Prof. Dr. Davut Aydüz'ün yazısı:
Bediüzzaman'ın Tebliğ ve İrşad Yapanlara Tavsiyeleri
Makalemizde, Bediüzzaman’ın bir ömür boyu tebliğ ve irşad vazifesinde kendisinin bizzat takip edip, talebelerine emir ve tavsiye ettiği, mübelliğ ve mürşidlerin takip etmeleri uygun olan metotları arzetmek istiyoruz.
1.Yaşadığını Anlatmak, Anlattığını da Mutlaka Yaşamak
Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak, tebliğcinin en önemli vasıflarından biridir. Ayrıca mübelliğ, yaşanmayan sözlerin, nasihatlerin, ma’şerî vicdanda herhangi bir müspet tesir icra etmeyeceğini de bilmelidir. Çünkü, samimî olmayan söz ve davranışlara Allah (c.c) yümün, bereket ve tesir lûtfetmez. Onun için, mübelliğ bu hususa çok dikkat etmelidir. O, İslâm'ı önce kendi içine sindirip, onu tabiatının bir yanı hâline getirmeli; namazını dosdoğru kılmalı, üzerine farz ise zekâtını tastamam vermeli ve her meselede Allah (c.c) ve Resûlü’ne (s.a.s) itaat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir
Bediüzzaman’ın yazdığı eserlerin, yaptığı harikulade izahların fikirlerde ve gönüllerde büyük bir tesir icra etmesinin en mühim sırrı, bu hakikatleri bizzat kendi nefsinde kemaliyle yaşamasında yatmaktadır. Yani “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saf, 2) ve “Siz Kitâbı okuduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) âyetlerinin ikazı altında o, yapmadığı şeyleri söylememiştir. Bilâkis önce kendi nefsine hitap etmiş ve kendisi hakkıyla yaşamış, daha sonra başkalarına anlatmıştır.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’da sık sık kendine, kendi nefsine hitap ederek, birtakım yanlışları kendine nisbet etmek suretiyle başkalarına ders vermeyi ve ikaz etmeyi, hem büyük insanlara mahsus tevazuun bir gereği olarak, hem de muhataplarını rahatsız etmeden tebliğ görevini yapabilmek açısından benimsemiştir. Nefsine, “Ey sersem nefsim!”, “Ey hodbin nefsim!”, “Ey tembel nefsim!”, “Ey miskin nefsim!”gibi hitaplarla başkalarından ziyade önce kendi nefsine hitap etmiştir:
Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin. (Birinci Söz)
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler. (Târihçe-i Hayat, s.83)
Hem Risale-i Nûr, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalâlet karşısında tek başıyla galibane mukabele eder. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 188)
2. İhlâs
Dine hizmet eden kişiler, inanç, fikir, söz ve davranış bakımından örnek bir samimiyet sergilemeli, yani ihlaslı olmalı, sadece Hak Teâlâ’nın rızasını kazanmak maksadıyla irşad ve tebliğde bulunmalıdırlar. Davranışlarda menfaat sağlama kastı, riya, gösteriş, kıskançlık, hırs, tama’ veya halkın medh u senâsını kazanma niyeti hiç olmamalıdır. İhlâsın zıddı riyâ ve sum’adır. Riyâ ise hadis’in ifadesi ile şirk (-i hafî)dir. (Tirmizi, “Nezir”, 9; İbn Mâce, “Fiten” 16)
Risale-i Nur’un yolu ihlas yoludur. Necat ve kurtuluş ise ancak ihlas iledir. Kur’ân’a hizmetteki muvaffakiyetin, kabul ve makbuliyetin manevî şifresi ihlastır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un en büyük kuvvetinin ihlâs olduğunu ifâde etmektedir. Bu maksatla iki risâle te’lif etmiştir (20 ve 21. Lem’alar). Bu risâlelerin başına “En az 15 günde bir defa okunmalı” kaydını koyması, onun ihlâsa ne derece önem verdiğini göstermektedir.
Risale-i Nur’un hakikî şâkirtleri hizmet-i îmâniyeyi her şeyin fevkinde görür. Kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder. (Târihçe-i Hayat, 31)
Aziz, dikkatli kardeşim! Biz insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden, mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususen, acip bir riyakârlık olan şöhret-perestlik ve câzibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz. Yalnız, Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’caz-ı mânevîsinin lemeatı olan ve hakikatlarının tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revâcını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zâhir mânevî keramatını ve îman noktasında, zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûb ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz; ve onu rahmet-i ilâhiyyeden bekliyoruz... (Hizmet R., 114)
3. Mübelliğin Vazifesi Sadece Anlatmak Olup, Kabul Ettirmek Allah’a Aittir
Yüce Allah (c.c.), peygamberlere düşen vazifenin sadece tebliğden ibâret olduğunu, kabul ettirip ettirmemenin ise Kendisine ait olduğunu bildirir: “Peygambere düşen sorumluluk, sadece tebliğ etmektir.” (Mâide, 99) Peygamber Efendimize hitâben de: “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder.” (Kasas, 56) “Sen insanları irşada devam et. Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir.Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.” (Ğâşiye, 21-22) Tebliğ ve irşad yapan bir kimsenin vazifesi, güzel bir davet ve ilâhî hükümleri muhataplara ulaştırmaktır. Hidâyete erdirmek ise Yüce Allah’ın bileceği bir iştir. Çünkü dâvetçi halkı zorla îmana getirecek güce sahip değildir ve bundan mes’ûl de değildir.
...Risale-i Nur’un mesleği ise; vazifesini yapar. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabûl ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. (Kastamonu Lâhikası,196-197)
4. Hasbîlik
Hasbîlik, Allah yolunda yapılan hizmetin garazsız ve ivazsız, yani menfaat ve karşılık beklemeden yapılması demektir. Hasbîlik, ihlas ve samimiyetten başkadır. İhlasın zıddı riyâ, hasbîliğin zıddı menfaat ve karşılıktır. İrşad ve davetin ücretsiz yapılması gerektiğini anlatmak için Kur’ân’da birçok peygamberin: “Bu tebliğimden ötürü sizden maddî bir karşılık istiyor değilim. Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah Teâladır.” (Hûd, 29,51) dediği hikâye edilir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre irşad ve tebliğde insanlardan ne maddî, ne de manevî hiçbir menfaat beklenmez. Allah rızası esas alınır. Bediüzzaman da neşr-i hakta enbiyaya ittiba eder, hizmetinin karşılığında ecir ve ücret istemez. Ona göre bu dünya hizmet yeridir, ecir ve ücret yeri değildir.
Hizmet-i Dîniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahî bilerek, insanlardan minnet almayarak ve hizmet-i dîniyenin mukabilinde almamaktır. Çünkü: Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın... Verildiği vakit de, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini, kendi nefsine tercih etmek... (Lem’alar, 139).
Bunu da ciddî söylüyorum; ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi bi’l-fiil ikaz edeyim ki, devlete intisap, hizmet etmek içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatledir. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi-i şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabulünde mâzurum.” (D.H.Ö. İçtimaî Reçeteler, I,73)
5. Kardeşlik, Birlik ve Beraberliği Muhafaza, Bütün Hizmet Ehline İyi Davranma
Allah, mü’minlerin birlik ve beraberlik içinde olmalarını ve hayır üzere yardımlaşmalarını emretmektedir. “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın.” (Âl-i İmrân, 103) “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın” (Mâide, 2). Bediüzzaman da, irşad ve tebliğde bulunan cemaat ve şahısların birlik ve beraberlik içinde yardımlaşarak ve diğer hizmet eden şahıs, grup ve cemaatleri tenkit ve gıybet etmeden hizmet etmelerini istemektedir. Şimdi bunları birkaç başlık altında görelim:
a. Aynı Hizmettekiler Arasında Birliği Koruma
Risale-i Nur’daki ilişki hasbî, samimî, hakikî kardeşlik ilişkisidir. Nur talebeleri Kur’ân dersinde kardeş ve arkadaştırlar. Birbirlerinin muîn ve muzâhiridirler. Bu düstur Risale-i Nur’da “fenâfi’l-ihvân” tabiriyle ifâde edilmiştir. Yani, birbirinde fâni olmak, kardeşinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. İman, muhabbet-i İslamiyet uhuvveti iktiza etmektedir. Mü’minler arasında birlik, ittifak ve imtizaç râbıtalarını tesis eden bağlar Esmâ-i ilâhiyye sayısıncadır. Risale-i Nura kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şâkirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini tam bir havuz kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir.” (Hizmet R., 23)
b. Diğer Hizmet Ehline İyi Davranma veya Müsbet Hareket
Bediüzzaman, bu meselede de makul ve muteber çözümler teklif etmiştir. Her şeyden önce o, farklı anlayışların varlığını gerekli ve faydalı görür. İslâm’a hizmet etme anlayışındaki bu farklı görüşe sahip kimselerin, gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müspet ve yapıcı, yani dine, millete hizmet etmek şeklinde olacaktır. Bu varsa, metotta ve meşrepte birlik aranmaz. Böylesi birliğin fayda değil, zarar getireceğini, insanları “nemelâzım başkası düşünsün” demeye iteceğini söyler. Talebelerinin ve tebliğ vazifesinde bulunanların birbirlerini tenkit etmemeleri gerektiği üzerinde ısrarla durur:
Müsbet hareket etmek, yani; kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın. Belki dâire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok râbıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek..
Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise... “Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îmâ eden: “Hak yalnız benim mesleğimdir, veyahut güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek... Ve ehl-i hakla ittifak tevfik-i ilâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle...
Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesanüt sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında o şahs-ı mânevîye karşı en kuvvetli, ferdî olan mukavemetin mağlûb düştüğünü anlayıp; ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp o müthiş şahsı mânevî-i dalâlete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek...Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmek... (Lem’alar, 140)
c. Ehl-i İlme Karşı Hareket Tarzı
Bediüzzaman, kendisinin benimsediği İslâm’a hizmet metodunu beğenmeyen ve tenkit edip itiraz eden ehl-i ilme karşı aynıyla mukabelede bulunmamıştır. Bilakis talebelerinin onlara karşı saygılı olmalarını tavsiye ve imanı olan herkesi kardeş kabul etmiştir. Hattâ O, Allah’ı tanıyan ve âhirete inanan Hıristiyanlarla bile tartışmayı, talebelerine yasaklamıştır:
O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabûl ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de, beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun madem îmanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz… Elimizde nur var; topuz yok! Nur incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enâniyeti de varsa, enâniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar “Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkân, 72) düsturunu rehber ediniz… O’nun fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Değil onlar gibi ehl-i diyânet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda îmânı bulunan ve fırka-i dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamakta ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları, medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acaip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” (Hizmet R., s.184-185)
6. İşe Esastan Başlamak
İrşad ve tebliğde temel prensip, “işe esastan başlama ve tedrîcen teferruata inme”dir. Bu sebeple mürşit ve mübelliğler, her şeyden önce Müslümanların ve insanların içerisine düştükleri îmanî teşevvüşü izâle ile tevhîd esasını ikâme mecburiyetindedirler. İslâm ancak sağlam bir akîde üzerine bina edilebilir. Bu sağlanmadan, füru’ ile iştigalin davete getireceği herhangi bir fayda yoktur. Mekke döneminde Kur’ân’ın ilk inen âyetlerinin îmanla ilgili olması da bu meselenin önemini göstermektedir.
Bütün İslam mütefekkirleri gibi Bediüzzaman’a göre de, dünyada en büyük hakîkat îman ve tevhid hakîkatıdır. Onun için Bediüzzaman tebliğ ve irşad vazifesinde îmanî meselelere öncelik vermiş ve Risale-i Nur’un ilk ve esas vazifesinin bu olduğunu defaatle beyan etmiştir. Çünkü ona göre, asrın büyük problemi inançsızlıktır. Bütün hayatı boyunca hakîkat nurlarının inkişâfına mâni bütün engellere karşı sürekli mücadele etmiştir:
Risale-i Nur’un “Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve bi’l-yevmi’l-âhir”deki hakaik-ı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylosofları susturup ders verirken... (Barla Lah.,s.41)
Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez; fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.” (Beşinci Mektup)
Evet eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabûl etmemek olsaydı; ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün îdam-ı ebedîsinden Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı...” (Hizmet R., s.116).
7. Tebliğ ve İrşatta İfadeye Dikkat Etmek
Kur’ân, makul bir delil ileri sürmeden, bilgisizce ve boş iddialarla yapılan mücadele şeklini reddetmiştir. Dâvetini hikmet ve güzel öğüt esasları üzerine yürütürken, inatçı, katı ve sert tabiatlı insanlarla da en güzel şekilde mücadele yapılmasını ve tatlı dil kullanılmasını istemiştir. “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et..” (Nahl, 125) “Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin...” (Ankebût, 46) “Ona (Firavn’a) tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ-Hâ, 44)
Münakaşalardan müspet bir netice elde etmek oldukça zordur. Ayrıca yumuşaklık ve güzellikle hareket edilmedikçe, savunulan fikirler ne kadar güzel ve ne kadar kabule şayan olursa olsun, karşı tarafça pek benimsenmez. Onun için Bediüzzaman, tebliğ ve irşatta tartışmalardan uzak durulmasını ve tatlı dil kullanılmasını tavsiye etmiştir. Çünkü tebliğde hırçınlığın, kavganın, münakaşanın, öfkenin yeri yoktur. Bu bakımdan, Bediüzzaman isteyerek hiçbir münakaşayı başlatmamış, kavgaya girmemiş, ancak zaman zaman kendisini kavganın ve münakaşaların ortasında bulmuştur. Bazen de, arzusunun dışında kavga ve münakaşaların merkezi hâline gelmiştir. O zaman da yatıştırıcı bir rol üstlenmiştir.
Tebliğ ve İrşatta, ifade güzelliğinin önemini vurgularken de şöyle der:
Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet bütün envaiyle âhir zamanda en mergup bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını, cezâlet-i beyandan ve en mukavemet- sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır. (Hizmet R., 68)
Bediüzzaman, özellikle îmânî meselelerin, münakaşa şeklinde ele alınıp anlatılmasının câiz olmadığı görüşündedir:
Aziz kardeşlerim, o gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. (Kastamonu Lâhikası, 12. Mektup)
8. Vazife-i Bâkıyede Fütur Getirmeme ve Mâlâyâniyâtı Terk Etme
Allah’ın dinine hizmet edenlerin, peygamberler ve onların beraberinde olan kimseler gibi bu işi yaparken fütur getirmemeleri, yılgınlık ve zayıflık göstermemeleri gerekir. “Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber, kendisini Allah’a adamış birçok rabbanîler savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler.” (Âl-i İmrân, 146) Ayrıca tebliğ ve irşad vazifesini yaparken onu bırakıp, mâlâyânî şeyler ile ilgilenmemelidirler. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizî, “Zühd”, 11; İbn Mâce, “Fiten”, 12) buyurmuşlardır. Üstad Said Nursi de bu meyanda şöyle demektedir.
Aziz Kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şâkirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî, merak-âver meselelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur getirmeyiniz. (Emirdağ Lah., I,43).
Biz, bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri malâyâni bilip vaktimizi zâyi etmemeliyiz... (Emirdağ Lah., I,44).
9. İrşad ve Tebliğ Hizmetinde Karşılaşılan Zorluklara Sabretmek
Herhangi bir mürşidin seciyesindeki kuvvet ve kudretin en büyük miyarı, onun mihnet, meşakkat ve musibetlere karşı gösterdiği sabır ve mukavemettir. O mürşidin asil ve necib hasletleri, mihnet ve meşakkatler karşısında tecelli eder.
Sabır ve tahammül tavsiye eden bir mürşid, mutlaka sabır ve tahammül gerektiren mihnet ve meşakkatleri, eza ve cefaları görmüş ve geçirmiş olmalıdır. Tâ ki beşeriyete gerçek bir rehber olabilsin. Izdıraplar, meşakkatler ne kadar şiddetli olursa olsun o mürşid tevekkül, tedbir ve tahammül ile irşad ve hizmetine devam eder. Sabır, Müslümanların önemli vazifelerinden birisidir. Kur’ân’da doksanın üzerinde âyet, sabırdan bahsetmektedir. İşte Bediüzzaman, zatında bu hakikati kemâliyle yaşayan, talebelerine ve tebliğ ve irşatta bulunanlara tavsiye eden bir mürşid-i ekmeldir:
Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse, yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. (Hizmet R., 184).
Aziz Kardeşlerim, bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müspet îman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Hizmet R., s.205).
10. İrşad ve Tebliğ, Huzur ve Âsayişin Mevcudiyeti ve Devamıyla Mümkündür
Üstad Bediüzzaman, feragatiyle, şecaatiyle, merhamet ve şefkatiyle yapmış olduğu bir asra yakın manevî mücahedesinde talebelerini fitne ve fesadı, nifak ve şikakı netice verecek, asayişi zedeleyecek her türlü hareketten büyük bir hassasiyetle uzak tutmuş ve onları Müslümanları birbirine düşürecek davranışlardan şiddetle sakındırmıştır. Zamanın idarecilerine de hayatî önem taşıyan konularda gerekli ikazı yapmaktan bigâne kalmamıştır.
Üstadın bu irşad metodunu geçmiş asırlarda gelen büyük zatlarda da müşahede etmekteyiz. Meselâ, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı A’zâm Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi zatlar hapse atıldıkları, nice zulümlere, işkencelere maruz kaldıkları hâlde, müspet hareketi elden bırakmamışlardır. Bu büyük zatlar; “Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsad etmeyin.” (A’raf, 56); “Allah bozguncuları sevmez.” (Mâide, 64); “Islâh et, bozguncuların yoluna uyma.” (A’râf, 142) gibi Kur’ân’ın emirlerini hayatlarında tatbîk etmişlerdir.
Nifak ve tefrikaya düşerek parçalanan bir milletin asla payidar olamayacağına inanan Bediüzzaman, asayişin muhafazasına büyük ehemmiyet vermiştir. Risâle-i Nûr’da bunu defalarca dikkat nazarlarına arzetmiştir.
İman ilminden ibaret olan Risâle-i Nûr eczaları, emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe’ ve menbaı olan iman elbette emniyeti bozmaz, temin eder. İmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlal eder. (Tarihçe-i Hayat, 198).
Madem îman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum.. Onları da helâl ediyorum.” (Şualar, 200)
11. Fiilî Olarak Tebliğ ve İrşatta Bulunanların Siyasetten Kaçınmaları
İrşad ve tebliğ adına hususiyle de günümüzde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, bu kutsî vazifeye gölge düşürecek, mürşid ve mübelliğlere karşı antipati uyaracak ve belirli kimseleri memnun ederken, çoğunluğu küstürebilecek olan siyasî fikirlerden kaçınılması zaruretidir.
Herhangi bir siyasî kanaati olan birisine, dinî meselelerin siyasî havada kabul ettirilmesi mümkün değildir. Böyle kimselerle münakaşa ve tartışma suretiyle anlatılan şeyler, onların sadece gayz ve nefretlerinin kabarmasına vesile olur. Böyle kimselere, Allah ve Resûlü’ne ait elmas gibi hakikatleri anlatırken, muhatap onlara cam parçaları nazarıyla bakacak, melek gibi insanları başka nazarla mütalâa edecek, “o benim düşüncemde değil, öyleyse yaramaz” diye kestirip atacaktır. Ayrıca, “Dini siyasete alet ediyor” suçlamasıyla dinlemeyecektir. Bu düşünce, siyasî kanaatleri tenkit etmek değildir. Mü’minlerin de belli bir siyasî kanaati olabilir. Bizim söylemek istediğimiz husus, siyasete bulaştırılmış irşad ve tebliğ metodudur veya bizzat tebliğ ve irşad ile meşgul olanların siyasete girmemeleridir.
Bediüzzaman, Eski Said tabir ettiği dönemde, sırf dine, mukaddesata hizmet maksadıyla siyasete bir derece atf-ı nazar etmiş, fakat siyasetin esas gayesinden saparak, menfaat üzerinde boğuşmaya inkılap ettiğini, tarafgirliğe, tefrikaya yol açtığını görünce, bu yolla iman ve Kur’ân’a hizmet edilemeyeceğine karar vermiş ve siyaset âleminden nazarını çekmiştir.
Bediüzzaman’ın talebelerini siyasetten menetmesinin ehemmiyetli bir başka sebebi de, siyasetin tefrikaya yol açması ve uhuvvet-i İslâmiyeyi zedelemesidir. Bu husustaki derin endişesini şöyle dile getirir:
Sakın, sakın!.. dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın? Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! “Elhubbu fillah ve’l-buğzu fillah” (Allah için sevmek, Allah için buğzetmek) düstür-u Rahmanî yerine, el-iyâzu billah “Elhubbu fi’s- siyaseti ve’l- buğzu li’s- siyaseti” (Siyaset için sevmek, siyaset için buğzetmek, yani; aynı siyasî görüşü taşıyanları sevme, taşımayanlara buğzetme) düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannâs gibi gösterip, cinayetine şerik eylemesin. (Kastamonu Lah. s.84).
Bu manâyı teyid eden bir hâdise, O’nu siyasetten tamamen nefret ettirmiştir. Hâdiseyi bizzat kendisi şöyle dile getirir:
Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i sâlihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “eûzü billâhi mine’ş- şeytâni ve’s-siyâse” (Şeytan’dan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) dedim. O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat, “22.Mektup, 4.Vecih, 4.Düstur, s.247”)
Bediüzzaman, bilfiil tebliğ ve irşad vazifesinde bulunan talebelerini siyasetten men ediyor:
Demek bize ilişen doğrudan doğruya îmâna tecavüz eder. Onları Cenab-ı Hakk’a havale ediyoruz. Hem ehl-i siyasetle hiçbir münasebetimiz olmadığı hâlde, kat’î bilsinler ki: Bu memlekette, bu asırda, bu milleti anarşilikten, tereddî ve tedenni-i mutlaktan kurtaracak yegâne çâre, Risâletü’n-Nurun esasatıdır.” (Sikke-i Tas., s.149).
Dokuz on sene evvelki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkilatlı ve bana nispeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var...” (Mektubat, 57).
12. Hizmet Ehline Allah’ın Yardım Edeceğini Bilmek
Allahü Teâlâ: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine destek olursanız, O da size yardım eder.” (Muhammed, 7), “Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir.” (Hac, 40) buyuruyor. Bediüzzaman da âyetlere istinâden, değişik sebeplerden dolayı Allah’ın dinine hizmette gevşeklik gösteren kimseleri teşvik mahiyetinde, hizmet edenlere Allah’ın yardım edeceğini söyler:
Risale-i Nûr’un bir talebesi, Risale-i Nûr’a çalışmadığının bir sebebi, derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nûr’a çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nûr’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalpte ferahlık ve maişette suhulet görüyoruz. (Kastamonu Lah. s.93).
13. Meşveret
İslâm Dini’nde meşveretin önemli bir yeri vardır. Kur’ân’da bir sûre’ye (Şûrâ) bu ismin verilmesi ve istişâre ile ilgili başka âyetlerin bulunması bunu göstermektedir. “İşlerini istişare ile yürütürler.” (Şûrâ, 38) Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) hitâben de: “İşleri onlarla müşavere et.” (Âl-i İmrân, 159) buyurulmuştur. Bediüzzaman da bu ilâhî emirlere imtisâlen hem kendisi istişâre yapmış, hem de hizmet ehline istişâreyi emretmiştir:
...bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanütle çalışmak lâzımdır… Meşveret-i şer’iyye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nûr’a büyük bir zarar verebilir.” (Kastamonu Lah., s.178)
...siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, telâşsız, velveleye vermemek lâzım.” (Emirdağ Lah., I,141)
14. Tebliğ ve İrşatta, Vâiz ve İlim Adamlarının Çok Dikkatli Olması
Bediüzzaman’a göre tebliğ ve irşad vazifesinde vaizlerin ve ilim adamlarının büyük bir ehemmiyeti vardır. O, vâizleri “müderris-i umûmî” olarak tavsif eder. İslâm’ın başta tevekkül anlayışı olmak üzere bir kısım meselelerinin halka yanlış anlatılarak, geri kalışımızda mühim bir rol oynayan bu müesseselerin ıslâh edilmesi gerektiğini söyler. Böylece, büyük kitlelere İslâmî mesaj daha sağlıklı şekilde mâl edilebilecektir. Bediüzzaman’a göre, gerek ilmin halka mâl edilmesinde ve gerekse büyük halk kitlelerinde hissiyat-ı diniyeyi vicdanlara hâkim kılmada en büyük hizmet vâizlere ve ilim adamlarına düşmektedir.
a. Vâizlerin Durumu
O’na göre vâiz; basîretli, hikmetli, hem de muhakemeli konuşmalıdır. Dinî hakîkatleri anlatırken aşırı mübalağa yapmamalı, hurâfelerden uzak durup, zayıf ve uydurma haberler anlatmamalıdırlar. (Muhâkemât, 28; ayrıca bkz. “Divan-ı Harb-i Örfî”, İçtimaî Reçeteler, İstanbul 1990, Tenvîr neş., I,70; “Makaleler”, İçtimaî Reçeteler, II,272; Mektubat, 30-31.).
b. İlim Adamlarının Durumu
İlim adamları, ilme teşvik etmeli, halka nasihat ederek onları irşad etmelidirler. Halkı irşad ederken ilimden istifade ederek ilme hizmet etmelidirler. Yoksa, ilmi kullanarak şahsî çıkarlar peşinden koşmamalıdırlar. (Muhâkemât, s.47)
15. Din’in Maksadını Çok İyi Bilme
Dîni nasihatten ibaret sayan hadîs-i şerifler mevcuttur. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Dîn nasihattır, din nasihattır, din nasihattır. Kim için nasihattır Yâ Resûlallah! diye sorulunca, Allah, Kitabı, Resûlü, Müslümanların imamları ve halkı için nasihattir.” diye cevap verdi.” (Buhari, “İman”, 42; Müslim, “İmân”, 95; Tirmizî, “Birr”, 17) Evet, din bütünüyle nasihattır. Din, “emr-i bi'l- maruf, nehy-i ani'l- münker”dir.
Dînin nasihat oluşu hakkında Bediüzzaman şöyle demektedir: “Din nasihatten ibarettir. Nasihatte tesir lâzım. Tesir de hamiyet-i İslâmiyenin heyecanı ve vicdanların ihtisasına (duygulanmasına) vâbestedir.” (Âsâr-ı Bediiyye, s. 393).
“Şeriatın hakikî maksadı irşad ve tâlimdir.” (Muhâkemât, s.142)
16. Mübelliğ ve Mürşid Liyakatli Olmalı
İrşad ve tebliğ vazifesini yapan kişilerin, davete başlamadan önce gayet güzel bilmesi gerekli bazı hususlar vardır. Bu bilgiler elde edilmeden, yani ilmen davete hazırlanmadan davetten netice almak söz konusu olamaz. Her şeyden önce davetçi, davet ettiği esas ve prensipleri çok iyi bilecek, İslâm’ı her yönüyle güzelce öğrenecektir. Bunun için de o, Kitap ve Sünnet’i her şeyin üstünde tutacak, onları anlayacak, onları kavrayacaktır. Böylece sağlam bir İslâmî kültüre sahip olan mürşid ve mübelliğ, içerisinde davet yaptığı zaman ve mekânın, muhit ve çevrenin, muhâtaplarının şart ve durumlarını da bilmeye muhtaçtır. Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman, tebliğcinin bu işe liyakatli olmasını istemektedir. (Barla Lâhikası, 56)
17. İrşâd Ve Tebliğde Bulunan Kimselerin Muhataplarının Durumlarını Çok İyi Bilmesi
İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını, düşünce yapılarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Söylenen sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yapılan iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Kime ne anlatılmasının iyi tespit edilmesi gerektiği hususunu Bediüzzaman şöyle dile getirir:
...Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim; ata et, arslana ot atmayınız”. Yani: “Her Risaleyi herkese vermeyiniz...” (Lem’alar, s.250).
18. Tebliğ ve İrşatta Enâniyeti Terk
Kendisine hak ve hakîkat anlatılan muhatapla ikili konuşma anında, meselenin münazara zeminine çekilmemesine dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır. Bediüzzaman, bu zamanda enaniyetin terk edilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:
Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat’î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmârem ister istemez o mesleğe itâate mecbur olmuş...” (Hizmet R., 19)
Tevâzu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmânı kurtarmaktır, başkaların îmânına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına îmanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. (Emirdağ Lah, I,62; Sikke-i Tas., s.143; Mektûbât, s.398; Hizmet R., s.195; Şualar, s. 380; Kas. Lah, s.135,148 ve daha başka yerlerde de benzeri ifadeleri bulmak mümkündür.)
Sonuç
Sonuç olarak kısaca şunu ifade edebiliriz: Bediüzzaman’ın hizmet metodu geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Her zaman için geçerli ve asrımızın insanı için gereklidir. Kendilerini tebliğle mükellef sayanlar, bunu incelemek zorundadırlar. Bu metot, aynı zamanda bir mücadelenin de anatomisidir. Önce, gençliğin imanını kurtarma hedefi çizilmiş, şartlar nazara alınmakla birlikte şartlara teslim olunmamış, zamana ve zemine göre mücadele stratejisi değişmiş, ancak varılmak istenilen nokta hiçbir zaman değişmemiştir. Âlî hakikatlerden taviz verilmemiş; gazete, kitap, kürsü vs. gibi her türlü tebliğ imkânından faydalanılmış, temel prensipler etrafında bir tefekkür manzumesi örülerek her zaman ve zeminde hedefe yürünmüştür. O’nun bıraktığı mânevî mîras, Risâle-i Nûr Külliyatı, Türkiye’de ve dünyada milyonlarca insanın ellerinde, dillerindedir. Milyonlarca insan, o mânevî mîras sayesinde imanın güzelliklerini tatmıştır.
Hikmet.net