Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı-8
Bediüzzaman Van’da büyük ilgi ile karşılanır. Van Valisi Tahir Paşa Bediüzzaman’daki cevheri ilk keşfeden devlet adamlarından biridir. Valilik Konağının bütün imkanlarını Bediüzzaman’a sunar. Yerli-yabancı birçok kitap, gazete ve derginin bulunduğu konağın kütüphanesini Bediüzzaman’a açar. 1913’te vefat edinceye kadar, bu minvaldeki hizmetini sürdürür.
Osmanlı coğrafyasındaki ve dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden Tahir Paşa Konağı hükümet memurları, muallimler ve diğer ilim ehli için mektep, medrese ve istişare salonu vazifesi görür. Bu toplântılara Bediüzzaman da katılarak, görüşlerini ifade eder.
Bu yeni çevre Bediüzzaman’ın ufkuna önemli katkılarda bulunur. Özellikle geleneksel kelam ilminin, İslam’a fen ve felsefeden gelen şüphe ve tenkitlere cevap verme konusunda ne kadar yetersiz kaldığını yakından görür. Doğu alimlerince yeteri kadar bilinmeyen asrın bilimlerini öğrenmenin büyük ihtiyaç olduğunu hisseder. Bu konuda kendisini en çok cesaretlendiren yine Tahir Paşa olur.
Tahir Paşa, Avrupa ilim adamlarının ve feylesoflarının kitaplarını inceleyerek, ona ilmî, felsefî sorular sorar. Bir gün Tahir Paşa’nın yanında bu kitapları görünce, Paşanın sorularının kaynağının o kitaplar olduğunu fark eder. Bunun üzerine o kitapları da mütalâa ederek içeriğine âşina olur.
Bediüzzaman Bitlis’te hıfzına almış olduğu kırk kadar kitaba ek olarak, Van’da elli kadar fennî, felsefi, tarihî ve edebî kitabı ezberler. Her gece yatmadan önce 3 saat kadar hafızasındakileri tekrar ederek üç ayda devreder. Bunlar Kur’ân’ın hakikatlerine çıkmak için basamak olur. Her bir Kur’ân ayetinin kâinatı ihatâ ettiğini görür. Artık başka kitaplara ihtiyacı kalmaz. Kur’ân ona kâfi gelir.
Bediüzzaman bütün problemlerin cehaletten ve ihtilaftan kaynaklandığını ve bunun için de eğitim alanında yeni adımların atılması gerektiğini fark eder. Bu minvalde aşiretleri irşat etmeye çalışır.
Bu arada pozitif bilimler olarak adlandırılan fenleri okumayı sürdürür. Kısa bir süre içinde Tarih, Coğrafya, Matematik, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde eder.
Horhor Medresesi
Bediüzzaman Van’a geldikten bir yıl sonra, Horhor Çeşmesi yakınında Medresetü’z-Zehra’nın Van’daki numunesi olacak Horhor medresesini kurar. Medrese ihtiyaçlarının il vakıf dairesince karşılanmasını sağlar.
Eğitim sistemini tamamen kendisinin hazırladığı bu medreseye şarkın meşhur hocalarını ve zeki talebelerini getirtir. Fen ve din ilimlerini birlikte ders verir. Altı-yedi ay kadar süren bu eğitimde dersleri bizzat verir.
Bediüzzaman, talebesi olmak isteyenlerden ölünceye kadar kendisinden ayrılmama sözü alır.
Medresede dersleri üç grup halinde verir.
Birinci grup yüksek ilmi seviyeye sahip kişilerden, ikinci grup zeki ve kabiliyetli gençlerden, üçüncü grup da daha sonra Bediüzzaman ile savaşa katılan talebelerden oluşmaktadır.
Medrese, uzunca bir salon şeklinde olup, salonun ortasında boydan boya uzanan bir masa vardır. Bediüzzaman talebelerini masanın etrafında oturtur. Kendisi ayakta dolaşmak suretiyle ders verir. Ekser alet ilimlerini ezbere anlatarak talebelerine not ettirir.
Bediüzzaman talebeleriyle hem gayet ciddî, hem de gayet samimi idi. Talebelerini ilimde, amelde, takvada, ibadette, cesarette, ahlâkta, cihatta örnek mükemmel insanlar olarak yetiştirir. Mücâhid, âlim, âbid, cesur, fedakâr ve gayretli insanlar olarak terbiye eder.
O günlerde Osmanlı savaş ortamına çekilmektedir. Bediüzzaman durumun farkındadır. Her duruma hazırlıklıdır. Medresenin duvarlarında mavzer tüfekleri, kamalar ve fişeklikler asılıdır. Masaların üzerinde ise din ve fen ilimlerine ait kitaplar vardır. Talebeler bir taraftan ilim tahsil ederken, diğer taraftan askeri eğitim almaktadır. Bediüzzaman başında külah, ayağında çizme, belinde kama ile hocadan çok bir kumandan şeklinde görülmektedir.
Çanakkale cephesinde doktorun, hakimin, savcının, öğretmenin içinde bulunduğu en eğitimli sınıf şehit olur. Yeni “Türkiye” devleti eğitimli sınıftan yoksun şekilde zayıf temeller üzerine kurulur. İlerleyen yıllarda bunun sıkıntısı çok fazla çekilir.
Bediüzzaman Birinci Dünya savaşında Bitlis ve Van şehirlerini Horhor Medresesinde eğitim gören talebeleriyle savunur. Ruslara esir düşer. Horhor Medresesinin meyvesi olan ve Medresetüzzehra’nın ilmi ve entelektüel temelini oluşturacak birçok talebesi de şehit düşer.
Van, Ermeniler ve Ruslar tarafından yakılır. Horhor Medresesi de bundan payını alır. Bu gün Horhor Medresesine ait bir kalıntı olmasa da milyonlarca Nur şakirdinin kalbinde varlığını sürdürmektedir.
Bediüzzaman’ın Diğer Alimlerden Farkı
Bediüzzaman o günlerde, bazı özellikleriyle bölgenin alimlerinden ayrılıyordu. Bu özellikler şöyle sıralanabilir:
1-Kat’iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş kabul etmemek.
2-Hiçbir âlimden sual sormamak. Yalnızca sorulanlara cevap vermek.
3-Yanında bulunan talebelerini kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men’etmek. Talebelerini kendi iaşe etmek.
4- Daima mücerret kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek.
Müthiş Bir Haber…
Yıl 1899. İslam dünyasının önderi durumundaki Osmanlı son yıllarını yaşamaktadır. Birçok devlet Osmanlıyı yıkmak için plânlar yapmaktadır. İşte bu günlerde Van Valisi Tâhir Paşa gazetede durumu özetleyen bir haber okur.
Habere göre, İngiliz Sömürgeler Bakanı Avam Kamarasında Kur’ân’ı eline alarak konuşma yapmaktadır:
"Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bu Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız. Veya Müslümanları ondan soğutmalıyız…"
Haberi okuyan Bediüzzaman dağlar gibi sarsılır. Valilik Konağından var gücüyle dünyaya haykırır:
"Ben de dünyaya Kur’ân’ın sönmez, söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ispat edeceğim ve göstereceğim."
Kur’ân’ın Sönmez Bir Güneş Olduğunu İspat Eden Ve Gösteren Bediüzzaman
Bundan sonra bütün mesaisini Kur’ân’ın anlaşılması ve anlatılması üzerine yoğunlaştırır. Plânlamaya başladığı fikriyatını iki ana esasta toplar:
1‑Kur’ân’ın ebedî bir mu’cize olduğunu icaz ile beyan etmek, yedi vecihle i’cazını tespit ederek, din düşmanlarının plânlarını dağıtmak.
2‑Câmi‑ül Ezher gibi büyük bir İslâm Dâr‑ülfünunu inşa ettirerek, bu üniversitede Kur’ân ilmi ve fennî bilgiler ile teçhiz edilen dünya çapında talebeler yetiştirmek...
1907 yılında İstanbul’a gidinceye kadarki sekiz senelik zaman zarfında, bu iki projenin plânını zihninde hazırlar.
Bir taraftan Kur’ân’ın mu’cizeliğini ispatlayan i’caz nüktelerini araştırırken, diğer taraftan da yeni medresenin plânını yapar. Bütün civar köylerin, kazaların ve vilâyetlerin haritalarını ve yol plânlarını çizer. Talebe potansiyelini hesap eder.
Horhor Medresesindeki tedrisatı tekrar düzenler. Eğitim mekanlarını Kur’ân hakikatlerini en iyi şekilde anlaşılacak şekle getirir.
Arapça derslerin özünü kısa zamanda anlatır. Kur’ân’ı bir güneş gibi eline alır. İman hakikatlerini edebi ve ebedi bir dil ile anlatmaya başlar.
Daha önce mütalâa ettiği ve ezberlediği yüzlerce kitaptan oluşan ilmî ile Kur’ân hakikatlerine yönelir. Kısa zamanda birçok ilahi sırra vakıf olur. Kur’ân denizinden çıkardığı incileri talebeleri ile paylaşır.
Artık her şeyi Kur’ân’dır. Üstâdı, rehberi, muallimi, doğrudan doğruya Kur’ân’dır.
Artık bir tek davası vardır: Kur’ân’ın sönmez, söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ispat etmek ve göstermek.
Artık onun gözünde kainat bir Kur’ân’dır. Kainatın rahlesinde Kur’ân’ı okumaktadır. Horhor Cami, Horhor Çeşmesi, az ilerideki Van Denizi ve Van Kalesi Horhor Medresesinin şubesi haline gelir.
Van Kalesine çıkar. Yüzünü güneşe döner. Kur’ân’ın sönmez, söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ispat etme ve gösterme davasını bütün dünyaya haykırır. Bu dava onun bütün varlığını kaplar. İki minare uzunluğundaki bu kaleden düşerken bile “Ah da’vam!” diye haykırır.
Bediüzzaman, bütün gayretini Kur’ân hakikatlerini anlamaya yöneltse de, diğer kitapların mütalâasını da bütünüyle terk etmez. Bütün mütalâaları Kur’ân’ıni’cazî nüktelerini anlamaya basamak olur.
Tedristen Telife
1901 tarihinden itibaren Bediüzzaman’ın “tedristen te’lif vazifesine” şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere bir telif sürecinin başladığı görülür.
Bu teliflerden ilki “Sûllem” nâmındaki bir küçük mantık kitabının şerhi mahiyetindeki Arapça “Ta’likat” ismi ile basılan kitaptır. İkincisi, mantıka dair “Burhan‑i Gelenbevi” ismindeki bir kitaba ta’likler ve ekler şeklinde bir çeşit şerh olan Kızıl İcaz’dır. Üçüncüsü Van Valisi Tahir Paşanın konağı yandığında telef olan “İnsanın elinin, avucunun, yüzünün çizgi, renk ve şekillerinin her birisi, hikmet‑i İlahiyenin kader cilvesinin nişanları, alâmetleri ve o insanın ruhunun kabiliyet ve isti’datlarını gösteren yazıları, remizleri olduğu” yönündeki tespitleri içeren eserdir. Son kitap ise “Riyazî hesap ve matematik” konusundadır.