Siz hiç ayrılık acısı yaşadınız mı? Sevdiklerinizden, eşinizden, çocuğunuzdan, annenizden, babanızdan memleketinizden veya işinizden, mesleğinizden çeşitli nedenlerle belli sürelerle veya devamlı ayrılmışsınızdır. Ne zor gelmiştir size bu ayrılıklar, tekrar kavuşunca bütün acılarınız silinmiş, yeniden mutluluğa kavuşmuşsunuzdur.
İşte Bediüzzaman da hayatında böyle önemli ayrılıklar yaşamıştır, kimisini isteyerek kimisini de istemeden, hükümetlerin zoruyla yaşamıştır. 9 yaşında ilim tahsil etmek için baba ocağından kendi isteğiyle ayrılmış Doğubayazıt, Şirvan, Siirt, Bitlis, Tillo, Mardin’ ve Van’da ilim ile meşgul olmuştur.
Bediüzzaman’ın ilk tattığı ayrılık acısı annesinin sohbetinden mahrum kalmanın verdiği acıdır.1.Dünya savaşı çıkınca talebeleriyle yine kendi isteğiyle savaşa katılmış, şehitler ve gaziler vermiş sonunda da 1916 yılında Ruslar’a esir düşmüştür. Buraya kadar hep kendi arzusuyla ayrılıklar yaşarken başka bir ülkede, Rusya Kosturma’da 2.5 yıllık bu ilk zorunlu esaretle tanışmıştır.
*Ben dokuz yaşımdan beri şefkatli validemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. (Emirdağ Lahikası)
Daha sonraki yıllarda 17 Nisan 1923’te yine kendi isteğiyle Ankara’dan ayrılıp Van’da Erek dağında talebeleriyle birlikte yaşamayı tercih etti. Fakat kader onu yalnız oradaki talebeleriyle kalmasına izin vermedi, önce 1926 yılında Burdur’a sürgün edildi, 8 ay burada kaldıktan sonra 25 Ocak 1927 de Isparta’ya kısa bir süre sonra da Barla’ya sürgün edildi. Bu kendi ülkesindeki ilk sürgün, ona çok dokunur ve Bediüzzaman bu sürgünü şöyle anlatır:
“Bir zaman, Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde, nefiy namı altında işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişan bir halde iken, Cenâb-ı Hak kemâl-i merhametinden, Kur’ân-ı Hakîmin nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum.
Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat, vâ hasretâ, birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem mânevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı.
Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin; ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı.
Sonra, birden, birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahman’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde, üç zâhir kerameti gösterir bir tarzda derc edilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve el’an da ağlattırıyor.
Merhum Abdurrahman, o mektupla, pek ciddî ve samimî bir surette, dünyanın ezvâkından nefret ettiğini ve en büyük maksadı, bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti.
Hem, dünyada benim hakikî vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’âniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hattâ mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder; her birisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım” diyordu.
O mektup, bana, dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye, o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum.
O mektuptan evvel, iman-ı bi’l-âhirete dair tab ettirdiğim Onuncu Sözün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki, altı yedi sene zarfında aldığı bütün mânevî yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir imanla ecelini bekliyor gibi, bana o mektubu yazmış. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasıtasıyla yine mes’udâne bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken, vâ hasretâ, birden onun vefat haberini aldım.
Bu haber o derece beni sarstı ki, beş senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım, on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla hususî dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum.
Abdurrahman’ın vefatıyla da, bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alâkam kesildi. Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.”
Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kur’ân’ın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı.
O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hâlî yerlerde oturup o teessürât-ı hazîne içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mes’udâne hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sür’at-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.”(Lemalar, 26.Lema)
Daha sonra 1935 yılında yine tutuklanarak Eskişehir hapishanesinde yatmış, ardından 1936 da Kastamonu’da zorunlu yerleşime mecbur bırakılmış ve insanlarla görüşmelerden yasaklanmıştır. Bu ne acı bir tablodur. Bediüzzaman, bu durumdan şikâyetçi olmasına karşın sabırla dayanmaya çalışmış, Risale-i Nur adı verdiği külliyatını yazmaya devam etmiştir. 8 yıl kadar bir sürgün hayatı burada da devam etmiştir.
Bundan sonra yine mecburen 23 Eylül 1943 de Kastamonu’dan alınıp Denizli hapsine götürülmüştür. Kendini sevenlerden, talebelerinden ayrı düşmüştür. Burada çektikleri ona çok ağır gelmiştir ve bu durumu şöyle anlatır:
“Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı "Artık yeter" dememden bir bahane bulup, zâlimâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî eseri olarak şâkirâne sabrediyorum ve etmeye de karar verdim. (Şualar, 13.Şua)
Bediüzzaman’a en zor gelen şey, en büyük acı yazmış olduğu Risale- i Nurlar’dan uzak kalmaktır. Mahkemelerin kitaplarına el koymasına geçici olarak sabırla katlanmış, onlardan uzak kalmak onun için en büyük acı kaynağı olmuştur. Bilirkişlerin Risale-i Nurlar’ı inceleyip bunların dini eserler olduğunu beyan etmeleri üzerine bütün kitaplarını geri almak ise ona en büyük bir sevinç kaynağı olmuştur. Çünkü o, kitaplarını bir babanın, bir annenin çocuklarını sevmesi gibi sevmektedir. Kendi yazdığı kitaplarını defalarca kendi okumaktadır. Dünyada kendi yazdığı kitabı defalarca okuyan başka biri var mıdır acaba?
*Aziz, sıddık kardeşlerim! Kat'iyyen şekk ve şübhemiz kalmadı ki; bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur'un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem alkışlıyor ki; üç-dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli'de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi'rac'da aynen Risale-i Nur'un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaib'e tevafuk ederek kesretli melek-i ra'dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı'nda gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli'de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi'rac'a ve Leyle-i Regaib'e tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi o tevafuklarıyla kat'î kanaat verdi ki; Risale-i Nur'un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku Küre-i Arz'ca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cuma gecesinde -biri Leyle-i Regaib, biri Leyle-i Mi'rac, biri de Şaban-ı Muazzam'ın birinci cuma gecesinde- rahmetin kesretli gelmesi ve Risalei Nur'un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; kürei havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur'un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.(Emirdağ Lahikası)
Kendisiyle beraber talebeleri de mahkemece el konulan kitaplarını geri almışlardır. Talebelerinden Zübeyr Gündüzalp’in Afyon valiliğine dilekçe yazarak beraat eden kitaplarını mahkemeden geri alması çok güzel bir örnektir.
1948 yılında Afyon Ağır Ceza Mahkemesi tarafında hakkında yeniden dava açılan Üstad Said Nursî, 1949 yılında beraat etti. Ancak eserleri müsadere edildi. Müsadere kararının temyiz edilmesi üzerine Afyon Ağır Ceza Mahkemesi 1956 yılında Risale-i Nur’un serbestçe basılması ve dağıtılması yönünde karar verdi. (Sorularla İslamiyet)