Bediüzzaman, ilk olarak II. Meşrutiyet yıllarının hemen başında İstanbul’da kendini gösterdi. Bu dönemde üzerinde durduğu konular öncelikli olarak, sosyal problemlerdi.
Eğitime ağırlık vermesi, meşrutiyete bütün kuvveti ile taraftar olması ve alem-i İslamı zilletten kurtaracak olan ittihad-ı İslamı her fırsatta dile getirmesi O’nun seçkin şahsiyetinin öne çıkan taraflarıydı.
Osmanlı vahdetinin tartışıldığı günlerde çözümü ittihad-ı İslam’da görüyordu. Bunu tarif ederken “Kabe-i saadetimiz ittihad-ı münevver-i İslam’dır” diyordu. O’na göre tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye, medeniyetin münevver şehri olacaktı. İslamiyet milliyeti ve ittihad-ı İslamın temel taşları:
“Haya ve hamiyetten neşet eden civanmerdane humret;
Hürmet ve rahmetten tevellüd eden masumane tebessüm;
Fesahat ve melahattan hasıl olan ruhani halavet;
Aşk-ı şebabîden ve şevk-i baharîden neşet eden semavî neşe;
Hüzn-i gurubîden ve ferah-ı seherîden vucuda gelen melekutî lezzet;
Hüsn-i mücerredden ve cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes zinet;”
imtizaç etmekle parlak bir şekilde ortaya çıkacak, şark ve garbın kabe-i saadeti kurulacaktı. (Münazarat)
Oysa Bediüzzaman’ın İstanbul’u Osmanlı çatısı altında yaşayan etnik unsurların adeta savaş alanına dönmüştü. Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Araplar, Kafkas kökenli Türkler ve Kürdlerin her biri ipin bir ucundan asılıyor, farklı bir hürriyet istiyordu.
Ne varki beklenmedik bir fırtına koptu. Devlet-i Âliye içerden ve dışarıdan yapılan bunca taarruza dayanamayıp yıkıldı. Sayılan etnik unsurların her biri farklı bir esaretin altına girdi.
Dünyayı menfaat alanlarına bölmekte son derece başarılı olan batılı dessas siyasetçiler, adeta makasla kesip biçtikleri İslam coğrafyasında birbirleri ile düşman devletçikler ve aşiretler oluşturdular. Bunları tekrar kendi aralarında nüfuz alanlarına bölüp paylaştılar.
Bunlardan İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında -farklı şekillerde üretilen tarihi düşmanlıklara ek olarak- Kürd nüfusun yoğun olarak yaşadığı topraklar dağıtılmış, ırkçı politikalarla biri diğerinden yıllarca uzak tutulmuştu.
Bediüzzaman, cihan harbinde hilafet devletini bizzat savaşarak savunduğu gibi mukadder yenilgi sonrasında ittihad-ı İslamın ana gövdesi saydığı Türk milleti ile birlikte yaşamayı tercih etti. Üstelik bu tercih Kemalist rejimin kurulmasından sonra yapılmıştı. 1925 sürgününde Erek yaylasında tutuklanırken İran’a götürülme tekliflerini reddettiği bilinmekteydi.
Osmanlı aydını olan Bediüzzaman ile Cumhuriyet lideri olan Bediüzzaman’ın öncelikleri farklıydı. Osmanlı’da ön plana çıkan ittihad-ı İslam fikrinin yerini, Cumhuriyet döneminde rejim tarafından yok edilmek istenen İman hakikatlerinin savunması alacaktı. Risale-i Nurlar yeni dünyaya gelen modern insana, Kur’an semasından üflenen yeni bir ruh oldu.
İmanın lezzetini bu eserlerle tattı Mü’minler (Elhamdülillah!)
Menderes’e yazdığı mektuplarda Kur’an’ın, “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes'ul olmaz.” “Bir masumun hakkı, rızası olmadan, bütün insanlık için de olsa feda edilmez” esaslarına dikkat çeken Bediüzzaman’ın hizmet tarzı Türkiye’de hukuk devletinin kurulmasına önemli katkılarda bulunmuştu.
Zaman hızla değişti. Türkiye’nin önünde yeni bir meşrutiyetin kapıları açıldı. Türkiye’nin bu kader günlerinde yeni bir yol haritasına ihtiyaç vardı. Yukarıda verdiğim alıntıda Bediüzzaman’ın ittihad-ı İslam’ı tarif ederken çizdiği program bu noktada önem kazanmaktadır.
Yukarıdaki tarifin öz Türkçesi anladığım kadarıyla şöyle:
“Müslüman aydınların ittihadı saadetimizin teminatıdır.
Kur’an medeniyetinin sağladığı en geniş hürriyetler, ülkemizin ışığı olmalıdır.
Fertler yeniden inşa edilmelidir. Yeryüzünde utanma duygusu taşıyan tek varlık olan insanda:
Milletinin menfaatini şahsî menfaatinden üstün tutan bir hamiyet!
Hürmet ve rahmet ile gülümseyen masum yüzler!
Güzel ahlaka ve tatlı dile yansımış bir ruh güzelliği!
Gençlik aşkı kadar heyecanlı ve bahar coşkusu kadar canlı bir neşe!
Akşamın hüznünü tatmış, seher vaktinin sevincini yaşamış manevî derinlik!
Soyut güzelliklere aşina olan ruhlardaki tecellilerin sırrına ermiş bir incelik!”
Bu ulvi tarife bakıldığında meselenin bir Türk ya da Kürt meselesinden önce insan olma sorunu olduğu anlaşılmaktadır. Sorunun insan olma yönü, özgürlüğün insan onuruna yapacağı olumlu katkı ile çözülebilir mi? Bu bir parça zamana bağlı bir gelişme olacaktır!
Sorunun siyasi uzantıları dikkate alındığında “adı her ne şekilde konursa konsun” yukarıda adı geçen devletler arasında bir ittifakın kurulması en iyi çözüm şekli olarak görülmektedir. (Söz gelimi Avrupa birliği tarzında.)
Bir yandan Kur’an hukukunun sağladığı en geniş hürriyetleri garanti altına alan yasal düzenlemeler yapılırken, diğer yandan bu ülkeler arasında serbest geçiş ve serbest ticaret anlaşmaları ile bağların sıkılaştırılması, sorunu sadece bir bölgenin ya da bir etnik unsurun yararına değil, bütün İslam coğrafyasının yararına çözmüş olacaktır.
Bu tarihî fırsat, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce alem-i İslam için verdiği müjdeye dönüşebilir. Bunun için Kürdler bu süreçte tehdit üslubunu bırakmalı, Türkler bir Müslümanın hukukunu çiğnemekten Allah’a sığınmalıdır. Aksi halde çıkacak fitne ve anarşiden yıllardır kardeş kanı ile beslenen derin yapılar yararlanacak, savaşı yöneten güçler ülkeyi yağmalayacak, bizlere sadece acı ve göz yaşı kalacaktır.
Önümüzdeki dönem bu ülkede Bediüzzaman’ın esaslarını çizdiği “kardeşlik ilkeleri” hayata geçirilemez ise Türkler için tek parti döneminin inkarcı militarizmine, Kürtler için onun kardeşi olan Stalinist zulme geri dönme tehlikesi vardır.
Batının şeytanî siyaseti tarafından dört devlete bölünmüş olan Kürd meselesi, İslam aleminin göbeğinde en azından bir asır daha Müslümanları birbirleri ile çarpıştırmak için yerleştirilmiş bir patlayıcı haline getirilmek istenmektedir.
Bu oyunu bozacak Müslümanların iman nurundan gelen derin anlayış ve ferasetleridir.