Bediüzzaman insan hayalini bir sinematografa benzetir, yani sinema çeken alet. Sinemayı çeken o sinematograf olayı sinemalaştırır ya maziye ya da bilim kurgu türünden geleceğe gider. Meyve Risalesinde Eskişehir hapishanesinin penceresinden bakarken bu sinematografik bakışı da tarif etmiş olur. “Geçmiş zamanın hadisatını sinema ile hal-i hazırda göstermek gibi gelecek zamanın hadisatını gösteren bir sinema olsaydı” der.
Bediüzzaman, Haşir’de zamanın gerisine de ilerisine de gider. Mesela Beşinci Suret’te zamanı çarpıcı bir şekilde kullanır, maziyi, geçmişi hale taşır, yapılmış, yapıldı gibi acemi anlatımları kullanmaz. Haşir’deki menfi adamı kolundan tutar Peygamber asrına gider, mazinin kayıtlarını siler, hale getirir zamanı. “Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak pek büyük bir nişanı taşıyan bir Yaver-i Ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahtan bir şeyler istiyor. Bütün ahali ‘Evet evet biz de istiyoruz’ diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki…”
Zamanın kullanılışına bakın, sanki şimdi gibi anlatılıyor. Bütün batı klasikleri maziyi hale taşırken ona güncellik, yaşanmışlık verirler. Burada Bediüzzaman büyük edebi dehası ile zamanı ana taşır. Buna zamanı canlı hale getirmek denir. O kadar büyük sanat teknikleri kullanıyor ki, ancak sanat okuyanlar onu anlar yoksa okuduğu gibi okur. Bediüzzaman yeniliğini anlatırken “Beni skolastik bataklığına saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar” der. Hâlâ bugün birçok insan onu skolastik dünyanın ve yorumun kalıbı ile anlatıyor. Risale-i Nur’u çözümlemiyor, medrese malı bilgiyi skolastik gözle tekrar ediyor. Risale-i Nur’u çözümlemeyi Kırkıncı Hoca öğretti, neredeyse onunla kaldı.
Adadaki yani Arap yarımadasındaki sevgiliyi anlatır. Peygamberimiz şöyle demiş, böyle demiş gibi klasik anlatımı kullanmaz. Kullanılan cümleye bakın;
“Şimdi dinle bu padişahın sevgilisi diyor ki;
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız. Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet, bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini oraya yedir. Bizi zeval ve teb‘id ile ta‘zib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyyetini başıboş bırakıp idam etme. Ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.”
Anlatımdaki rivayetleri, anlatımdaki mış’ları di’leri darmaduman ediyor. Hâle taşıyor. Eğitilen adama “Sen de işitiyorsun” diyor. Zamanı o kadar yüksek düzeyde anlatıyor ki, tumturaklı bir anlatımla kullanan üdeba ile dalga geçiyor. Bütün hayatım, seni anlatmak yüzünden çektiğim kıskançlıklarla zehir oldu, anlattıkça takozlandım, bağlandım. Bu nasıl iştir anlamadım? Onun için Necip Fazıl “Bütün dünya yalana teslim” diyor. O da ne kadar rahatsız yalandan. Birkaç çıkarcı uğruna heba edilen dava.
İslam tarihinin malzemesini klasik anlatımların biteviyeliğinden kurtarıyor, kurmacanın sihirli dünyasında değiştirip ortaya çıkarıyor. İronik perde metne nasıl büyüleyici bir hava getiriyor. Üstüne üstlük bir de sorgulamanın ve onun en çok sevdiği sorgulama kelimesi olan ‘acaba’yı kullanıyor. O her gördüğü olaydan sonra ‘acaba’yı kullanır, onu sorgular. “Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah hiç mümkün müdür ki, en edna bir adamın, en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir Yaver-i Ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?”
Haşire en sevgili Yaver-i Ekremi gözüyle bakıyor, en sıradan insanın isteğini yerine getirsin de en büyük Yaverini üstelik sevgili, şimdiki tabirle genel sekreterinin isteğini yerine getirmesin. Kapıcıyı dinlesin, genel sekreteri dinlemesin.
Haşir Risalesini param olsaydı bir sinemaya çevirirdim, senaryosu o kadar içinde gizli ki… Hür Adamı yapan saygıdeğer sinema âşıkı keşke Haşir Risalesini de yapsa. Bediüzzaman zaten anlatımda sinemayı kullanmış, bütün anlatılanlar sinematograf gözlü bir adamla eğitilen adam arasında cereyan etmiş. Üç kişi birlikte dolaşırlar. Anlatıcı ve anlatılan adam ve sinematograf olayları sinemalaştıran Bediüzzaman’ın gözü ve hayali ve yorum dünyası.
Acaba’dan sonra yine bir sorgulama kelimesini de çok kullanır: “Halbuki…” “Halbuki o sevgilinin maksudu umumun da maksududur. Hem padişahın marzisi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanedeki muvakkat nüzhetgahlar kadar ağır gelmez.” İşte bir sinema tabiri daha. Seyre dayanan bir cümle: “Muvakkat nüzhetgahlar.” Çünkü dünya ona göre bir seyir yeri ama muvakkat seyir yeri. Onun için seyretmekten hiç geri durmamış. Seyir ve temaşa Bediüzzaman demek. Muvakkat seyir yeri bu kadar güzel yapılmışsa ya ebedi seyir yeri nasıl olacak? Var sen kıyas eyle.
Sonra bir “madem” kelimesi gelir, o da gizli bir sorgulama ama kalbi bir kelime. O bu “madem”i de çok sever. “Madem nümunelerini göstermek için beş altı gün seyrangahlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakiki hazinelerini kemalatını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek öyle seyrangahlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.” Dünya seyrangahı sineması bu kadar etkileyici ise ya ötedeki sinema, saltanatının karargâhındaki ebedi sinema? Ne kadar yüksek düşünüyor, beşerin, üdebanın dühat-ı üdebanın hayali bile buralara gelemez. Onun fildişi kulesi ona ait. Bir hışımla geldi geçti kizir oğlu Mustafa Bey hey hey hey!
O sinema akılları hayrette bırakacak bu cümleyi kuran, ahiretin bütün harika ahvalini naslardan, ehadisten Yaver-i Ekrem’den dinlemiştir. Miracın sıcaklığında ona sorulan sorulardan “Ya Resullallah cennet nasıl bir yer?” “Ne göz görmüş, ne kalb-i beşere hutur etmiş” diyor Nebiyy-i Zişan. İşte akılları hayrette bırakan bu görülecek olan ahiret sinemasının perdeleri, olayları. Bilgi Bediüzzaman’ın dilinde nasıl hayret verici bir şekilde büyüleyici bir hal alır?
Bu yüzden, “Bana sen şuna buna niçin sataştın? Diyorlar” diyor. O da bu anlattıklarına dalmış, “Farkında değilim.” diyor. Bu kurgularla uğraşan bir insan nasıl onların farkında olsun? O dimağlarda akıllarda yanan tevhidsiz ve haşirsiz insanların yangınını söndürmekle meşgul. Karşısında büyük bir yangın var. Yangının karşısında itfaiye memuru yatar mı? Evet yatar. İşte benim gibi! Bugünkü rızkını koy kursağına, “Allah kerim” der yatar sağına.
Bu dünya beş altı günlük bir seyrangah. Ya ebedi hayat? Bir yerde de “bir gece” diyor, dünya bir gece, arkası önü ebediyetin gündüzü. Yunus da dünyaya “bir gölgelik” diyor:
“Dünya dedikleri bir gölgeliktir.”
Ben suretlerden çok etkileniyorum, çok canlı bir sinema ve Bediüzzaman olayları mahiyet değiştirerek ama aslını bozmadan konuşur.
Daha sonra Bediüzzaman dünyayı “birkaç dakikalık seyir” olarak niteler:
“Hem bütün raiyyet padişahın kıymettar ihsanatının nümunelerini ve harika sanatlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için şu teşhirgahta bir kaç dakika durup seyrediyorlar.”
Birkaç dakika durup seyretmek… Biz ise, o birkaç dakikayı gaye-i hayal yapmışız.Unutma birkaç dakika… Öyle değil mi?
Suretler bir büyük sinema. Sinemanın makinası nerelerde dolaşır? Bu da ayrı bir mesele. Sinematografın meydan-ı cevelanı. Kendisi söylüyor: “Hayali sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu sanatları yapamazlar.” İşte sanatçı göz, sanatla sinematograf gibi bakan göz! Allah’ım şu eseri biri sinemaya çevirsin. Senin gizli askerlerin var. Gönder birini. Bekir Abi’yi yetiştirip gönderdin, Hür Adamı gönderdin, daha ne gizli askerlerin var. Bizim askerler daha elbiselerini giyemediler.