Bitlisin Hizan İlçesinin İsparit Nahiyesinin Nurs Köyünde 1876 yılında doğan bir çocuğun Bediüzzaman oluşunun hikayesi garip, garip olduğu kadar güzel aynı zamanda harika bir hikayedir. Yani tam da Bediüzzamanlık ve Bediüzzamana yakışır bir hikayedir.
Savaş meydanlarında bir Ömer Muhtar, medresede bir Gazali, tekkede bir Rabbani, dergah-ı İlahide bir zahit ve müttaki aczini ve fakrını had safhada yaşayan bir iman kahramanıdır Bediüzzaman.
Bediüzzamanın hayatının insanlığı en çok ilgilendiren safhasının Barla Hayatı olduğu çok açıktır. Barla; hayatının her safhasında hep göz önünde olan, kitap yazan, kitlelere hitap eden, hiç kimseden pervası olmadan hakkı ve hakikati söylemekten çekinmeyen, yeni ifadeyle bir fenomenin unutturularak ölüme terk edildiği ve Bediüzzamana mezar olması istenen, gerçek anlamda yol geçmez Anadolunun ücra bir köyüdür.
Ne yapabilirdi ki bu köyde?
Ne yapacak. Olsa olsa ibadet edebilir, inzivaya çekilip ölümü bekleyebilirdi.
Ama o böyle yapmayıp Bediüzzamanlık yaptı. Garip ve görülmemiş bir hareket başlattı. Netice de tüm insanlık için çok Bedi oldu. Hulusilere, Mustafa Çavuşlara, Sabrilere, Hafız Alilere, Bekir Beylere Üstad olmayı tercih etti.
Kendi toplumlarında da sonraki dönemlerde de çok da seçkin olmayan hatta cahil sayılabilecek-ki talabelerinin büyük ekseriyeti okuma yazması olmayan insanlardı- bir toplumu yeni getirdiği eğitim metodu ile yetiştirmiş, büyük ulemaya üstad ve rehber olacak bir düzeye getirmişti.
Bugün Risale-i Nur hizmetinin birer yıldızı olan bu Nur Kahramanları Üstadlarına Bu dünyada medar-ı Teselli idiler. Birer Aziz Kardeş, kahraman yoldaş ve sarsılmaz teselli edici arkadaşlar idiler. Bu nedenle tüm sıkıntılarına rağmen Barla hayatı Bediüzzaman için de tüm Risale-i Nur talebeleri için de unutulmaz ve ayrıcalıklıdır.
Barla Lahikasının satırları arasında hissedilen ve bazen müşahede edilen bu manevi rabıtanın kopartılması ve ortaya konan muazzam hizmetin sona erdirilmesi için Bediüzzaman Barladan kopartılıp alınmış ve Kastamonuya ve hiçbir kanuni dayanağı olmadan sürgün edilmişti. Önce karakolda tutulmuş daha sonra karakolun karşısında tutulan evde sürekli izlenmiş ve kontrol altında tutulmuş ve hizmetine engel olunmaya çalışılmıştı.
Peki bunda muvaffak olundu mu?
Elbetteki hayır.
Çünkü muhatap Bediüzzamandı ve Bediüzzamanlık yapmayı çok iyi biliyordu. Yine bulamayacağı zannıyla gönderildiği Kastamonuda talebe bulmuş ve ders halkasını oluşturmuştu. Çaycı Emin Beyler, Mehmet Feyziler, Ahmet Nazifler ve niceleri ile yine bir ders halkası oluşturmuş ve İman ve Kuran Hizmetine devam etmişti. Artık kasten gönderildiği ve hizmet edemeyeceği düşünülen Kastamonu Ehl-i İmanın manevi imdadına gönderilen Nurun ikinci merkeziydi.
Gerek Bediüzzaman gerekse Barla ve Ispartadaki talebelerinin duydukları hasreti izah etmeyi mümkün görmemekteyiz. Bu durumda hayalen dost ve arkadaşlarla sohbet etmek kısmi teselli verse de hasreti artırdığı da vakıadır. Bundandır ki hayalen değil hakikaten sohbet imkanı Bediüzzaman tarafından talebelerine sunulmuş ve Risale-i Nurun okunması teşvik edilmişti. Bu nedenle Bediüzzaman talebelerini Risaleleri okumaya teşvik etmekte ve bu vesileyle Saidle değil Kuran dellalı olan üstadları ile sohbet imkanı olduğunu ihtar etmekte ve bizzat kendisi de aynı şekilde davranarak ders vermektedir.
Kendi ifadesi ile Yirmi Yedinci Mektubun medresesinde ders arkadaşları olan talebeleri ile görüşmekte ve hasret gidermektedir. Kaldı ki Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekan mani olmaz. Hatta Berzahta dahi olsa sohbet mümkündür. Bu nedenledir ki Risale-i Nur talebeleri Risale-i Nur sayesinde adeta ism-i Hayya mazhar olarak kıyamete kadar Üstadları ile sohbet imkanı bulabilmektedir.
Netice olarak Kuran Dellalı olan Bediüzzamanla konuşmak, sohbet etmek, "Aziz Kardeş" olup Hulusi, Sabri, Hafız Ali, Hasan Feyzi ya da Zübeyir ile omuz omuza saf durup ders dinlemek ve onlara arkadaş olmak için sadece Risale-i Nurlardan bir kitabı açıp bir mesele okumak yeterlidir.
Ne küçük bir bedel ve ne büyük bir kazanç. (D.Ö)