Cemal A. Kalyoncu'nun haberi:
Bediüzzaman’ın öğrencilerinden Mustafa Sungur, oğlunun dediği gibi vefatıyla da cemaatler arasında uhuvvet ve muhabbete vesile oldu. Hayatını risaleleri anlatmaya adayan Sungur’un Fatih Camii’ndeki cenaze namazına binlerce seveni katıldı.
27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşmiş, Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar dolaşmaktadır. Sisli ve karanlık bir ortamda darbeye sevinenler hariç, herkes tedirgindir. Zübeyir Ağabey, Nazilli’de Mustafa Öztürk adlı çırçır fabrikası sahibi birinin bağlarında izini kaybettirmiş; Bayram Yüksel, Karabük’te camcı Şevki’nin yanında çalışır gibi dükkânda bulunuyor.
Belirsizlik dağılana kadar hizmetlere biraz ara veriyorlar. Böylece Risale-i Nur hizmetinde bulunanların faaliyetlerinde bir duraklama oluyor. Bu havayı dağıtmak, Bediüzzaman’ın talebelerinden ‘Hayatım hayatınla devam edecek’ dediği Mustafa Sungur’a düşüyor. ‘Sungur Ağabey’ beraberindeki birkaç arkadaşıyla birlikte ihtilalın o karanlık günlerinde Türkiye çapında bir seyahate çıkıyor. 70 günde memleketi iki kez dolaşıyor. Hatta yolları Kastamonu’ya düşüp de Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyaret ettiklerinde, “Bu hengamede böyle gezilir mi? Bu ne cesaret, biraz ara verin.” tepkisi ile karşılaşır.
‘Yeter’ diyecekleri sırada Hanili Yusuf Karayel’in gördüğü bir rüyada, Üstad elinde bir kalem, önünde Türkiye haritası, kalemin ucundan alev çıkıyor. Bediüzzaman kalemi şehirlerin üzerine gezdirerek Rize’ye kadar işaretleyince Mustafa Sungur durmak bir yana yeniden ve şevkle Samsun’dan başlayarak bu sefer de Karadeniz’i turluyor. Milli Birlik Komitesi’nin sıkı takibatları da engel olamıyor onun Türkiye’yi dolaşmasına.
Böylesi cesaretle Anadolu’yu gezmesine rağmen Mustafa Sungur bile duydukları ile sarsılıyor. İnananların moralini sarsacak hadise, İhsan Atasoy’un kaleme aldığı Mustafa Sungur adlı kitapta, onun ağzından şöyle naklediliyor: “1962 yılında, 27 Mayıs’tan sonra ikinci bir ihtilal teşebbüsü olmuştu. Ben yolda Yüzbaşı Zihni Hızal’a rastlamıştım. Zihni Bey, bana bazı gizli planlardan söz etti. ‘İki ayrı liste yapmışlar! Biri 800 kişilik. Diğeri 2 bin kişilik. 800’lük listede Necip Fazıl, Prof. Dr. Ali Fuat Başgil gibi kimseler var. İkincide çok daha geniş, bütün nur talebelerini imha planı yapmışlar!’ dedi.” Sungur, ister istemez bu habere üzülür ve öylece geldiği Süleymaniye’deki dersanede Bayram Yüksel ile karşılaşır. Ona bunu anlattığında Bayram Ağabey, hiç aldırmaz ve ‘Merak etme bir şey yapamazlar’ deyiverir. Çünkü Bayram Yüksel, Bediüzzaman’dan “Küfrün beli kırılmıştır kardeşlerim, size daha zarar veremezler!” sözünü defalarca işitmiştir. Dolayısıyla bu hadise de onun cesaretini kıramaz.
Köy enstitüsünde okudu
Geçen hafta vefat eden Mustafa Sungur, cami hocalığı ve muhtarlık yapmış Mehmet Efendi’nin çocuğu olarak 29 Eylül 1929’da, o zamanlar Kastamonu’ya bağlı Eflani’de dünyaya gözlerini açmıştır. Abdüsselamoğulları diye bilinen ailesinden dedesi Hacı Ahmet, Yemen’de harbe gitmiş, Mekke-i Mükerreme’de bir sene imamlık yapmış birisidir. Anne tarafı ise aslı Buhara’dan gelme Şıhlar’dandır.
İlkokuldan sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’nde eğitimine devam eden Sungur, kitap okumayı zaten çok severdi. 1942 senesinde 250 kitap okuduğunu söylemişti. Müzik bölümünü seçtiği köy enstitüsünde mandolin çalmakta başarılı olmuştu. Ve köye döndüğü zamanlarda çocukları sıraya dizip mandolinle ilahiler okuttuğu olurdu. Buna rağmen köy enstitüsü gibi model okulların öğrenci üzerindeki etkisi, inancı kuvvetli bir aileden gelmesine rağmen, Sungur okulu bitirdikten sonra anlaşılacaktı. Zira köye döndüğünde annesi Cemile Hanım’ın ‘Bu yüzden geri kaldık’ diyerek namazına müdahale etmek istemiş, 16 yaşında iken evlendiği Emine Hanım’a da başını açması telkininde bulunmuştu. Babası ‘Bu çocuğu zehirlemişler’ tespitinde bulunarak âlim zatlardan destek istemişti. Buna rağmen küçükken aldığı dini eğitim galip gelir ve bu düşüncelerden sıyrılıp manevi bir yola sevk olunmuş bulur kendini.
Said Nursi’yi de ilk defa köy enstitüsündeyken, 1943’te duymuştur. 1946’da da risaleleri tanıma imkanına erecektir. O yıl Çalışlar köyünde muallim olan ve tekrar namaza başlayan Sungur, risaleleri Hafız Ali’nin tam vârisi diye Emirdağ Lahikası’nda ismi çok geçen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vesilesiyle tanır: “Safranbolu’ya gittim, orada Keçeci Mehmet Efendi ile tanıştım. O bana Şemsettin Yeşil’in kitaplarını verdi. Hakikaten çok hoşuma gidiyordu onlar. Yeşil, meğerse risalelerden cümleler alırmış kitaplarına. Yani o kitapların çoğu Risale-i Nur’dandır. Üstad helal ediyor, böyle çalıntıları, ‘Madem hizmet oluyor imana, Kuran’a’ diyor, helal ediyor. Sonra 1946 senesinin mayıs veya haziran ayında Safranbolu’da toplantıya gittik. Muallimliğe girdikten 2-3 ay sonra hemen namaza başladım. Zaten küçükken de hep namaz kılardım. Safranbolu’daki Köprülü Camii’nde abdest alırken baktım sakallı bir zat. Sordum, müftü olduğunu söylediler. Hemen elini öptüm ve ‘Hocam bazı suallerim var’ dedim. ‘Söyle bakalım’ dedi. ‘Eskimolar var Sibirya’da, onların hali ne olacak? Onlara tebligat olmamış’ dedim. Muallimim ya! Elimden tuttu, bir berber dükkanını gösterdi, ‘Namazdan sonra oraya gel, sana cevabını veririm’ dedi. Gittim oraya. Üstad’ın hizmetinde bulunmuş Hüsnü Bayram Ağabey’in babası Hıfzı Bayram Efendi’ninmiş. O ‘Gel’ dedi ‘Müftü evden sana bir kitap getirmeye gitti.’ Orada oturttu beni, çekmeceden bazı formalar çıkardı ‘Bunları oku’ dedi. Okuyorum ama böyle rüzgar gibi bir hidayet esintisi geliyor bana, dedim ‘Amca bu kimin kitabıdır?’ ‘Bediüzzaman’ın’ dedi. ‘Ben’ dedim ‘Bu zatı duydum.’ Bir sene evvel Kastamonu’nun Oğul köyünde bir ay staj yapmıştım. Oradaki muallim Şevket Efendi, Üstad’ın ziyaretine gitmiş birisi. 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda köye giderken yolda iki saat bunları anlatmıştı bana. ‘Ben’ dedim ‘Bu zatı hep tanıyordum.’ Fakat kitaptan bana, öyle rüzgar gibi hidayet nurları, esintiler geliyor. Müftü Efendi, evden bana Beyoğlu Müftüsü’nün Esma-i Hüsna kitabını getirmeye gitmiş. Sonra bir dahaki gelişimde, öbür caddedeki Keçeci Mehmet Efendi’nin dükkanına gittim. Orada görüşürken baktım ki bir zatı çağırdı. O da Mustafa Osman Ağabey imiş. İsmi var kitaplarda. O da Üstad’ı bir anlattı böyle... Sonra bana oradan epeyce yeni yazı kitap verdiler, Küçük Sözler vesaire….”
4 yıl gizlenmek zorunda kaldı
Böyle bir atmosfer içerisinde evde kitapları ağlayarak okuyan Sungur, Üstad’la alakalı pek çok rüya görür. Sanki bunlar onu Bediüzzaman’ın yanına çağırmaktadır.
Dini faaliyetlerin muazzam baskı altına alındığı böyle bir süreçte elle yazılmış risaleler, mektuplar halinde Türkiye’yi dolaşıma çıkmıştır. Sungur da onlardan feyiz alanlardandır. Buna mukabil kendisi de Üstad’a mektuplar yazar. Üstad’ın gönderdiği bir mektubunda adını geçirmesiyle hülyaları gerçeğe dönüşür.
Eylül 1947’de Sungur, Bediüzzaman’ı görmek arzusuyla, aldığı 100 lira borç parayla yollara düşer. Uzun ve meşakkatli yolculuk sonucunda Üstad’ın karşısına çıktığında, Üstad “Evli olmasaydın seni yanıma alacaktım” der. Sonra da “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek, halkaya daha yeni dahil olan Sungur’a iltifat eder.
1948’de Said Nursi, Afyon Davası sebebiyle tevkif edilince bunu duyan Sungur da “Ya Rabbi, beni Üstad’ın yanına gönder” diye dualarda bulunur. Duası bir süre sonra kabul olan Sungur’un hayatı boyunca aralıklarla 10 yıl medrese-i yusufiyeye yolu düşecektir.
12 Eylül 1980’den sonra da Sözler Yayınevi’nin sahibi olarak Tarihçe-i Hayat’ı basmaktan 163. Madde’den dava açılan Sungur, 2,5 yıl cezaya çarptırılır. Fethullah Gülen Hocaefendi gibi Sungur Ağabey de o süreçte ne evine ne bildik adreslere gidebilir. 4 yıldan fazla süren bu zorlu hayat tashih-i kararla kaldırılabilir ancak.
1990’dan sonra komünizmin çökmesi ile Orta Asya’da, bu sefer Risale-i Nur hizmetlerine koyulan Sungur Ağabey, ilk günkü enerjisinden bir şey kaybetmeden davasını anlatmayı sürdürür. Ta ki 2010’da, kısmen felç geçirdiği rahatsızlığından sonra, vefatına giden süreçte Sema Hastanesi’ne yatırıldığı 26 Eylül 2012 tarihine kadar. O süreçte çok sevdiği risale dersleri yapamaz belki ama kardeşlerinin kendisine okuduğu Risale-i Nurları, son anına kadar şuuru yerinde bir şekilde dinler. Hizmetindekiler ‘Yorulmuştur, burada bırakalım’ demesine rağmen, o daha ister. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, rüyasında gördüğü ‘Ben Mustafa Sungur’un babasıyım. Sungur gözlerini açtı’ davetiyle ziyaretine gelir. Uzun zamandır gözlerini açmamış Sungur onun selamını alır ve 5-10 dakika sonra ruhunu teslim eder.
Mustafa Sungur, Fatih Camii’nden kaldırılan cenazesinde de bütün Türkiye’yi birbirine kenetledi. Taziye için arayanlardan dolayı oğlu Muhammed Nur Sungur’un telefonu bir an olsun susmuyordu. Mustafa Sungur’u en çok sevdiği ‘ağabeylerden’ biri olarak değerlendiriyordu.
Gerçekten de fedakarane ve bir o kadar da cefakarane bir ömür sürmüş Mustafa Sungur Ağabey, vefatıyla da hizmetlerine devam etmişti. Oğlu Muhammed Sungur, babasının, vefatıyla da cemaatler arasında uhuvvet ve muhabbete bir ilmik daha attığını söylüyordu: “Ben o manada değerlendiriyorum yani bunlar mühim şeyler. Arada fitne, fesat için üç-beş tane cerbezeci yetiyor. Zaten işte bu parçalanmalar, bölünmeler, aleyhte birtakım şeyler hep bu yüzden. Çamur at izi kalsın. Biri kuyuya taş atar, 40 kişi çıkaramaz misali öyle oluyor yani bu işler. Tahrip etmek kolay, tamirat zor.”
Bir zamanlar Avrupa’da cami ve mescidleri bile ayırdıklarını, aynı şeyin Türkiye’de de yapılmak istenmesine rağmen başarılamadığını söyleyen Sungur, ‘fitneye hiçbir zaman geçit vermemek gerektiğini’ vurguluyordu. Sungur, merhumun kucaklayıcı bir tarafı olduğunu, kendisine entrika kuranlara dahi ziyarete gelmek istediklerinde kapısını kapatmadığını belirtiyordu: “Herkesin değişik meşrep ve mesleği olabilir ama bu bütünlüğe zarar vermemeli. Hizmetine devam etmeli, aleyhte olmadan. Bu hizmet kervanında yürümeli…” Ailenin gazetelere verdiği teşekkür ilanına bakmak bile Mustafa Sungur’un birleştiriciliğini görmek için yeterli. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başını çektiği devlet erkanı, Başbakan Tayyip Erdoğan ve bir çok farklı partinin temsil edildiği siyaset cenahı, bürokrasiden iş dünyasına herkes var. Fethullah Gülen Hocaefendi ve Diyanet İşleri Başkanı Görmez ile beraber neredeyse bütün İslami kesimler Sungur Ağabey’in gölgesinde birleşti.
Dünyayı elinin tersiyle itti
Mustafa Sungur, hayatı ve mücadelesiyle de örnek bir zattı. O sebeple ki rahmetli Bekir Berk’in de ona dair bir benzetmesi vardı: “Bu davayı bir çadıra benzetecek olursak, o çadırın orta direği Zübeyir, yan direkleri de Sungur Ağabey’dir.” Üstad’ın şu sözü de kayıtlara geçmişti Mustafa Sungur hakkında: “Zübeyir, Sungur, Hüsrev, Nur’dan yükselen üç sütundur.” Üstad’ın bu kadar övgüsüne mazhar olmasının sebepleri vardı. Muhammed Sungur’un belirttiği gibi Sungur Ağabey, bu davaya vurulmuştu: “Hani o massederek, emerek sanki böyle bütün hissiyatıyla iliklerine kadar… Risale-i Nurları babam çok iyi biliyordu. Risaleyi risale ile açıklardı. Babamın bütün hayatı Allah davası yolunda geçti. Dünyayı, her şeyi elinin tersiyle itip tamamen ömrünü bu meseleye vakfetmişti.”
Çocukları da baba figüründen neredeyse yoksun büyümelerine rağmen bunu hiçbir zaman dert etmeyecekti: “Babam hep hizmette olduğu için sabah çıkar, gece yarısı eve gelirdi. Şehir dışlarına sohbetlere de gittiği için biz babamı çok az görürdük. Annem terzilik yapardı köyde. Yani annem bize hem annelik hem babalık yapmıştır. Babam hep hizmetlerde olduğu için 7 kardeşi hakikaten annem büyüttü.”
Sungur’un, Bediüzzaman’ın 1946, 1958 ve 59’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu bulunuyor.
Mustafa Sungur Ağabey’le ilgili kendisinin ve dostlarının hatıralarını bu sayfalara sığdırmak mümkün değil. Onu anlamak için Fatih Camii’nde toplanan cemaate bakmak en iyisi. “Ben rahmet-i İlâhî’den ümit ederim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek.” diyen Üstadı’na yakışır bir eda ile gitti zira.
Aksiyon