Osman Çalışkan'ın haberi:
RİSALEHABER-“Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” adlı eserin Altıncı cildi de tamamlandı. Kitabı tanıtan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, “muvaffak eden Allah’a hamd ve O’nun şanlı Peygamberi ile ashâbına salat ü selam olsun” dedi.
Akgündüz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı merkezinde düzenlediği basın toplantısında şu bilgileri verdi: “Kitabın bu cildi Bedîüzzaman’ın 1957-1960 yılları arasındaki hayatını ve daha önemlisi de bu dönem Cumhuriyet tarihini doğrudan ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman’ın 01.01.1957 tarihindeki Isparta Hayatı’nın ikinci kısmından 23.03.1960 tarihinde vefât etmesine kadar olan kısmı hakkında, sağlam kaynaklara ve en önemlisi de doğrudan devletin arşiv belgelerine dayalı bir çalışma olmuştur. Risâle-i Nur Külliyâtından yaptığımız iktibaslar ise, Envâr Neşriyât ın yayınları esas alınarak yapılmaya çalışılmıştır.
Kitabın Altıncı Cildi üç bölüm halinde düzenlenmiştir:
Birinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın Son Isparta Hayatı’nın I. Kısmına ait olup 01-01-1957/19-03-1960 tarihleri arasını kapsamaktadır. Bedîüzzaman bu yıllarda da adım adım takip ediliyor. Bedîüzzaman’ın Eskişehir’e seyahatleri çok sayıdadır (21 Ocak 1957; 21 Ekim 1957; 27 Kasım 1957). Bedîüzzaman’ın 1957 yılında Emirdağ’ına seyahatleri de çok kere olmuştur. Bu seyahatte Emirdağ Kaymakamı Bedîüzzaman’a taarruz etmekte ve Demokratlar onu savunmaktadır. Bedîüzzaman Konya’ya gelmiş (3 Ocak 19571) ve Isparta’daki Tugay Camii’nin temel atma töreninde bulunmuştur (12 Nisan 1957).
Burada zikretmemiz gereken önemli bir olay, Nurların serbestiyetinin Adâlet Bakanlığı tarafından ilan edilmesidir (13 Nisan 1958):
Isparta Sorgu Hâkimliğiʼnin 1956 tarihinde verdiği Men’-i Muhâkeme ve Eserlerin İâdesi ile alâkalı karar, artık Adâlet Bakanlığıʼnın tamimlerine kadar giriyor. Nitekim 13 Nisan 1957 tarihli bir tamiminde, Adâlet Bakanlığı, Gençlik Rehberi gibi yasaklanması hakkında Bakanlar Kurulu Kararı bulunan bir eserin bile serbest hale geldiğini açıkça ilan ediyor:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-19
1957 seçimleri dolayısıyla Nur Talebeleri particilikle suçlanmış ve İlhami Soysalʼın yalanlarına cevaplar verilmiştir. Bu arada CHP’nin yayın organı Akis Mecmuası Nur Talebelerini particilikle suçlayınca Akis Mecmuasının yalanlarına ve CHP’li Gazetecilere Bedîüzzaman’ın cevabı gecikmemiştir.
1957 yılında Bedîüzzaman’ın Burdur ve Denizli seyahatlerine şahit oluyoruz. MAH raporu ile Süleyman Hilmi Tunahan , Bedîüzzaman aleyhinde kullanılmak isteniyor. Bu arada İstanbul’da Kirazlı Mescid Nurun ilk medreselerinden olarak hizmete başlıyor. Bu yıl içinde Muzaffer Aslan, Bursa ve İzmir’deki Nur Hizmetleri hakkında MAH Raporu dikkatleri çekiyor ve ayrıca da Nur Talebeleri İslâm âlemi kongresine davet ediliyor.
1958 yılı içindeki nurculuk faaliyetleri ve nurcular hakkında yine MAH raporları devam ediyor ve ayrıca Nur Talebelerinin Üstâdlarına yazdıkları mektuplar, MAH’ı endişelendiriyor. Bunu Birinci Ankara Da’vası yahut Nur Talebelerinin basında çıkan asılsız haberlere verdikleri cevaplar (Haziran 1958) ile Nur Talebelerinin Beyânnâmeleri ve koparılan yaygaralar takip ediyor. CHP Meclis’te Gensoru Önergesi veriyor ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı soruşturma açıyor ve Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde da’va açılıyor. Ancak Diyânet İşleri Başkanlığıʼnın olumlu Raporu üzerine Berâat Kararı veriliyor.
1958 yılında Nurları neşreden iki merkez ortaya çıkıyor: İstanbul ve Ankara. İstanbul’daki Neşriyâtın Koordinatörü : Ahmed Aytimur ve Ankara’daki Neşriyâtın Koordinatörleri Âtıf Ural ve Said Özdemir oluyor.
Bedîüzzaman seyahatlerine başlıyor; Evvelâ Emirdağ’a; sonra sırasıyla Eskişehir, Barla ve Eğirdir’e ve Antalya’ya gidiyor. Bu seyahatler sıklaşınca Anadolu çapında soruşturmalar başlıyor. Adıyaman Nur Hizmetleri soruşturuluyor. Burdur’da ve Kastamonu-Tosya’da tevkifler başlıyor. Konya Nur Talebeleri, Mersin Nur Talebeleri, Diyarbakır Nur Talebeleri, Urfa Nur Talebeleri, İzmir Nur Talebeleri ve Van Nur Talebeleri soruşturmalara maruz kalıyor. Bu arada Yeşil Sancak Meselesi ortaya çıkıyor ve Menderes’in korkak tavrı (Haziran 1958) kendini gösteriyor.
Bütün bu menfilikler arasında güzel şeyler de oluyor; Birinci (Mehmed Emin Birinci) Ailesi Nur kervanına katılıyor; İbrahim Canan Emniyet Dosyalarında yerini alıyor; Nur Dershâneleri açılıyor ve Nazilli hâdisesi Takipsizlik Kararı ve Eserlerin İadesi ile son buluyor (Temmuz 1959).
1958 yılının en önemli olaylarından biri, Ankara Da’vasıdır ve Bekir Berkʼin şanlı müdâfa’asıdır. Diyânet İşleri Başkanlığıʼnın olumlu raporu sevindiricidir. Celseler birbirini takip etmiştir 8 Haziran 1958; 24 Temmuz 1958; 25 Temmuz 1958). 10 Eylül 1958’de Karar Celsesi olmuş Avukat Bekir Berk’in Müdâfa’ası ile Berâat Kararı verilmiştir. Bu arada diğer maznun ve Nur Talebelerinin yani Tâhirî Mutluʼnun, İbrahim Cananʼın, Zübeyr Gündüzalpʼın, Ceylân Çalışkanʼın, Mustafa Sungurʼun, Bayram Yükselʼin, Mehmed Emin Birinciʼnin, Ahmed Uralʼın ve Mehmed Kayalarʼın Müdâfa’aları harika olmuştur.
1959 yılında Bedîüzzaman yine takip ediliyor ve veda ziyâretlerine başlıyor. Bu arada Nur Talebeleri için Cürm-i Meşhud Planları hazırlanıyor. Risâle-i Nur, Üniversite talebeleri arasında inkişaf etmeye başlıyor. İstanbul Nur Talebeleri ve başta Servet Armağan Nur hizmetlerini yürütüyor. İstanbul’daki Neşriyât Hizmetlerini tedvîr eden Ahmed Aytimur hakkındaki raporlar hazırlanıyor ve artık Bekir Berk Savunma Salonlarında Nurları müdâfa’a ediyor. Bu arada Ankara ayağında Said Özdemir bayrağı taşıyor.
Bedîüzzaman 1959 yılındaki ziyâretlerine hız veriyor. Sırasıyla Emirdağ’a ve Konya’ya gidiyor. Bedîüzzaman’ın 1959 yılındaki Konya seyahati olaylı geçiyor ve ancak Karaman Savcılığı Takipsizlik Kararı veriyor. Bunu Eskişehir seyahatleri ile Burdur ve Eğridir seyahatleri takip ediyor.
Bedîüzzaman’ın 1959 yılındaki Ankara Seyahati Nur Hizmetleri açısından önem arz ediyor. Bedîüzzaman, Ankara ziyâretinin sebeplerini bizzat açıklıyor (30 Kasım 1959); Said Özdemirʼin Ankara’daki siyasilere yazdığı mektup dikkatleri çekiyor. 1959 yılının en önemli meyvelerinden biri Büyük Tarihçe-i Hayatʼın neşridir.
1959 yılı içinde Erzurumʼda Mehmed Şercilʼin gayretleri; Muzaffer Aslanʼın Nurların Gezici Vâizi olarak Anadolu’yu dolaşması; Gaziantep Nur Talebeleri ve İrfan Kitabeviʼnin ifa ettiği hizmetler; Çorum Nur Talebeleri ve Kargıʼdaki takipler; Çorum ve Kargılıların Nurlara sahip çıkmaları ve neticede takipsizlik kararı çıkması; Samsun Nur Talebelerinin neşrettiği Broşürler; İzmir Nur Talebeleri nin Ağır Cezaya verilmeleri; Manisa DP Kongresi sebebiyle kıyametler koparılması ve Manisa Nur Talebeleri nazara çıkan olaylardır.
1959 yılında Diyarbakır’lı Nur Talebesi Kemal’in Bedîüzzaman’a Mektubu ve Ağır Cezada devam eden yargılamanın serüveni de önemlidir. Bu arada Bedîüzzaman’ın Diyarbakır’a gelmek isteyip istemediği de vuzuha kavuşturulmuştur.
1959 yılında Anadolu’nun farklı şehirlerinde takibatlar devam etmektedir; Ağrı Nur Talebeleri ve Adıyaman Nur Talebeleri haklarındaki soruşturmalar; Samsun Nur Talebelerinin Ağır Cezada yargılanmaları Konya’lı Bir Muallimin Risâle-i Nur Hakkındaki broşürünün Samsun’da basılması ve takibe maruz kalması (24 Eylül 1959) zikredilebilecek misallerdendir.
1960 yılında da Bedîüzzaman adım adım takip ediliyor ve hem Bedîüzzaman ve hem de Nur Talebeleri Başbakan ve Hükümet Üyelerine mektup ve telgraflar gönderiyorlar. Bunlar arasında Nazif Çelebi, Mustafa Sungur ve Necdet Doğanayʼın Başbakana Mektupları (Ocak 1960); Anadolu Nur Talebelerinin Başbakana Mektup ve Telgrafları; Avukat Said Yenerʼin Başbakan’a Gönderdiği Aleyhteki Mektup (12 Ocak 1960) ve Said Özdemirʼin Başbakan’a Mektubu (Ocak 1960) mutlaka zikredilmelidir.
Bedîüzzaman’ın 1960’daki Emirdağ Seyahatleri ve Emirdağlıların Bedîüzzaman’a sahip çıkmaları ile Emirdağ’da Komiser Muavini ile Bedîüzzaman’ın yaptığı iddia edilen mülâkat (11 Ocak 1960) unutulmaz olaylardır.
1960 yılında Bedîüzzaman Ankara’ya son defa geliyor ve Bedîüzzaman’ın Nur Talebelerine Son Mektubu kaleme alınıyor. Ankara’da Hüsameddin Akmumcu ve Necdet Doğanataʼya vekâlet veriyor. Hükümet bu seyahatten korkarak Bedîüzzaman’a seyahat kısıtlaması getiriyor. Bedîüzzaman hükümetin ikamet hakkını yasaklamasına tepki gösteriyor ve Gazetelere Hitaben Mektup kaleme alıyor.
1960 yılında Bedîüzzaman’ın son Konya ziyâreti de kıyametler koparıyor; The Times ile mülakat iddiaları gündemi sarsıyor ve son Konya seyahati hakkında Bedîüzzaman beyânât veriyor. Bu arada Bedîüzzaman son olarak Eskişehir’e geliyor ve bu yıl içinde Diyarbakır Nur Talebeleri yargılanıyor .
Bedîüzzaman’ın son İstanbul Seyahati; İstanbul Vâlisi Yetkiner’in Bedîüzzaman’ın İstanbul Seyahati ile alâkalı müsbet beyânâtı ve Nur Talebelerinin yayınladıkları Lahika Mektubu; Nur Talebelerinin CHP’nin Vâli aleyhindeki iddialarını cevaplaması 1960 yılının önemli hâdiseleri arasında yer alıyor.
1960 yılında Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yine takip ve soruşturmalar devam ediyor; Konya Nur Talebeleri yine Adliyeye sevkediliyor; Erzincan Nur Talebeleri ve Adana Nur Hizmetleri yine takip olunuyor.
1960 yılında karanlık odaklar, Nur hizmetlerini durdurmak için dolaplar çevirmeye başlıyorlar. Evvelâ Nur Talebelerinin Komünistlerle işbirliği yaptığı ileri sürülüyor ve Nur Talebelerinin sert cevaplarıyla karşılık buluyor; Kim Dergisinin Bedîüzzaman hakkındaki iftira dolu yazısı neşrediliyor; Bizim Radyoʼda Bedîüzzaman aleyhinde propaganda yapılıyor ve Bedîüzzaman’ın eski bir mektubu savcılığa veriliyor. Bütün bu takipler, Nurlar hakkındaki kaziye-i muhkeme olan kararlara rağmen yapılıyor ve MTTB Bedîüzzaman hakkında zehir kusuyor.
Bu arada 1956 Takipsizlik kararıyla başlayan Nurların Latin harfleriyle neşir hizmeti durmadan devam ediyor.
Bu bölümde cevaplandırılması gereken bazı sorular da bulunmaktaydı. Bedîüzzaman Menderes ile görüştü mü? İnönü neden Bedîüzzaman üzerinden Menderes’e hücum ediyor? İnönü-Menderes kavgası nedir? Nurculuk suç mu değil mi? Bu soruların başında gelmektedir.
Bedîüzzaman ve Nur Talebelerinin yurtiçi ve yurtdışı münasebetleri ile siyasî ve ilmî şahsiyetlerin Nurlara olan teveccühleri de bu bölümün konuları arasında yer almaktadır.
İkinci Bölüm ise, Bedîüzzaman’ın Son Günleri Ve Urfa’da Vefâtı ile alâkalı konulara tahsis edilmiştir (19-03-1960/23-03-1960). Bedîüzzaman’ın hastalığı ve veda yolculuğuna hazırlığı; Bedîüzzaman’ın Emirdağ’daki son ikametgâhında bıraktığı mirası; Bedîüzzaman’ın Urfa’ya gitmeye karar vermesi; Isparta’dan Urfa’ya olan yolculuğunun tutanakları; Bedîüzzaman Gaziantepʼten ve Nazım Gökçek Ağabey’in Mektubu ve nihayet Urfa’ya seyahatin manevî sebepleri bu bölümün önemli konularındandır. Biz Bedîüzzaman’ın altı Vasiyetnâmesini de neşrettik; bu arada Hamza Emek ve Mehmed Çalışkanʼın şahitliğinde Noterden verilen Vekâletnâme (1960) ile Said Özdemirʼe verilen Hususî Vekâletnâmeyi (1951) de ihmal etmedik.
Bedîüzzaman’ın Urfa’da hastalanması; vefâtını önceden haber vermesi ve kabrinin gizli kalacağına işaret buyurması ve nihayet Bedîüzzaman’ın vefâtı (23 Mart 1960); Kabri hakkındaki Vasiyetnâmeleri; Bedîüzzaman’ın Terekesi ve vefâtı münasebetiyle gelen taziyeler önemli konulardır. Bedîüzzaman’ın Cenaze Merâsimi ve Dergâh’ta defn edilmesi belgeler ve hatıralar ışığında ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
Üçüncü Bölüm, 27 Mayıs 1960 İhtilâli; Bedîüzzaman’ın Kabrinin Taşınması ve Nur Hizmetlerini yok etme planlarına (23-03-1960/20 Eylül 1965) ayrılmış bulunmaktadır. Bu bölümde sadece genel bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Ayrıntılı malumat yani 23 Mart 1960 tarihinden sonraki Nur Hizmetleri bu projenin dışındadır. Evvelâ 27 Mayıs 1960 İhtilalı hakkında kısa bilgiler verilmiş ve 27 Mayıs Darbesi, maddî sebepleri ve acı neticeleri üzerinde kısaca durulduktan sonra 27 Mayıs İhtilâlinin manevî sebepleri de açıklanmıştır.
27 Mayıs İhtilâli, sadece siyasî iktidarı devirmek için değil, iman ve Kur’ân hizmetlerini ve özellikle de Risâle-i Nur’ları durdurmak için yapılmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri, 27 Mayıs İhtilâli olmadan kısa bir süre önce Menderes’i ve hükümetini çok açık bir şekilde ikaz etmişti:
Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinad larına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiye yi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip , tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.( Emirdağ Lâhikası -2, sh. 164.)
Aynen öyle oldu ve CHP’nin emir erleri olan din muhâlifi askerler, akademisyenler ve bürokratlar, kafatasçı Türkeşʼin ekibi ile ittifak eyledi ve Menderes Hükümetini devirdi. Ancak asıl maksat, Nur hizmetlerini durdurmak idi. Bunu başarmak kolay değildi; kendilerinden önce Mustafa Kemal ve İsmet İnönü denemiş ama devletin bütün askerî, adlî ve idarî kuvvetlerini kullanmalarına rağmen muvaffak olamamışlardı. Bu sefer plan çok daha inceydi.
DP ile Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri arasında olan manevî irtibat ve Bedîüzzaman’ın onlara karşı manevî muhafazaları ve saire mevzuunu Münevver Ayaşlı Hanım Efendi şöyle dile getiriyor:
Said Nursî ve Adnan Menderes – Münevver Ayaşlı
Adnan Menderes nizamını yıkanların başında gelenler, barajlar yıkılıp da, memleketin su altında boğulma tehlikesini görünce, küçük ve liyakatsiz elleriyle yıkılan koca barajın gediğini çamurla kapatmaya uğraşır görünmeye çalıştılar. Hakikaten bunlar komünizm aleyhinde idiler ise mevcut nizamı korumaları ve bu nizamın yanında yer almaları icap ederdi.
Büyük barajı yık, memleketi sular altında bırak, Millet tarafından affa uğrarım, belki de sevilebilirim düşüncesiyle son çare olarak ellerinde komünizm aleyhtarlığı kozu kalıyordu ve bu son kozu da oynamaya çalışıyorlardı.
Eğer, siz hakikaten komünizm düşmanı idiyseniz, bütün kusurlarına ve zaaflarına rağmen, kurulu nizamın yanında bulunacak ve mevcut barajı yıkmayacaktınız.
Mademki yıkıcılar arasında, hatta arasında değil başında bulundunuz, her zaman için samimiyetinizden ve ihlâsınızdan şüphe etmekte millet haklıdır.
Evet, ama biz bunun böyle olacağını bilmiyorduk, diyecekler. Bilemiyordunuz, göremiyordunuz, zira ihtirasınız ve dar görüşünüz, vatanın selâmetinin yolunu görmeye size mâni olacaktır.
Evet bu arada büyük bir hâdise oldu. Demokrat Partiʼnin güvendiği bilhassa Adnan Menderesʼin dayandığı anadirek kırılıverdi ve çadır yıkıldı.
Büyük bir insan ve mânevî bir lider olan, Bedîüzzaman lakabıyla anılan Said Nursî 1960 tarihinde bu dünyadan âhirete intikal etti, rahmetullahi aleyh.
Said Nursî Hazretleri, Demokrat Partiʼnin 10 senelik iktidarı sırasında bir gün dahi rahat etmiş bir kimse değildi.
Demokrat Parti iktidarı, bu büyük zâtı, her gün tâciz etmiş, rahatsız etmiştir.
Türkiye dahilinde, her istediği yere gidip oturmak ve oradan kalkıp başka bir yere göç etmek gibi, bütün Türk vatandaşlarının vatandaşlık hakkı olan bu hakkı bile elinden alınmıştır.
Said Nursî Hazretleri, hükümetin istediği bir yerde oturmaya ve oradan kıpırdamamaya mahkûm edilmişti.
Adnan Menderes-Said Nursî münasebetlerini yakînen bilmiyoruz. Belki her zaman görüşüyorlar veya nadiren birbirini görüyorlar, belki de kuvvetli bir ihtimal ile birbirlerini hiç görmemişlerdi.
Lâkin bildiğimiz bir şey varsa, Büyük Üstâd, büyük bir feragatla ve kendi gördüğü çirkin muâmeleleri zerre kadar kâle almayarak, tam bir veliyyullah gibi hiçbir zaman Adnan Menderes üzerinden mânevî müzaharetini ve himmetini esirgememiş olmasıdır.
Buna mukabil Menderes ne yaptı? Açıkça bir dostluk göstermekten korktuğu gibi, âdeta Bedîüzzaman’ın mânevî müzaharetinden kompleks duydu ve âdeta hicap duydu.
Menderes’in bu hislerini bilmiyor muydu Said Nursî Hazretleri? Elbette biliyordu. Bu hâllere gücenmiyor muydu?
Hayır. Zira gönül gözü açık olan velilerin, küçük ve bücür ihtilâlciler gibi indî, hissî ve dar görüşleri yoktur onların.(3 Ekim 1969, Sabah Gazetesi)
* * *
Büyük veliler, hakikati ve geleceği apaçık görürler, Menderes ve onunla beraber yıkılacak olan nizamdan sonra, memleketin ne hâle geleceğini görüyorlar, biliyorlardı ve bunun için vatan düşüncesi ve vatan sevgisi ile dört elle Menderes’e sarılıyor ve onu manen yalnız bırakmıyordu.
Fakat, nihayet Said Nursî Hazretleri de bir kuldu, durmadan birbiri arkasına gelen şer kuvvetlere dayanamadı. Kurtarmak istediği adam Menderes de, kurtulmak istemiyor, intihara doğru gidiyordu. Bütün bunlara; zayıf, nahif ve mübarek vücudu uzun zaman mukavemet edemedi ve göçtü gitti.
İşte, Said Nursî’nin göçtüğü gün Adnan Menderes ve bütün nizamı ve rejimi de beraber yıkıldı.
Bunu, kalp gözü açık olmayan göremez, duyamaz, bilemezler… Ama, ne çare ki hakikat budur…
Nitekim Said Nursî’nin vefâtından sonra yapayalnız kalmış olan Adnan Menderes de dayanamadı, O da yıkıldı gitti…
Ekseri kimseler, bu ölümle, bu iktidarın yıkılışı arasında bir münasebet göremeyecekler, bulamayacaklardır.
Fakat, ma’nevî ve gizli kuvvet ve münasebetlerin, sûrî ve batınî iktidarların beraber yürüdüğünü görmek, her ne kadar kuvvetli olursa olsun sûrî bir sultanın, mânevî bir sultanın himmetine muhtaç olduğuna inanmamak veya inkâr etmek olmaz.
Bir devlet adamı ile bir velinin hiçbir dünyevî münasebeti olmasa, hatta yüzyüze gelmemiş olsalar, hatta hatta başka asırlarda dahi yaşamış olsalar bile aralarında bir râbıta kurmak mümkün olabilir.
Fakat, bir iktidar, bir devlet adamı, hatta hatta kuvvetli, kudretli şevketli bir padişah bile, bir lokma, bir hırkaya kanaat getiren bir veli himmetine muhtaçtır.
Eğer, bir devlet başkanı, bir velinin himayesi altında ise, hayır işler, yok değil ise şer işler.
Adnan Menderesʼin de velisi Said Nursî idi, onun himayesi altında idi. Fakat Menderes zavallısı, bu himayeden kaçıyor, utanıyordu.
İktidarda kalabilmek için Türk-İslâm olaylarını tenezzülen kabul ettiği gibi, Menderes, Yassıada da bunların gözyaşlarını ve dualarını lütfen kabul ediyordu.
Fakat, artık Adnan Menderes için talih dönmüşe benziyordu. Adnan Menderes’in çirkin ve çirkin olduğu kadar da lâyık olmadığı korkunç âkibetinden, artık onu hiçbir şey kurtaramıyacaktı.
Kendisine yazık olduğu gibi, memlekete de çok çok yazık oldu.
Zira, yıkıldıktan sonra, küçük devlet adamı zannettiğimiz Menderes’in, büyük devlet adamı olduğunu anlamıştık. Onunla beraber yıkılan nizamın, bir türlü yerine gelmediğini, memleketin durmadan çalkantılar içinde olduğunu ve anarşi içinde kaldığını ondan sonra gelenlerin bir nizam kuramadıklarını gördük.
1960 senesi baharı gelmişti. Fakat havada bir sıkıntı vardı. Günlerce çamur yağmıştı Türkiye’ye… Hayret!…
Güzel bir Mayıs sabahı, ezan-ı Muhammedi’nin karanlıkları yırttığı ve insanları aydınlığa, felâha ve salaha davet ettiği bir zamanda, Türkiye radyolarında bir Baykuş ötüyor, bir felâket haberi veriyordu.
Mevcut nizam yıkılmıştı!(4 Ekim 1969 – Sabah Gazetesi; Münevver Ayaşlı , Pertev Bey’in Üç Kızı, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1976, Sh. 464-466)
Said Özdemirʼin anlattıklarını tekrar dinleyelim:
"Menderes bizi anlamadı "
Üstâd Ankara'ya üçüncü defa gelmeyi arzu ettiklerinde bizim haberimiz yoktu. Emniyet haber almıştı. Bir tedbir olarak eve geldiler ve bizi nezarete aldılar. Bu arada İsmet İnönüʼnün,ʼMenderes Said Nursî'yi seçim propagandası olarak Ankara'ya getiriyor' şeklindeki sözleri gazetelerde yar aldı.
Bunun üzerine Dâhiliye Vekâleti, Üstâd’ın Ankara'ya sokulmayacağı kararını almıştı. Üstâd, Ankara- Gölbaşıʼna geldiğinde polisler tarafından arabasını çevirirler ve Üstâd’a emri bildirirler.ʼBiz emir kuluyuz, emri tatbik ediyoruz' diye mazeretlerini söylerler. Üstâd onlara,ʼBen suçlu değilim, aranmıyorum, o halde sizin kanunlarınıza göre her yere seyahat etme hürriyetim var. Sizin yaptığınız keyfî bir harekettir. Ben sizin kanunlarınızı dinlemiyorum . Yalnız benim altmış senedir tatbik ettiğim bir düsturum var: âsayişi bozmamak.ʼÜstâd oradan geri döner. Polatlıʼya kadar polisler onu takip ederler.
Daha sonra bizi de nezaretten çıkardılar. Tabii biz ne olduğunu anlayamamıştık.ʼDaha sonra öğrenirsiniz' diye bizi serbest bıraktılar.
O gece hâdiseyi öğrenince, otobüse atlayıp, Üstâd’ın yanına gittim. Beni görünce,ʼMenderes bizi anlamadı . Ben yakında gideceğim, Onlar-ellerini ters çevirerek- tepetaklak olacaklarʼ dedi.
Ben Üstâd’ın Menderes'e dua ettiğini biliyordum. Isparta'da bir sabah ders yaparken, ʼKardeşlerim, ben bu gece Menderes'e dua ettim' dedi. Daha sonra öğrendik ki, Menderes o gece İngiltere'de uçak kazası geçirmiş, fakat kurtulmuştu.( Özcan, Ağabeyler Anlatıyor , c. I, sh. 323 vd.)
27 Mayıs İhtilâlinden hemen sonra, Nur Talebeleri ne ve Risâle-i Nur eserlerine karşı yapılan zulümlü tecavüz ve taarruzların genel haritasına dair bir ta’rifeye az üstte kısacık temas edildi. Bunun dışında olarak; 10 Kasım 1961’de İnönü’nün Başbakanlığı’nda ve ihtilâl gölgesinde kurulan kabine ile birlikte, Nur Talebeleri aleyhine planlar düzenlenmeye başlandı. Türkiye’deki İslâmî gelişmeleri ve bu arada özellikle Nur hizmetlerini durdurmak için üç koldan harekete ve hücuma geçtiler:
Birinci Hücum Kolu, idarî ve siyâsî tedbirlerdir. Bunun içine, Nurların yasaklanması, müsâdere edilmesi, Bedîüzzaman’ın milletten hürmet gören kabrinin taşınması ve benzeri idârî tasarruflar girmektedir. İhtilalden hemen sonra kurulan ve ileride ayrıntılarını vereceğimiz Yüksek Soruşturma Kurulu, iki şey için kurulmuş idi: Birincisi, Menderes Hükümetinin ileri gelenlerini mahkûm etmek için deliller toplamak. İkincisi ise, Nurları yasaklamak için mahkemelere malzeme hazırlamak. Bunu nasıl yaptıklarını biraz sonra göreceğiz.
Bu manada Nur Talebeleri ne baskı, Nurları yasaklama gayretleri ve Sivas Kampı; Millî Birlik Komitesinin Kabir Hırsızlığı ve Bedîüzzaman’ın Kabri şimdi nerede? sorusunun cevabı önem azetmektedir.
Aralarında Bedîüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Efendiʼnin zorla alınmış imzasının bulunduğu 12 Temmuz 1960 tarihli Zabıt Varakasında, Bedîüzzaman’ın mübârek cesedinin 12 Temmuz 1960 tarihinde Afyon’a getirildiği; oradan teslim alınan mübarek cesedinin zabıt varakasının altında imzası bulunan şahıslar huzurunda, Isparta Şehir Mezarlığında daha önceden hazırlanan bir kabre defnedildiği anlatılmaktadır:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-32
Fikri bozuk Emniyet Umûm Müdürlerinin ve Müsteşarların raporlarından sonra İçişleri Bakanı Kürtçülük ve irtica gibi uyduruk sebeplerle, Nurların müsâderesini ve hatta imha edilmesini bütün vâliliklere tamim etmektedir:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-29
İkinci Hücum Kolu, Diyânet ve ilahiyatçılar tarafından ve onların eliyle kurulan tuzaklardır. Bunun içine Diyânet mensubu bazı ahmak hocalar, Neş’et Çağatay gibi Kemalist ilahiyatçılar ve hatta Tevfik Gerçeker gibi, dinini dünyaya satan Diyânet İşleri Başkanları dahil edildi. Bunlara Nurlar aleyhinde ehl-i vukuf raporları, Mustafa Sabri gibi âlimlerin isimleri kullanılarak hazırlanacak Nurlara Reddiye kitapları ve nihayet Diyânet adına basılmış gibi gösterilen Nurculuk Hakkında kitapçıklar hazırlatılacak ve bu gayretler, Adlî tedbirlere zemin hazırlayacaktı.
Bu kısımda Diyânetin menfî rapor vermesi için çevrilen dolaplar; Neş’et Çağatay Başkanlığı’nda Kurulan Şer Komisyonu Nurlar aleyhinde kanalizasyon akıtması; Hasan Hüsnü Erdem (06.04.1961 - 13.10.1964) Başkanlığı’ndaki Diyânetin baskılara boyun eğmemesi; Mehmed Tevfik Gerçekerʼin (15.10.1964 - 16.12.1965) Başkan olmasıyla Nurlar aleyhine Diyânetten kanalizasyon akıtılması; Diyânetteki hâinlerin Diyânet adına Nurlar aleyhinde Sahte Broşür bastırması; bununla da yetinmeyip Mustafa Sabri adına uydurulan Et-Tuhfet’ür-Reddiye Alâ Mezhebi Said’il-Kürdiye adlı Risâle’nin neşri ve Eşref Edibʼin Reddiyesi (Risâle-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmî Bir Tahlil ) ve nihayet Diyânetin Nurlar hakkında olumsuz raporu (Ağustos 1961) en önemli konulardır.
Üçüncü Hücum Kolu, adliye ve mahkemeler tarafından alınacak Risâle-i Nur’ları yasaklama ve Nurculuk hareketini 163. Maddeye göre suç haline getirme tedbirleridir. İhtilâlciler, sırf bu maksat için Yüksek Adâlet Divanını kurmuşlar ve bununla iki şeyi mahkûm etmeye çalışmışlardır: Birincisi, Menderes ve arkadaşlarını idam etmek ve diğer arkadaşlarını sindirmek. İkincisi de, Risâle-i Nur’ları yasaklamak ve Nurculuğu suç haline getirmek. Birinci ve ikinci tedbirlerin neticesinde bunda da muvaffak olmuşlar ve 1965 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararıyla bu menfur gayelerine ulaşmışlardır.
Türkiye’nin ve Müslüman milletin eline vurulan bu kelepçe ve zincirleri, 1991 yılında Merhûm Turgut Özal, 163. Maddeyi kaldırarak; 2014 yılında ise Recep Tayyib Erdoğan Nurları Diyânet eliyle neşrederek kırmışlardır. Ancak tam 31 sene, Nurlar ve Nurcular aleyhinde yüzlerce da’va açılmış ve binlerce Nur Talebesi mağdur olmuştur.
Yüksek Adâlet Divanının Kuruluşunun nasıl olduğunu Tevfik Gerçekerʼin açıklaması; Millî Birlik Komitesinin Yüksek Soruşturma Kurulu ve Ethem Menderesʼin bu Kurula sunduğu Bedîüzzaman Hakkındaki menfî Rapor; Millî Birlik Komitesinin Nurculuk Hakkındaki Raporu (26 Kasım 1960); bütün bu baskılara rağmen 1960 İhtilali sonrası bazı Müsbet Mahkeme Kararlarının varlığı ve nihayet Nurculuk aleyhindeki ilk Yargıtay Ceza Genel Kurul Kararı (20 Eylül 1961) belgeler ışığında incelenmiştir.
Üç koldan yapılan hücumlar acı neticeler doğurmuş ve Nurlar aleyhine binlerce da’va açılmıştır. Bu arada Risâle-i Nur’a uygulanan yasakta Demirel’in parmağının bulunduğu da belgeler arasında yer almaktadır. Aslında 1960’dan 1991’e Nurculuk da’vaları; 1971’e kadar Bekir Berk Ağabey’in kahramanca mücadeleleri; 1971’den sonra da Gültekin Sarıgül, Safa Mürsel ve İbrahim Ünlü gibi kahraman hukukçuların devreye girmesi ayrı bir araştırma mevzuudur.
İrtica yaygaralarına son veren iki siyâsî gelenek ve iki kıymetli liderin gayretleri yani 1991’de Turgut Özalʼın 163. Maddeyi kaldırması ve Tayyib Erdoğan’ın 2014’de Nurları Diyânet eliyle resmen neşretmesi , Nurların tarihinde iki önemli dönüm noktası olmuştur. Yaklaşık 7000 sayfayı bulan ve belgeleri konuşturan 6 ciltlik eserden sonra, yakın dostlarım bir Son Söz kaleme al dediler. Kısacık aklımla kendime göre bazı şeyleri tasavvur ettim ve kalem oynatacaktım ki, elime Bedîüzzaman’ın vefâtından sonra, Risâle-i Nur hakkında yapılan doğru yanlış konuşmalara ve bazan da iftiralar üzerine, Risâle-i Nur’un rükünlerinin kaleme aldığı Yirminci Asır Kur’ân Âşıklarına Mektup isimli lahika geçti. O kadar muhtevâlı buldum ki, Son Söz yerine bu lahikayı koymayı daha münasip gördüm.
Bu lahika mektubunda Nur Talebelerinin Bedîüzzaman’a ve Risâle-i Nur Külliyâtı na bakışı özetlenmekte; diğer İslâm âlimleri ve İslâmî eserler hakkında Nur Talebelerinin olması gereken yaklaşımları anlatılmakta; dünyevî, siyasî ve sosyal hayatın bütün safha ve şartlarında Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzı hülâsa edilmekte ve nihâyet Bedîüzzaman ve Nur Külliyâtının sadece Anadolu insanları için değil, bütün Âlem-i İslâm için ve hatta bütün beşeriyet için Kur’ân’ın dersi olduğu izah edilmektedir.
Kitabımızın kaynaklarını her ne kadar bütün ayrıntılarıyla bu cildin sonunda da verdik ise de, ana hatlarıyla burada da açıklamakta fayda bulunmaktadır. Bu cildin en önemli özelliği, Bedîüzzaman’ın hayatına ait eski Tarihçelerde yer almayan çok sayıda belge ve olayın yer alması ile birlikte, özellikle hayatı ile alâkalı tarihlerin bazan yıl bazında değişmesidir.
Birinci derecede kaynaklarımız, Bedîüzzaman’ın eserleri, lâhika mektupları ve talebelerinin mektuplarıdır. Şu anda mektuplarının tamamına yakınının orijinalleri elimizdedir diyebiliriz. Neşredilenler kadar, neşredilmeyen eserlerden ve lâhika mektuplarından da istifade ettik. Şu gökkubbe altında hiçbir şey gizli kalmasın istedik. Envâr Neşriyât’a, Hizmet Vakfı’na ve Nesil Yayınclık grubuna müteşekkir olduğumuzu bu konuda ifade etmekle mükellefiz. Elimizde 2000’in üzerinde Risâle-i Nur Külliyâtı nın yazma nüshaları bulunmaktadır. Bu nüshalar, Abdülkadir Badıllı Ağabey Arşivindekiler, Millî Kütüphânedeki nüshalar, Necmeddin Şahiner Ağabey’in elindeki kitaplar ve en önemlisi de bu konuda en zengin arşive sahip olan Hizmet Vakfı arşivindeki 1600 küsur nüshadan müteşekkildir.
İkinci derecede kaynaklarımız, Necmeddin Şahiner Ağabey’in Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor gibi kıymetli eserleridir. Bunlar olmasaydı, bu eser çok zor telif edilirdi. Bu muhalled eserler, asır yeniden yaşanmadan kaleme alınamayacak eserlerdir.
Üçüncü derecede kaynaklarımız, Abdülkadir Badıllı Ağabey’in başta Mufassal Tarihçe olmak üzere kaleme aldığı eserlerdir. Kendileri bizzat bu eserlerin dijitallerini bize verdiğinden, çoğu kere aynen iktibasta bulunduğumuzu şükranla yad ediyoruz. Ömrünün tamamını bu hizmete vakfetmedikçe ve Nurlara tam vâkıf olmadıkça, bu eserlerin kaleme alınamayacağını mütâla’a edenler idrâk edebilirler. Allah rahmet eylesin.
Burada zikretmemiz gereken bir husus daha bulunmaktadır. Nasıl Abdülkadir Badıllı Ağabey, bütün eserlerinin dijital kopyalarını vererek bize tarihî bir kolaylık sağlamış ve kullanımımıza izin vermişse, Ömer Özcan Ağabey de son iki cilt için çok önemli olan Ağabeyler Anlatıyor adlı muhteşem serinin altı cildinin de Word dökümanlarını bize vermesi, bizim için ayların kısaltılması manasına gelmiştir.
Bu arada Himmet Koçoğluʼnun Isparta Kahramanları adlı eseri ile Ömer Özcanʼın Ağabeyler Anlatıyor isimli altı ciltlik muhteşem eserleri, önemli kaynaklarımız arasına girmiştir.
Dördüncü derece kaynaklarımız, Abdülkadir Aksu ve merhum Turgut Özalʼın yardımlarıyla elde ettiğimiz Emniyet Genel Müdürlüğü ndeki arşiv belgeleri; sayıları 18.000’i bulan Kürd Te’âlî Cemiyeti ve 1980’li yıllara kadar Nur Cema’ati ne ait devletin farklı arşivlerindeki muhtelif resmî belgeler; Cumhurbaşkanlığı Arşivi ndeki belgeler ve nihâyet Osmanlı Arşivi ndeki belgelerdir. Bu belgelerde anlatılanların her zaman doğru olduğunu söylemek zordur; zira özellikle bazı raporlarda sapla saman birbirine karıştırılmıştır.
MUSTAFA SUNGUR AĞABEY’DEN 1961’DE İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA RİSÂLE-İ NUR HAKKINDAKİ TAVSİYELER
Bedîüzzaman Hazretlerinin mümtaz talebelerinden Merhum Mustafa Sungur Ağabey , 5.5.1961 yılında, belki de ilk defa İkinci Cumhuriyet tabirini kullanarak, İkinci Cumhuriyet Erkân ve A’zalarına başlığı altında, 1960 İhtilâlini yapan yetkililerine tavsiyelerde ve tarihî açıklamalarda bulunmaktadır. Osmanlıca kaleme alınan ve arşivlerimizde saklı bulunan bu yazı, günümüz devlet adamları için de geçerliliğini koruyan hakikatler ihtiva eylemektedir.
Mustafa Sungur Ağabey, Yazının özetini özü başlığı altında şöyle hülâsa etmektedir:
Özü: Müte’addid Ağır Ceza Mahkemelerinin berâat kararları nazar-ı itibara alınmayarak bir kısım dinî eserler hakkında verilen imhâ ve müsâdere emrine itiraz ve şekvâdır.
İKİNCİ CUMHURİYET ERKÂN VE AZALARINA
Vatan ve milletin saadeti ve istikbalimizin selameti noktasından son derece mühim bir hakikatı arz ediyorum. Aciz bir vatandaş olarak ibraz ettiğim hakikatın sabırsızlıkla nazarı ehemmiyete alınması lazım geldiği kanaatindeyim. Çünkü sizler madem Türk vatanının ve Türk Milleti’nin idaresini üzerinize almışsınız, elbette bu necip millet ve bu mübarek vatanın tarihinin hayatının ve istikbalinin temel taşları hükmünde olan ebedî gerçekleri nazar-ı dikkate alırsınız. Şöyle ki:
Bu memlekette öteden beri gerek bazı matbuat tarafından gerek bazı şahıslar tarafından ileri geri fikirler söylenen Risâle-i Nur ve Nur Talebeleri mevzuu hakkında salahiyettar makamlardan müsbet ve kat’i malumat almış olmaklığınıza rağmen İslâmiyet ve Kuran düşmanı olan bazı gizli unsurların uydurma isnadların tahriki ile menfî bir kanaat getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu hususda âdeta hakikatı zıddıyla itham etmek gibi garip bir tezada düşüldüğü görülmektedir. Bu kısım ifadeleri size takdim eden ben yıllarca Risâle-i Nur’u okuyarak yazarak neşriyâtta bulunan ve merhum Said Nursî’nin yanında uzun müddet hizmet eden ve Risâle-i Nur mevzunun esasına her cihedle aşina olan bir ferd olarak bir ma’rûzâtda bulunuyorum.
Son günlerde edindiğim malumata göre erkân-ı hükümetin ve komite üyelerinin haberi olmadan bir iki şahsın hareketleriyle vatan sathına tamim edilen bir karar üzerine (birkaçı müstesna) bütün dinî kitaplarla birlikte Risâle-i Nur eserlerini müsadere ve imhasına gidildiği esefle işitilmiş bulunmaktadır. Üzerime terettüb eden vicdani ve insani ve İslâmi bir vecibe telakkisiyle bu hareketin kanunsuzluğunu ve hakikatı olduğu gibi sizlere arz etmeye mecbur kaldım.
Malumdur ki Risâle-i Nur namındaki 130 parça dinî eserler 40 seneye yakın bir zamandan beri Türk vatanında intişar etmektedir. Hatta meşrutiyet devrinde de bu eserlerin asılları Türkçe ve Arapça neşr edilmiştir. Risâle-i Nur’un telifiyle intişara başlamasından 10 sene sonra 1934 senesinde Eskişehir, 1944 de Denizli ve 1948 de afyon Ağır Ceza Mahkemelerinde Nur Talebeleri ve Nur Risâleleri hakkında yapılan duruşma, tahkikat, tetkikatlar berâat ile neticelenmiştir. Bundan sonra 1950 den 1960 a kadar, Türkiye’nin 30-40 Mahkemesi’nde yine bu eserler hakkında duruşmalar ve tahkikatlar yapılmış ve her Vilâyet, kaza ve nahiyelerde tahkikler ve incelemeler cereyan etmiş. Netice itibariyle 30 – 40 dan ziyade berâat, iade ve men-i muhâkeme kararları ile Risâle-i Nur eserlerinin dünya, ilim, irfan ve hakikat muvacehesinde son derece takdire değer imani ve Kur’ânî esasları ihtiva eden memleket ve milletin terakkisine ve saadetine medar iman, ahlâk ve fazilet umdelerini yerleştiren, vicdanlarda ilâhî ve dinî müeyyideleri tahkim eden, cemiyetin ve halihazır insan cemaatlerinin manevî yaralarına merhem olacak esasları havi bir Tefsîr-i Kur’ân mahiyetinde olduğu tespit ve tebeyyün etmiş bulunmaktadır. Bu kararların bir kısmı Temyîzin tasdîkinden geçerek kaziyeyi muhkeme haline gelmiştir. Ağır Ceza Mahkemelerinden başka muhtelif emniyet dairelerince yapılan taharri ve tetkiklerde Risâle-i Nur ve talebelerinde de hiçbir menfî hususa rastlanmamıştır. Bilakis daima müsbet hareket müşâhede edilmemiştir. İşte bunlar gibi bir sürü müsbet vesikalar ve delillerle sabit olmuş ki;
Risâle-i Nur eserleri iman ve İslâmiyet’i asrımızın idrakine münasip ispat ve telkin eden; akıl, kalp ve ruhları ihtizaza getiren ve teselli ettiren; medeniyet-i Kur’ân alemde galebesine yol gösteren ve teşvik eden çok mümtaz eserlerdir. Risâle-i Nur’ların sayısız okuyucuları ve eserleri neşr edenler ise geçen 40 senede ki hâdise ve cereyanların hiçbirisine karışmamaları ve hiçbir vukuat zabıtaca kaydedilmediği delaletiyle okuyucular bulundukları her yerde en müstakim en faziletli olmaları şehadetiyle, müsbet anlayışlı ve doğru hareket edici bulundukları zahir olmuştur. Ve daha bunun gibi pekçok belki binler delil, şehadet vesilakaları ibraz ile görülüyorki Risâle-i Nur eserleri ve bu eserleri okuyanlar asla menfî ve zararlı olmayıp bilakis çok faydalı ve müstakim hem son derece menfaatli ve memleket ve milletin ebedî medar-ı iftaharı şerefini, tarihi mefharetini devam ettiren hak ve hakikat yolcularıdır, rehberleridir.
Ayrıca 27 Mayıs’dan sonra da birçok idarî ve adlî merciler tarafından yapılan tahkikat neticesinde Risâle-i Nur eserlerinde ve okuyucularında hiçbir menfî hal görülmeyip bitemamiha berâat verilmesine rağmen, maalesef şimdi haber alıyoruz ki, bir sulh ceza Mahkemesi’nin verdiği tek bir karara dayanarak hem Risâle-i Nur eserlerinin hem bir kısım muteber din kitaplarının müsadere ve imhasına dair Dâhiliye vekâletince bir karar ittihaz edilmiş ve memleketin hertarafına tamim edilmiştir. Bu tamimde Yıldıznâme , Saatnâme , Karınca Duası , Hamail , Resimli Nüsha , Çevirgel Duası , Vasiyetnâme , Uğru Abbas gibi bir kısım muska kitaplarına bir diyeceğimiz yok. Fakat bunlar meydanda 25-30 senedir din âlimleri ve Türk mahkemeleri tarafından tetkik edilmiş ve berâat kararlarını almış, Sözler , Lem’alar , Mektûbât , Asây-ı Musa ve Mesnevî-i Nuriye gibi Risâle-i Nur’lar ve Şerhül-Akaid , Halebi Tercümesi , Akaid-i Hayriye , Kenz’ül-İrfan , Şurut’us-Salat , Tecvid Karabaş , Kuduri , Amentü Şerhi ve Usul’ul-Akaid gibi İslâm’ın akaidine ve fıkhına mütedair İslâm ulemâsı beyninde muteber kitaplarında toplattırılıp imhasına karar vermek ve bu kararı bütün idarî makamlara tamim etmek, İslâm dininin ve İslâmî kitaplarına büyük bir darbe olduğu ve 99’u Müslüman olan bu milletin mukaddesatını çiğneyerek milleti devlet idaresinden tenfire en büyük bir sebep olduğu müşâhede edilen kati bir hakikattır. Tamim edilen bu yazının mahiyeti o kadar acı ve hüzündür ki Tarih-i İslâm’da hilâf-ı hakikat ve ağlatıcı böyle bir hâdise görülmemiştir. Çünkü hakikat uzun senelerin tetkikat ve tahkikatıyla güneş gibi aşikâr olduğu halde ve idare ve adlî mercilerin bu kadar müsbet karar ve tetkiklerine rağmen, ufak bir bahâne ile imha ve müsadereyi havi böyle bir yazı ve bunun vahim neticeleri olarak ta yer yer her tarafta dinî eserlerin imhasına çalışılması elbette tarihte ender görülen ve İslâm tarihinde eşine rastlanmayan çok acıklı ve hazin bir hâdisedir. Fırsattan istifade etmekle bu necip millette İslâmiyet hakikatını ve Kur’ân nurunu söndürmek isteyen gizli bir zihniyet ve anarşist ruhlar, iftira ve tahrikâtlarla Türk tarihine Türk’ün milyarlar kahraman şerefli ecdadının kudsî hatıralarına, Türk vatan ve milletine, istikbal nesillerinin selametine en büyük darbeyi bu suretle vurmak istiyorlar.
İKİNCİ CUMHURİYETİN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA
Elbette sizler Türk Milleti’ni seversiniz; Terakki ve Saadetini arzu edersiniz. Ve elbette sizler kominizim gibi inkârcı ve yıkıcı cereyanların gizli ve aşikâr faaliyetlerini önlemek istersiniz. Ve yine elbette sizler bir masum genci parçalamaktan binler defa daha korkunç ve tehlikeli olan imansızlığın ve dinsizliğin körpe dimağları zehirlemesine mani olmayı milli bir vazifeniz telakki edersiniz. Öyleyse biran evvel süratle bütün hakiki dinî eserleri imha etmekle İslâm dinine nihayet vermek, vicdan-ı umûmiyi ve efkâr-ı âmmeyi tezelzüle uğratmak isteyenlerin faaliyetlerine ve amansız hücumlarına mani olmak suretiyle vatanseverliğinizi ibraz ediniz. Bütün bir millet ve belki bütün tarih ve Anadolu, taşıyla toprağıyla hem Âlem-i İslâm ve insaniyet sizden bunu bekliyor. Kuran-ı Hâkimin hakaikına perde çekmek isteyenlerin gizli veya aşikar faaliyetlerini önlemenizi bekliyoruz.
İKİNCİ CUMHURİYETİN SAYIN ERKÂN VE AZALARINA
Biz hem sizlere hem hükümetin alâkadar mensuplarına Risâle-i Nur ve talebeleri mevzuunda her nevi malumatı arz etmeye hazırız. Esasen gizli hiçbir şey yoktur. İdarî ve adlî merciler her türlü inceleme ve araştırmayı yapmışlardır. Hal böyleyken hakikat-ı İslâmi yenin ve imanın inkişafını arzu etmeyen ve Türk cemaatinin dinî şuurla yüksek seciyeli olmasını çekemeyen ve bilhassa genç nesillerin mütenebbih ve kalbleri imanlı olmasını asla arzu etmeyen her hâdise ve her fırsattan istifâde ederek bu memlekette anarşistliğin tohumunu ekmeye çalışan ve netice itibariyle memleket âfâkını kızıl rüzgarın cevelânına hazırlayan bir takım menfî unsurlar, binler te’essüf ki, güneş gibi parlak ulvî hakikatları vatan ve millet sa’âdeti için çırpınan asîl ruhları yok etmek gibi tahribatlara tevessül etmektedirler. Artık hâdisenin tafsîlâtına girişmeyerek Risâle-i Nur Eserleri ve talebeleri hakkında yapılan uydurma isnâdların asılsızlığını bir iki sözle beyân ederim. Merhûm Üstâd’dan ve Nurlar’dan aldığımız ders ile âlem-i insaniyetin saadetine yol açan ve bugün Türkiye’de zuhur ederek hak ve hakikat nurları ile âlem-i beşeriyete ve kâinata ışıklar serpen ihlâs aşkı ve rızây-ı ilâhî şevki ile vücud bulan Risâle-i Nur’dan bir nebze bahsetmek istiyorum.
Ey bu memleketin idaresini deruhde edenler ve ey bin seneye yakın Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı ve Âlem-i İslâmʼın kumandanı olarak cihanda en kudsî ve en ulvî vazife ile Nur-u Kur’ânʼın hâdimi ve nâşiri olan bir milletin evladları!
Hem hâdisât-ı âlemin şahadetiyle, hem Merhûm Said Nursî’nin kuvvetli ve beşâretli ihbarıyla görünüyor ki, nev’-i beşer uyanmış ve Hak dinî arıyor. Fıtrat-ı insaniyeyi tatmin edecek bir hakikat taharri ediyor. Bu hakikat hiç şüphe yok ki, ezeli ve ebedî birbirine bağlayan, ferd ve cemiyetin dünyevî ve uhrevî bütün sa’âdet düsturlarını hâvî olan hakikat-ı Kur’âniye ve İslâmiyedir. Almanyaʼda, Amerikaʼda, İsveç, Norveç ve Finlandiya ve sair memleketlerde cüz’î ve küllî İslâm dinine karşı bir meyelân ve arzu var. Demek değil yalnız Âlem-i İslâm , işte âlem-i insaniyet ve belki bütün beşer, hakikat-ı Kur’âniyeyi taharri ediyor. Tâ ruhunun ebedî ihtiyaç ve arzularını onunla tatmin etsin. Ve kâinâtın tehâcümâtından mahiyetini kurtarsın. Evet dost ve düşman umûm ehl-i aklın, Şark ve Garbın ittifakıyla maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî bütün saadet düsturları, medeniyet ve kemâlât-ı insaniye, İslâmiyetin ve Kur’ân’ın hakikatındadır. Şimdi Âlem-i İslâm’a düşen vazife, insanlık âleminin bu şedîd ihtiyacına muvafık ve kabiliyetine uygun iknâ’a, izah ve isbat usulleriyle Kur’ân hakikatlarının neşrinde ve hizmetinde bulunmaktır. Merhûm Mehmed Âkifʼin dediği gibi;
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.
İşte bu en elzem ve yüksek vazife ve asırların beklediği mu’azzam hakikat, Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, Türk vatanında, Türk Milleti içinde zuhur etmiş ve Türk lisânı ile yarım asra yakın bir müddetten beri neşr edilmektedir. Şimdi Türk hamiyetperverleri kendi öz vatanlarında zuhur eden Kur’ân’ın bu en nurânî hakikatları olan Risâle-i Nur’u elde ederek dünya efkâr-ı umûmiyesine ders vermekle, şerefli ecdadımız gibi bu asrın icabatı olarak Kur’ân ve iman hizmeti nde bulunmalıyız.
Evet hiçbir maddî kuvvet olmadığı halde, yalnız hakikatın güzelliği ve mu’cize-i Kur’ân’ın ulviyeti ve berraklığı ile akıl ve kalbleri uyandıran, ihtizaza getiren, şahâmet-i imaniye ve şefkat-i imaniyeyi ders veren Risâle-i Nur, bu asırda dünyayı sarsan dehşetli hâdiselere, komünizm cereyanlarına ma’rûz kalan İslâm Cemâ’atini ve Türk gençliğini vikaye ve muhâfaza etmektedir.
Risâle-i Nur etrafında ve neşrinde pervane misâl çalışan Müslüman gençlerin bu faaliyetlerinin sebep ve sâiki nedir? Hangi menfaat ve gaye peşindedirler? Diye vârid olabilecek suale cevaben, şerefli ecdadımızın ve kahraman Türklerin dünyaya parmak ısırttıracak fedakârlık numuneleriyle hakaik-ı İslâmiyeleri dünyaya ilan etmek istemeleri nev’inden ulvî ve kudsî bir hizmet şevki ile rızay-ı İlâhî muhabbetiyle ve saadet-i ebediye gayretiyle, vatan, millet, tarih ve ecdad sevgisi ile çalışmalarıdır. Başka türlü bir gaye ve saik düşünülemez ve olmadığı da incelemeler ve mahkeme kararlarıyla sâbit olmuştur.
Gençliğin ruhunu ulvî mefkûrelerle doldurmak, onları başıboşluktan kurtarıp şuurlu, vakarlı ve menfaatli birer insan yapmak emelini, vicdanında hissedenler, elbette Kur’ân’ın ve İslâmiyet’in hakikatlarına sarılmak mecburiyetindedirler.
MA’RÛZÂTIMA ŞU MADDELERLE SON VERİYORUM
1. Risâle-i Nur eserleri , müsâdere edilmek şöyle dursun, devlet ve hükümetçe ele alınarak yeni baştan Anadolu’nun her köşesine, Âlem-i İslâm ve insaniyete neşredilmeye elyak ve hem çok lâzım. Aynı zamanda zamanın telakkisine ve asr-ı hâzırın idrakine hitab edici mahiyette yüksek eserlerdir. Her bir mes’ele-i diniye delâil-i akliye ve mantıkiye ile isbat ve izah edilmiş olup hiçbir şüpheye meydan bırakmayan mukni’ eserlerdir. Gerek Ma’ârif ve gerek Diyânet Dâirelerinde ele alınıp okutulmaya ve neşredilmeye değer kıymetindedirler.
2. Risâle-i Nur hakkında bu kanaatler yalnız benim gibi bir âcizden değil, bu memlekette milyonlar okuyuculardan ve binler salahiyetdâr şahıslardan gelmektedir. Bu itibarla Risâle-i Nur mevzuunda salahiyetdâr zatların, ehl-i ilim ve hakikatın kanaati alınması gerekmektedir.
3. Manevî tahribâtıyla efkâr ve kulubu ifsâd etmeye çalışan solcu cereyânların tahripkâr ve inkârcı istilasından genç nesilleri muhâfaza için Risâle-i Nur namındaki eserlerin devlet ve hükümetçe ele alınması, en büyük millî bir vazifedir. Çünkü Risâle-i Nur otuz kırk seneden beri bu memlekette ve en başta Komünizm olarak yıkıcı ve inkârcı cereyanlara tek başıyla mukabele ettiğinden bu tehlikeye karşı bir sedd-i Kur’ânî vazifesini gördüğü âşikâr ve zâhir olmuştur.
4. Uydurulan isnadlar ki, cemiyetçilik , tarikatçılık , emniyeti ihlâl ve sâire gibi ithamların asılsızlığı kırk senelik uzun bir devrenin şahadetiyle müte’addid mahkeme ve emniyet dâirelerinin tahkikat ve incelemeleriyle tebeyyün etmiştir. Bilakis bu memlekette hiçbir karışıklığa meydan vermeyen ve daima yapıcı müsbet hareket leri ders veren iman, ahlâk, fazilet, şefkat ve merhamet esaslarını ta’lîm ve tahkim eden Risâle-i Nur’un Anadolu’daki intişârı neticesi olarak karıştırıcı cereyânlar, menfî gayelerine muvaffak olamıyorlar. İşte en bâriz bir hakikat ve en ziyâde takdire değer bir keyfiyet ki, biz onunla itham ediliyoruz. Ne garip bir tecelli ki, hak ve hakikat zıddı ile itham edilmektedir. Fakat rahmet-i ilâhiyeden ümit ederiz ki, dâima hak gâlib ve hakikat üstün olacaktır.
5. Bu kadar bâriz hakikatlerden ve yarım asra yaklaşan uzun bir tahkikattan sonra, vatandaşlarla beraber emniyet ve adliye dairelerinin müsbet kanaat ve takdirleri de olduğu halde, bazı menfî gayretkeşlerin ve solcu unsurlarla desise ve iftiralarıyla veya tahrikiyle Hükümet erkânının ve devlet ricâlinin haberi olmadan bir ta’mîmle birkaç müstesnâ bütün hakikatlı dinî eserlerle birlikte Risâle-i Nur Mecmuaları nın müsaderesine ve imhâsına dâir bir tek Sulh Ceza Mahkemesiʼnin kararına dayanarak ve 1930’dan 1961 senesine kadar verilen otuzdan ziyâde Ağır Ceza Mahkemelerinin berâ’at kararları nazara alınmayarak Dâhiliye Vekâletiʼnce yapılan ta’mîm yersizdir. Bütün mahkemeleri mahkûm etmek demektir. Ve bunun neticesi olarak yapılacak hareketler, Türk Vatanında İslâmiyet ve Kur’ân aleyhinde ittihâz olunan ve tarih sayfalarında eşine nâdir rastlanan dehşetli bir hâdisedir. Ve İkinci Cumhuriyeti millet nazarından düşürmek gibi devlete karşı da en büyük bir hiyânettir. Ve bütün millet efradının ve istikbal nesillerinin ma’nen i’damına hükmetmek gibi korkunç bir teşebbüstür.
Bu itibarla Hükümetin bütün erkân ve a’zasından ve İkinci Cumhuriyet mensuplarından hak ve hürriyete çalışan bütün vatanperverlerden umûmen ricâ ederek ve onlara bu acıklı ve müthiş hâdiseyi haber vererek ma’rûzâtıma nihâyet veriyorum.
Saygılarımla.
Üstâd Merhûm Said Nursî’nin 1949 senesinde o zaman iktidarda bulunan Hükümete gönderdiği bir istid’âsından şu parçaları nazarınıza takdim ediyorum.
Bin seneden beri Âlem-i İslâm iyet i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlak tan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; Âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk Milleti’ne bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmî mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, Âlem-i İslâm’ın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milleti’nin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz.
Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet , Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlak ı, istibdad-ı mutlakı , sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâmʼdaki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve Âlem-i İslâmʼın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli plânı değiştirip hariçteki Âlem-i İslâm'ı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.
Eğer şimdi siz kâtib-i umûmî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milleti’nin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.
Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyâsetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an'ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru' etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlaka dan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya'dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.
Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umûmî harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an'ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız; hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.
Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve madem o kat'î ölüm ehl-i dalalet için i'dam-ı ebedîdir, yüzbin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyâsetçilik onu tebdil edemez ve madem Kur’ân, o i'dam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden Risâle-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemâdan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risâle-i Nur'u tahsin ve tasdîk ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî olduğuna, Türk Milleti’nden hususan mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim; elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.( Emirdağ Lâhikası-1, sh. 218-220)
Said Nursî.
5.5.1961
Adres: Mustafa Sungur , Çankırı Caddesi, Armutlu Sokak, No: 13, Ankara.
İkinci Cumhuriyet Aza ve Erkânlarına Mustafa Sungur , Millî Kütüphâne, 06_Mil_Yz_Mus_293_4
Burada takdimi tamamlamadan evvel, Bedîüzzaman ile alâkalı ilk belgeleri bana takdime vesile olan merhum Turgut Özalʼa rahmet dileklerimi ve değerli Bakanım Abdülkadir Aksuʼya teşekkürlerimi arz ederken, bu yolda emeği geçen bütün siyasîlere ve yetkililere şükran borçlu olduğumu ifade etmek istiyorum.
Bu cildi de tamamlarken, bana her türlü desteği veren eşim Saime Belkız Akgündüzʼe; araştırmalarımda yardımcı olan Said Nohut Bey’e; kitabı satır satır okuyarak tashîhlerini takdim eden Ahmed Said Karadeniz, Mehmed Akçay ve Fatih Özberk kardeşlerime; araştırma ve telif safhasında maddî desteklerini esirgemeyen Adnan Budak , Ercan Tarhan ve Muhammed Yeşilhark Beylere; Ankara’da benimle beraber arşiv arşiv dolaşan kardeşim Ağrı milletvekili Ekrem Çelebi Bey’e; bu projenin yürütülmesinde emeği geçen Mustafa Vanlı Bey’e; Osmanlı Arşivi, Cumhuriyet Arşivi TBMM Arşivi, Tapu-Kadastro Arşivi, Emniyet Genel Müdürlüğü yetkililerine; bu projedeki teknik yardımcım Ahmed İlker Kuzlu Bey’e teşekkürlerimi takdim ediyor ve Çalışmak bizden ve muvaffakıyet ise Allah’tandır diyorum.