...
Bu dünya hanından, bir hasan Feyzi Yüreğil geçer...
İnşallah Allah ona da, bize de rahmet eder...
Derd-i elem: Üzüntü hastalığı
Nale:
Nalan:
Bab-ı feyz: Feyiz kapısı
Nezir: Adak
Bende: Bağlanmış olan, hizmetkar
EMNİYET OTELİ – AFYON - 17 OCAK 1948
Nasıl olsa ömrü oradan oraya götürülmekle geçmişti,
Öyleyse bu defa da Emirdağı'nda ona rahat verilmemeliydi...
Emniyet arabası, Üstadın kapısına kadar geldi...
Üstadı arabaya bindirdiler,
Ardından da Afyon'a götürdüler...
Üstad burada Emniyet Otelinde kaldı...
Sadece üç gün...
Cezaevine götürüldü üç günün ardından...
“Hoşgeldin” dedi belki de hapishane duvarları bu aziz misafirine...
“Hoş bulduk” diye cevap verdi belki Üstad...
Hoş bulunacak bir yanı olmasa bile...
Çilesinin yeni adıydı Afyon...
Çilesinin yeni yüzü, yeni şekliydi bu soğuk hapishane duvarları...
Üstad ağladı,
Duvarlar ağladı...
Sadece “Han duvarları” mıdır konuşan?
Kim bilir ne acılardan bahseder,
Afyon hapishanesinin o soğuk ve puslu duvarlarını da konuştursan...
AKŞEHİR PALAS OTELİ - İSTANBUL SİRKECİ - 1952
27 seneden sonra ilk defa gelmişti...
Gençlik Rehberi mahkemesi içindi bu geliş...
Nihayetinde beraatle sonuçlanacak bu dava sırasında Üstad,
Necip Fazıl gibi çok kimseler onu burada ziyaret ederek,
Sohbetinde, nasihatlerinde bulunurlar...
Bir gün Bediüzzaman’ın avukatı Ziya Sönmez’in oğlu da onu ziyarete gelmiştir...
Muslihiddin Sönmez adındaki bu talebe,
Irkçılıkla alakalı bazı sorular sorar Üstada:
Cevaben şunları söyler Bediüzzaman, bu zamanın insanına da:
“Bana eskiden Said-i Kürdi derlerdi.”
“Ben Kürtçü değilim. İslamcı bir kimse kavmiyetçi olamaz.”
“Türk- Kürt ayrılığı yok.”
“İslamlık hepsini birleştirmiştir.”(Ellerini birleştirir)
“Ben nasıl Kürtçü olabilirim?”
“Ben Kur’an'da Türklere dair işaretler bulunduğunu tefsirimde zikretmişim.”
“R. Nurlar miri malıdır. Herkes ondan istifade edebilir.”
Bediüzzaman...
Akşehir Palasta da bir iz bırakır,
İstanbul bu aziz misafirinden ötürü şimdi bile gururlanmalıdır...
REŞADİYE OTELİ - İSTANBUL/FATİH - 29 NUMARA -1952
İstanbul Bediüzzaman'ın pek çok alakadar olduğu bir şehirdi...
Eski Said dönemindeyken de, Yeni Said dönemindeyken de,
Ömrünün son günlerini yaşarken de, defalarca bu güzel şehre uğramıştı...
Çok defa geldiği için, İstanbul'da bir otele değil, birçok otele iz bırakmıştı...
Reşadiye Oteli bunlardan biridir...
Bir gün, Osman Yüksel Serdengeçti onu ziyarete gelir...
Ona: “Seni oğlum gibi kabul ediyorum. Oğlum olsaydı senin ismini koyardım” der...
Daha sonra da eski gençlik günlerine ait bir hatırayı anlatmaya başlar...
“31 Mart olaylarında Hurşit Paşanın divanı harbinde hâkime:
“Eğer meşrutiyet ittihat ve terakkinin istibdadından ibaret ise,
“Bütün dünya ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim.”
“Ben bu cümleyi İmam-ı Şafii Hazretlerinden ders aldım.” dedim.
Öyle ya! Hani İmam-ı Şafii'ye ehli beyte sevgisinden ötürü:
“Sen Alevi misin? Rafızî mi?” diye sormuşlar da O,
“Eğer ehl-i beyte sevgi ve muhabbet Rafızîlikse,
“Bütün dünya şahit olsun ki ben Rafızî’yim “ demiş...
Bediüzzaman da ondan aldığı dersle Hâkime karşı kendisini savunmuş,
En nihayetinde divan kendisinden özür dileyerek, onu serbest bırakmış...
Bediüzzaman Reşadiye Otelinde,
Bin yıl önce söylenen bir hakikati,
Bin yıl sonrasındaki nesle taşıyarak,
Kendini övmek niyetiyle değil,
Ahde vefa göstererek, mütevazı bir dille söylemiş...
MARMARA BAYEZIT PALAS – İSTANBUL- 1953
İstanbul fethinin beş yüzüncü yıldönümünde...
Marmara Beyazıt Palasın en üst katında...
Elinde dürbünle adalara bakar Bediüzzaman...
Medreselerin ve mabedlerin harabiyetine çok üzülür...
“Eski medreselerin canlı olduğu günleri,
“Binlerce medrese talebesinin girip çıktığı günleri hatırladım.”
Diyerek bu üzüntüsünü dile getirir...
Burada Hakkı Yavuztürk'ün ziyaretiyle,
Aralarında güzel bir sohbet başlar...
Bediüzzaman:
“Risale-i Nuru anlayarak okuyan talebelerime,
“Dalalet fırkaları da hücum etse, sarsılmayacaklar”
“Risale-i Nurdan aldıkları iman kuvvetiyle, onlara karşı koyacaklar.”
“R. Nur Kur'ana dayanır” der.
“Nasıl ki bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse,”
“Onları toprağa dikmesi neticesinde,
“O bin çekirdekten sekiz onu badem ağacı olarak meyve verse,”
“Ve diğerleri de çürüse...”
“O adamın: Ben bu işten zarar ettim. Çünkü çekirdeklerim çürüdü.”
Demeye hakkı yoktur...
“Zira o sekiz on fidanın ağaç olmaları sonucu, herbirinin binler meyve vermesiyle,”
“O çürüyen dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar, fazlasıyla telafi edilmiş olur.”
“Aynen öyle de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil,”
“Bir kısmının hakkı görerek doğru yolu bulmaları neticesi,”
“Bunların cemiyete insanlığa vereceği fayda,”
“Çürüyenleri kat kat fazlasıyla telafi edecektir.”
Diyen Bediüzzaman tüm insanlığı ilgilendiren bir meseleye açıklık getirir...
Nur Aleminin bir anahtarı isimli son eseri,
Bu gelişinde İstanbul'da yazılır...
Böylece Bediüzzamanın sözleri de, yazdıkları da baki kalır...
YILDIZ OTELİ- ESKİŞEHİR - 1953
Eskişehir’de,
Otelin adına yakışır bir misafir bulunuyordu...
Yıldız Otelinde bir yıldız parlıyordu...
Ziyaretçilerin biri gidip biri geliyordu...
Bediüzzaman bir merhamet yumağı...
Kimseyi kırmıyordu...
Ziyaretçileri huzuruna kabul ediyordu...
Başçavuş Ali Demirel de bu ziyaretçilerden biriydi...
Üstad ona;
“Nerelisin?” diye sorduğunda,
“Burdurluyum?” demişti...
Üstadın gözleri parlamış, hemen doğrularak:
“Benim Burdur'da on bin tane talebem olması lazımdı.”
“Isparta da on bin talebem vardır.”
“Burdur da kemiyete ihtiyaç yok.”
“Keyfiyet olduğu için sadece 10 tane vardır.
“Binbaşı Asım, Mustfa Çavuş Rasih Hoca Abdurrahman Cerrahoğlu gibi...” der.
Burada bir gurup ziyaretçisi daha konu olur risalelere...
Gelen gurup şeker fabrikasından birkaç işçi...
Üstad onlara da en güzel desteği ve müjdeyi burada verir.
Farz namazlarını kıldıkları müddetçe,
Yaptıkları her işin ibadet hükmüne geçeceğini,
Ve böylece yirmidört saati ibadete çevirebileceklerini söyler...
Yıldız otelinden yayılan ışık, herkesi aydınlatır...
Otelden çıkan işçilere de isabet eden bu ışık,
Herbirinin gözbebeklerini yıldız yıldız parlatır...
SARAY PALAS - ISPARTA - 1953
Eskişehir’den ayrılıp, Isparta’ya gelen Bediüzzaman,
Saray Palas'ta bir hafta kalır...
Nuri Benli adlı talebesinin olan bu otel,
Üstadı defaeten misafir etme şerefine nail olmuş bir oteldir...
PİYER LOTİ - İSTANBUL/ÇEMBERLİTAŞ - 1959 - 1960
Peygamber Efendimizi evinde misafir etme şerefine ermiş,
Bir peygamber aşığı Eyüp Sultan...
Onunla komşuluk etmeden olur mu hiç?
Bediüzzaman ve Eyüp Sultan...
Kalp telefonları birbirine bağlanmış,
Fakat Üstadın gelişi her tarafta duyulmuş,
Ve çok büyük bir kalabalık otelin önünde toplanmış,
Bediüzzaman bu durumdan rahatsız olarak,
Hemen kalabalığın içinden geçip yukarı çıkmış.
Talebelerine şunları söylemiş:
“Ehli dalalet bir Said'den korkuyordu.”
“Şimdi Saidler genç Saidler binler oldu.”
“Artık ehli dalalet titremelidir.”
“Dünyada birçok komiteler var. “
“Ermeni, rum, taşnak komitesi...”
“Hiç birisi Risale-i Nur kadar kuvvetli değil.”
“Fakat bizim vazifemiz menfi hareket etmek değil.”
“Biz müspet hareketi şiar edinmişiz.”
“Anarşiye karşı bozgunculuğa karşı cihadımız var.”
“Asayişin manevi muhafızlarıyız.
“Divan-ı Harpte mahkeme reisi beni çağırarak,
“Pencereden asılan adamları gösterdi.”
“Sen de şeriat istemişsin dedi.”
“O vakit dedim...”
“Şeriatın bir meselesi için bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım.”
Bediüzzaman Piyer Lotide teşrif buyurdu,
Ve fakat bir gazeteci işleri bozdu...
Gizlice Üstadın odasına süzüldü...
Üstad namaz kılıyordu...
Flaşlar üst üste patlıyordu...
Gazeteci bir iş başardım diyerek gururlanıyordu...
Ama bu durum Bediüzzamanın hiddetine dokundu...
Hemen talebelerine emir buyurdu...
Aniden terk etti Piyer Loti'yi ve İstanbul'u...
BEYRUT PALAS – 22 NUMARA – ANKARA- 1960
Ömrünün son demlerinde...
Her yerden defalarca davet edilince...
İcabet etmek niyetiyle...
Yollara düşer Bediüzzaman...
Fakat yapması gereken son bir uyarı vardır hükümete...
Ankara’ya gelir, kalır bir süre...
Menderesle görüşmektir niyeti...
Veya ona yakın biriyle haber göndermek...
Gerçekleşmiyor bu isteği...
Çünkü Demokratlar öyle karar veriyorlar...
Zaten hatayı da o zaman yapıyorlar...
İhtilalsa git gide yaklaşıyor...
Üstad bunu seziyor ve üzülüyor...
Bu arada iki defa İstanbul’a gidip geliyor...
Fakat Menderesle görüşemiyor...
Gelişlerinden birinde Beyrut Palas'ta ikamet ediyor...
O sırada İnönü radyolardan bangır bangır bağırıyor...
“Menderes seçim propagandası için Said Nursi'ye araba kiralamış.”diyor...
Bu baskıdan ötürü Menderes Üstad'ı kabul edemiyor...
En sonunda Menderesin ricası Üstada ulaşıyor...
Menderesin onunla şimdi değil, olaylar yatışınca görüşeceğini öğrenen Üstad:
“O din kahramanı için, bu defa gideceğim” diyor.
Bu gelişin son olduğunu kimse bilmiyor...
Fakat Bediüzzaman,
Zamanın tükendiğini iyi biliyor...
Demokratların hatasına üzülse de,
Onları ileride üzülecekleri bu hatalarıyla baş başa bırakarak,
En mübarek il saydığı Isparta'ya doğru yola çıkıyor...
İPEK PALAS OTELİ- 27 NUMARA – URFA - 1960
Isparta da son günler çok sancılı geçiyor...
Bütün ömrü hastalıkla geçen bir zatın sancısı yaşanıyor...
Çünkü bu defaki hastalık çok başka, çok farklı oluyor...
Fakat Bediüzzaman’a hasta yatağında bile yasak geliyor...
Isparta veya Emirdağ’da ikamet etmesi emrolunuyor...
Yıl 1960...
Mart ayı...
Mübarek Ramazan...
Üstad bir gece hastalıktan gözlerini açıyor...
“Hazırlanın, Urfa'ya gideceğiz” diyor.
Talebeler arabayı hazırlıyor...
Araba kimseye yakalanmıyor...
Bediüzzaman İpek Palas Oteline gidiyor...
Yirmi yedi numaralı odaya Nur doluyor...
Sonra herkes bu durumdan haberdar oluyor...
Beş altı bin kişi otel önünde toplaşıyor...
Yüclercesi Üstadla görüşüp el öpüyor...
O sırada birkaç polis içeri geliyor.
İçlerinden biri Bediüzaman’a:
“Namık Gedikin emri var. Derhal Isparta’ya dönmeniz lazım.” diyor.
Bediüzzaman ölüm döşeğinde, hayatının son demlerini yaşıyor
“Acayip... Ben buraya gitmeye gelmedim.”
“Ben belki de öleceğim.”
“Siz benim halimi görüyorsunuz.”
“Siz beni müdafaa edin.” diyor...
Heyhat! Ölüm döşeğindeki bir insana ne büyük bir zulüm yapılıyor...
Ey insanoğlu! Bu kadar mı zavallısın?
Bu kadar mı hemcinsine karşı saygısızsın?
Âlemin gözünde bu kadar mı alçalırsın?
Ramazanın 25. günü...
Kadir gecesi Kader, ecele pas atmış...
“Ecel gelmiş cihane,”
“Baş ağrısı bahane” diyen şair bile şaşırmış...
Kadir gecesi saat üçte sönmüş mumu...
“Said Nursi vefat etti” içiniz rahat oldu mu?
Kimse inanmasa da olan oldu...
Said Nursi geçti bu dünyadan...
Herkes duydu...
Ama yapılan işler defterlere bir bir kaydoldu...
Fakat sandığınız gibi, İpek palas'ta o güneş sönmedi...
Sadece milyonlara bölündü ve her yana yayıldı...
Piyer Loti, Beyrut palas, Saray palas, İpek palas ve diğerleri...
Bediüzzamanın Otelleri dediysek,
Niyet, onun çok zengin olduğunu zannettirmek değildi...
Niyet, onun gibi fakir bir insanın,
Ne olursa olsun kimsenin minnetini çekmediğini cümle âleme göstermekti...
Kaynaklar:
Necmeddin Şahiner Bilinmeyen taraflarıyla Bediüzzaman
Said Nursi Tarihçe-i Hayat
Necmeddin Şahiner Son Şahitler 1-2-3