Bekir Berk’i Ergenekon saf dışı bıraktı

Bediüzzaman’ın talebesi Mustafa Sungur’un oğlu Muhammed Nur Sungur anlatıyor...

Röportaj: Abdurrahman Iraz / Nuretin Huyut - Risale Haber

Bediüzzaman’ın talebesi Mustafa Sungur’un oğlu Muhammed Nur Sungur anlatıyor...

2. BÖLÜM

(Röportajın birinci bölümü için TIKLAYINIZ)

Bekir Berk ağabeyle beraber mi kaldınız?     

Aynı odada, aynı serviste yan yana kaldık. Hatta masalarımız bile yan yanaydı. L şeklinde iki odadan müteşekkildi çalışma ofisimiz. Hatta aynı bölümde Sevahili bölümünden de arkadaşlar vardı.

Bekir Berk ağabeyle ilgili Risale Haber okuyucularına aktaracağınız hatıranız var mı? 

Bekir ağabey nadir bulunan insanlardandı. Herkeste bulunmayan vasıfları vardı. Görünüşte şen şakrak bir havası vardı ama kendi içinde çok deruni bir insandı. Bir defa en başta gurbetin verdiği hissiyatla orada son derece yalnızlık hissediyordu. Her ne kadar Haremeynde dahi olsa Türkiye gibi bir yerde yıllarca şehirden şehire, beldeden beldeye koşturan bir insan olarak bir anda dar bir alana sıkışmak zorunda kalıyor. Hizmetle ilgili dünyasından bahsediyorum. Mesela Bekir ağabeyin gurbet mektupları vardı. Bunların bir kısmı yayınlandı. Ahmet Özer, Ahmet Ersöz yayınladı. Necmeddin Şahiner’in bir kitabı çıkmıştı bu konuda. Babama da bir mektup yazmıştı. Türkiye'nin dağlarını, tepelerini, ağaçlarını, şehirlerini, herşeyini dile getirmiş. Yani Bekir ağabey kendi dünyasında bu ızdırapları çok derinden yaşadı.

Aklıma gelen birkaç şey var. Şöyle anlatayım. O yıllarda Suudi Arabistan'da bir şehirden bir şehire giderken yabancı insanlar için yol kâğıdı uygulaması vardı. Hatta Mekke'den Cidde'ye giderken bile bu uygulama vardı. Bekir ağabey bu uygulamadan çok rahatsız oluyordu. Bekir ağabey gibi bir ruh... Alışmış tabi her yere serbest gitmeye. Mesela birinde Medine-i Münevvere’ye giderken biz yolcu ettik. İnanır mısınız yol kâğıdı yok diye oradaki görevli Bekir ağabeyi geri gönderdi. “Ya kardeşim bu adam yaşlanmış, ihtiyar...” Son yıllarında yaşandı bu olay. Ve çaresiz Bekir ağabey inmek zorunda kaldı uçaktan. Bizim de çok canımız sıkıldı ama bir şey yapamadık.

Mesela birinde Mekke-i Mükerreme'ye beraber gidecektik ama yol kağıdımız yoktu. Ben çok ehemmiyet vermezdim yol kâğıdına. Hamdolsun başıma da pek fazla bir şey gelmedi ama Bekir ağabeyle beraber gidiyoruz. “Yol kâğıdımız yok. Ne yapacağız?” dedi. “Gidelim ağabey, Allah Kerim” dedim.  Çok kararlı bir ses tonuyla, “Gidelim kardeşim. Kimse kılımıza dokunamaz” dedi. Hakikaten kontrol noktasında hiç teftiş olmadan basıp gittik. Bekir ağabey böyle sıkıntılar yaşadı Arabistan'da ama onların ötesinde yalnızlık en çok belini büken şeydi.

Fethullah Gülen Hoca Efendi'nin bir tabiri vardır. Bekir ağabeyle görüşmeleri olmuştu. Hacca geldiğinde her gün Bekir Berk ağabey, Hocaefendiyi ziyarete gelirdi. Hocaefendi de Bekir ağabey gideceği zaman onu arabasına kadar uğurlardı. Fethullah Hoca ona, “Kafesteki Aslan” tabirini kullandı. Ancak da böyle tabir edilir zaten.

O ZAMANKİ ERGENEKON BEKİR AĞABEYİ SAF DIŞI BIRAKTI

Bekir Berk ağabeyin Türkiye'den gidişiyle alakalı yaptığı bir sitemi oldu mu?  
 
Hayır olmadı. Ama Bekir ağabey bir takım şeyleri anlattı bana. Hatta o zaman kendisine isnad edilen bazı söylentilerin teferruatını biliyorum. Yani Bekir ağabey bir iftiranın kurbanıdır. Kendisi kurban olarak seçilmiş bir insandır. Şu an günümüzde Ergenekon adı altında nasıl bir takım olaylar gün yüzüne çıkıyorsa, aynen o zamanki Ergenekon da Bekir ağabeyi saf dışı bırakmıştır. Bunu en çok da psikolojik olarak yapıyorlar maalesef. Bazı insanlar da buna safiyane bir şekilde alet oluyor. Bu ne yazık ki tarihte de böyle olmuş, gelecekte de olacak. Ta kıyamete kadar sürecek. Çünkü bu iman ve küfür mücadelesidir. 

Bekir ağabey kendi sahasında Allah ebeden razı olsun sonuna kadar görevini yapan, korkmayan, yiğit, mert bir Anadolu insanı, kahraman bir insandır. Mağdur olan Müslüman insanlar hakkında pek çok beraat kararları aldırmış. Cenab-ı Hak onu bu şekilde istihdam etmiş. Bir de kendisi Haremeyn aşığıydı. Kâbe’ye âşıktı. Fırsat bulduğu anda Kâbe’ye koşardı. Ben şahidim, her Cuma namazını Mekke-i Mükerreme’de veya Medine-i Münevvere de kılardı. Aslında Cidde'de kılabilirdi. Çok güzel camiler vardı. Ama o kendine prensip edinmişti.

Onun her zaman oturduğu bir yer vardı. Abdülaziz kapısından girişte, inişte Kâbe’yi dört dörtlük gören bir yer seçmiş kendisine. Orada otururdu. Bekir ağabeyin yeri orasıydı. Cuma günü Bekir ağabeyi tanıyan arkadaşlar bir arada olup hem Kuran okur, Risale-i Nur dersleri yapar, hem dua okurduk. Ayrı bir yeri vardı bizim için oranın. Ayrı bir hatırası var. Çünkü yıllarca devam etti o dersler. Her Cuma aynı yerde, aynı saatte toplanırdık.

Medine-i Münevvere'de de öyle. Bekir ağabey belli yerleri seçiyordu. İşte Bekir ağabey bu şekilde gurbetin acısını dindirmeye çalışıyordu. Mesela Araplarla ilgili aleyhte en ufak bir şeye razı olmazdı. Arabistan'da hoş olmayan bir takım olumsuzluklarla ilgili bazı arkadaşlar konuşma yapardı. “Kardeşim konuşmayın” derdi. Onların aleyhinde konuşmazdı. Çünkü “Hazreti Peygamber Arap'tı” derdi. Böyle incelikleri vardı onun.

Ramazan ayı geldiğinde istisnasız her akşam iftarını Kâbe’de açardı. Teravih namazından sonra Cidde'ye dönerdi. Yani Cidde'den Kâbe’ye gelmek, orada arabayı park edecek yer bulmak kolay bir iş değildi. Kâbe’de yine Bekir ağabeyin yeri ikinci kattaydı. Dediğim gibi teravihi de orada kılardı. Ki, Kâbe’deki teravih namazları sünnetlerle beraber bir buçuk iki saat sürerdi. Gidiş gelişleri de katarsan üç saatten fazla zaman alıyordu. Sabah olunca yine radyoda görevinin başında bulunuyordu.

Çok nizami bir insandı. Gerek radyoda çalıştığı vakitlerde, gerekse hususi hayatında çok disiplinli bir insandı. O zaman radyoda saat 8:30’da işbaşı yapılıyordu. Bekir ağabey muhakkak o saatten önce orada hazır bulunurdu. İdare 10-15 dakika opsiyon tanıyordu. Diğer arkadaşlar genelde opsiyonun sonunda gelirlerdi. Ama Bekir ağabey 8:30’dan da önce masasına oturmuş çalışmaya başlamış vaziyette olurdu. Unutmadan şunu da söyleyeyim. Mesela diyelim Bekir ağabey birisiyle buluşacak. Saat 10’a randevu verilmiş. Saat 10’a 5 kala orada hazır bulunurdu. Bekir ağabey beklerdi. 10’u bir geçiyor, iki geçiyor, üç geçiyor. O anda kımıldamaya başlardı. “Ya gelmedi bu adam. Sözünde sadık değil bu” diyerek giderdi. Bu gibi şeylere çok ehemmiyet verirdi.

Bekir ağabeyin bana ve birkaç arkadaşa da söylediği bir husus vardı, “Kardeşim. Benim Rabbime niyazım var. Ben buralarda kalacağım. Ölümüm burada, Medine-i Münevvere veya Mekke-i Mükerreme’de olsun. Ben Rabbime söz verdim. Burada kalacağım” derdi. Tabi o amansız hastalığa yakalanınca çok kısa bir sürede o 90 kiloluk adam, 60 kiloya iniverdi. 15 gün zarfında Bekir ağabey, o heybetli insan bir anda eriyiverdi.

MÜ'MİNİN FERASETİNDEN KORKUN, O ALLAH'IN NURUYLA BAKAR

Bekir ağabeyde öne çıkan en önemli özellik sizce nedir?

Bana göre Bekir ağabeyin en önemli özelliği kartına da öyle yazmış ya, “Hakk'ın hatırı alidir. Hiçbir hatıra feda edilmez.” Bekir ağabey çok hakperest bir insandı. Sözünde doğru, sadakatli, cesur ve hiçbir şeyden çekinmeyen… Hakkı nerede olursa olsun söyleyen bir insandı. Tabi çok çeşitli özellikleri vardı. Bekir Berk demek Hakperest demek, Bekir Berk demek sadık bir dost demek, vefa demek, lider demek, korku nedir bilmemek demek... Allah rahmet eylesin, Nur içinde yatsın çok hassas bir ruha sahipti.

Bu hassasiyeti ben şöyle anlıyorum. Çok fazla mahkemelere çıktığı için orada çok fazla olay yaşamış. Ve bu hal ona sirayet etmiş. Yani gelebilecek bir takım ithamları önceden sezerdi. Çok iyi bir feraset sahibiydi. Zaten Peygamber Efendimiz (asm) bir hadisi şerifinde öyle buyuruyor, “Mü'minin ferasetinden korkun, o Allah'ın Nuruyla bakar.” Yani bizim Cenab-ı Hak ile irtibatımız güçlüyse hiçbir şeyden çekinmememiz lazım. Allah ne dilerse o olur. O dilemeyince hiçbir şey olmaz. Bütün dünya toplansa sana zarar vermek için, Allah istemezse kimse kılına bir şey yapamaz. Fayda vermek de öyle. Allah murad etmediyse kimse sana fayda da veremez. Ki sahih bir hadistir, “Yazan yazılmış, sayfa dürülmüştür” bitmiştir her şey.
Bekir ağabey bu sebeple çok da tevekkül sahibi bir insandı. Allah'a çok inanan, çok güvenen bir kimseydi. Çok vasıfları vardı tabi anlatmakla bitmez.

Ben ilk Cidde'ye gittim. Orada bizim talebe olarak kaydımıza vesile olan El-Ezher Üniversitesi mezunu bir arkadaş Allah razı olsun çok faydası oldu bize. Benimle beraber 23 arkadaşa daha yardım etti. Bir gün Kâbe’de Müezzin Mahfilinin altında oturuyordum. O arkadaş geldi. “Muhammed Sungur! Burada Bekir Berk adında biri var. Onunla görüşmeyeceksin” dedi. Birden tepem attı, “Siz ne diyorsunuz? Ben istediğimle görüşürüm” dedim. “Hayır, görüşmeyeceksin” dedi. “Ben istediğimle görüşürüm. Seni alakadar etmez” dedim. Kalktı gitti. Benim de canım sıkıldı. Gidip Bekir ağabeye sordum. 

O adamın size böyle bir emir vermesinin sebebi neydi?  
    
1974 yılında o zamanki koalisyon hükümeti sırasında ateşelik yapmış bir insandı. Bu durumu Bekir ağabeye sordum. O bana, “Kardeşim. Biz o adamla aile dostuyduk. Ailece gider gelirdik. 1977 seçimleri olacağı sırada bir gün bana, ‘Ben tekrar milletvekili olmak istiyorum’ dedi. Daha önce 1965-69 döneminde Balıkesir'den milletvekili olmuş. ‘Beni Türkiye'deki arkadaşlara lanse et. Gene seçileyim’ dedi. Ben de ‘Hayır, yapamam’ dedim. diye anlattı. Nedenini de ona şöyle açıkladım; “Kardeşim sen 1964-69 yıllarında Balıkesir’de milletvekiliydin. O dönemde 163. maddeyle ilgili çok ağırlaştırılmış hükümler getirilmek isteniyordu meclise. Ben bunu fark edince hemen Ankara'ya koştum. Orada birçok vekille görüştüm. Kaç defa geldim senin yanına. Kılını bile kıpırdatmadın. En ufak bir hassasiyet göstermedin. Şimdi benden ne yüzle böyle bir mektup istiyorsun? Ben yayınlayamam böyle bir mektubu” dedim. Bu sebeple benden küstü. “Onun için sana öyle demiştir” dedi. Şimdi bu olaya bakılınca Bekir ağabeyin ne kadar hakperest bir insan olduğu ortaya çıkıyor işte.

Suudi Arabistan'dan kaç yılında ayrıldınız?

Radyo'dan 1986 yılında ayrıldım. Sonra geri döndüm ve orada serbest meslek yapmaya başladım. Hala da orada ikamet tezkerem var. Bazen gidip geliyorum.

Resmi olarak tercümanlık yaptınız mı?
        
Hayır. Bazı şirketlerde tercüman olarak çalıştım. Radyoda çalıştım. Radyodan sonra bazı firmalarda çalıştım. Daha sonra kendi iş yerimi açtım. Uzun süre çalıştım. Yani biz de bir nevi Türkiye'nin fahri konsolosluğu gibiydik. Oraya gelen Türkler bizi buluyordu. Tabi o dönem Turgut Özal'ın ihracat seferberliği oldu. Her gelen beni buluyordu orada naçizane. Mal getirenler oluyordu. Halledilmesi gereken işi olanlar oluyordu. Onlara yardımcı olmak için biz de uğraştık. Kader böyle tecelli etti.

MUSTAFA SUNGUR AĞABEYİN OĞLU OLMAK NASIL BİR DUYGU?

Peki Muhammed Sungur Bey, siz Bediüzzaman’ın en önemli talebelerinden biri olan Mustafa Sungur ağabeyin oğlusunuz. Sungur ağabeyin oğlu olmak nasıl bir duygu?

Elhamdülillah. Bunlar Cenab-ı Hakkın bize bir lütfu. Bizim dahlimizin olmadığı şeyler. İhsan-ı ilahi her şey. Biz seçemiyoruz yani. Birinin oğlu olmayı veya akrabası olmayı… Fakat ben şöyle bakıyorum bu olaya. Bu hayatta kimin oğlu olursan ol, bizim inanç ve akidemizde herkes kendi şahsından mesul. Bunun için Peygamber (s.a.v) bize en büyük rehber olmuş. Kendi kızı Fatıma’ya: “Ciğerparem” diyor. “Allah'ın elinde rehin olan nefsini satın al, sana kıyamette bir şey yapamam.” Yani ben peygamber kızıyım diye kendine güvenme manasında ders veriyor ona. Amcası Hz. Abbas'a da aynı şeyi söylüyor. Teyzesine söylüyor, halasına söylüyor. Yani dolayısıyla esas mühim olan, insanın, herkesin, kendisinin Allah'la olan münasebetidir.

Evet. Tamam. Falanca kişinin bir şeyi olmak bunlar belki kaderin cilveleridir. Ama gerçekten babam gibi bir insanın, yani Mustafa Sungur'un oğlu olmak çok gurur verici bir hadise… Yıllarca hayatını bu davaya vakfetmiş bir insan.... Yani tabiri caizse dünyayı elinin tersiyle itmiş bir insan... Dolayısıyla bu da ona verilmiş bir lütuftur.

Babam Köy Enstitüsü mezunudur. Öğretmendir. Hatta burada ben bir şirketin yönetimindeydim. Bir gün birisi geldi. O zaman araba satışı yapıyorduk. Adam Köy Enstitüsü mezunuydu. Araba satın aldı. “Benim babam da Köy Ensitüsü mezunudur. Ben de ilahiyat mezunuyum” dedim. Adam, “Hayır. Kesinlikle böyle bir şeyi kabul edemem” dedi. “Köy Enstitüsü mezunu bir insanoğlunu İlahiyatta okutmaz. Senin baban, Köy Enstitüsü mezunu olamaz” dedi. “Sen ister inan, ister inanma, ama bu durum böyledir.” dedim ben de. Daha sonra anlattım tabi daha detaylı bir şekilde. Bu defa adam: “O zaman senin baban imalat hatası” dedi. Çünkü Köy Enstitüleri o dönem insanları tamamen dinden imandan uzaklaştırmak için kurgulanmış okullardı. Özellikle bu amaçla açılmışlardı. Ama tabi kaderin tecellisi daha sonra kapatılıyor.

Bu dünya hayatı içinde Sungur ağabeyin oğlu olmak size avantaj mı yoksa dezavantaj mı sağladı?

Şimdi tabi bazı gözler ister istemez üzerinizde oluyor. Yani çok rahat olamıyorsunuz. Çok detaya inmeyelim, bu konu epeyce derin.

Şu anda Türkiye'desiniz. Hizmetlerle mi meşgul oluyorsunuz?       
  
İnşallah öyledir. Gayret ediyoruz elimizden geldiği kadar. Karınca misali. “Ona yetişemesem de onun yolunda ölürüm” demiş. Biz de derslere gidip geliyoruz. Değişik aktivitelere katılmaya çalışıyoruz.

Küçükken babanızla ne kadar sıklıkla görüşebiliyordunuz?        

Bizim çocukluğumuzda babam ara sıra gelirdi. Mesela bayramda gelirdi. Sene de bir iki defa görüşürdük yani. Biz yedi kardeşiz. Bizi annemiz büyüttü. En büyük ablam şu anda altmış iki, altmış üç yaşında. Ondan sonra ağabeyim var. Daha sonra ben üçüncü olarak dünyaya gelmişim. Benden sonra dört kardeşim daha var. Tabi babam bu hizmetlere girince artık gelememeye başladı. Yani uzun süreyle gelemiyordu.
Bir de bunların yanında zaten babamın çok müteferrik hapis hayatı var. On-oniki sene hapis yatmış babam. Yani farklı farklı yerlerde hapse girmiş. Bu sebeple annemin bizim üzerimizde çok emeği, çok hakkı var. Hem anne hem baba olmuştur doğrusunu söylemek gerekirse. Dolayısıyla biz babamla çok da fazla beraber olamadık.

Mesela en son İstanbul'a yerleştikten sonra, İstanbul’da olduğu zaman bile hiç boş durmayı sevmediği için. Hiçbir şekilde atıl durmazdı. Muhakkak her akşam bir yere derse giderdi. Gece yarısı gelirdi. Sabah olunca yine bir hizmete koşardı. Babamın son zamanlarında böyle bir hayatı vardı yani.         

Evinize Üstadın talebelerinden gelenler olmuş muydu? Hatırlıyor musunuz?    

Tabii ki çok gelenler oldu evimize. En başta Bekir Berk ağabey gelirdi. Allah rahmet eylesin Bekir ağabey 1961 senesinde köydeki evimize ben daha çocukken Karabük'ten akrabamız olan Şaban dayıyı da yanına alarak gelmişti. Çok karlı bir gündü. Soğuktu. Ve Bekir ağabey bize ilk defa bir radyo getirmişti. Büyük bataryalarla çalışıyordu. Bir yuvarlak batarya, bir yassı batarya... O gece radyoyu kurdular ve bizde kaldılar. Hatta annem yemek de hazırlamıştı onlara. Böyle bir hatırası var bende Bekir ağabeyin. Daha sonraki dönemde Bayram Yüksel ağabey geldi. Said Özdemir ağabey geldi. Abdullah Yeğin ve Rüştü Çakın ağabeyler geldi. Zaman zaman gelirlerdi ağabeyler.

Çocukken babamla bir iki defa beraberce seyahat etme fırsatımız oldu. Bizi değişik yerlere götürdü. Isparta'ya gittik. Orada Şemi Güneş'i gördüm. Mustafa Ezener, Mustafa Gül ağabeyler vardı Üstadın eski talebelerinden onları da gördüm. Hulusi ağabey ve Tahiri ağabeyi de gördüm.
Mesela Tahiri ağabeyle beraber yolculuk yaptık bir defasında. Üstadımızın yazdırdığı Mu'cizeli Kur'an-ı Kerim basılacaktı. Hizmet Vakfı o zaman tesis ediliyor. O zaman babam, Tahiri ağabey ve ben Abdurrahman Kesik ağabeyin arabasıyla beraber yola çıktık. Bir kış günü İstanbul'dan çıkıp, Adapazarı, Bolu, Karabük, Kastamonu... Derken böyle bir yolculuğumuz oldu. Basılacak Kur'an-ı Kerim için biraz da yardım topluyorlardı. Bu şekilde Tahiri ağabeyle Birkaç gün geçirme fırsatım olmuştu.

Tahiri ağabey çok derin bir insandı. Çok ibadet ederdi, züht ve takva bir insandı. Çok samimiydi kulluğunda. Yani onlar Üstadın etrafına koşullanmış birer yıldız gibiydiler. Cenab-ı Hakk'ın büyük bir lütfu onlara tabi.
Mesela Risale-i Nur o zaman tab edilecekti ama maddi imkan yoktu. Şimdiki gibi değildi eskiden. Üstad Hazretleri de “Ne olacak?” diye düşünüyor. Bunun üzerine Tahir ağabey doğru köyüne gidiyor.  Atabey’e... Tellalı çağırarak, köy meydanına çıkartıp, bağırtıyor. Herkesi topluyor meydana. “Ey ahali! Bütün arazilerimi satıyorum” diyor. Ve bütün arazilerini oracıkta satıyor. Aldığı parayı da getirip Üstadın kucağına bırakıyor. “Üstadım bu paraları Risale-i Nurların basılması için getirdim” diyor. Yani anlatmak istediğim bu çok büyük bir kahramanlık örneği...

Yine Mehmet Feyzi ağabeyi de gördüm. Zübeyir Gündüzalp ağabeyi gördüm mesela. 1965 senesiydi. Ankara'da Hacı Bayram'da 27 numaralı dershanede görmüştüm. Ceylan ağabeyi de gördüm. 1961 senesinde İstanbul’a gelmiştik bir defasında babamla. Ceylan ağabey'in pikabına binmiştik annemle beraber. Bizi bir yere götürmüştü. Ama kısa bir süre sonra zaten vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Bu ağabeylerden bize biraz bahsettiniz. Ama babanıza bir ağabey gözüyle bakarsanız onun hakkında neler söylemek istersiniz? Yani onu nasıl anlatırsınız?

Babam bunu defaetle tekrar etmiştir. Kendisinin bu hizmete intikal edişini tamamen Allah'ın bir lütfu ve rahmetinin eseri olarak telakki ediyor. Haza min fadli rabbi... Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın istihdamındandır bu. Cenab-ı Hak, dilediği kullarına dilediği kadar veriyor yani bir nasiptir bu davanın bir hadimi olabilmek. Özellikle Üstadın etrafında oluşan halkalardan biri olabilmek… Bunlar Allah'ın birer hediyesi, armağanıdır. Kendisi de böyle telakki ediyor zaten.

Peki babanız olan Mustafa Sungur hakkında neler söylersiniz?

Aslında babam bu durumu pek nazara vermek istemiyor. Yani “Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur” düsturuyla hareket etmeye çalışıyor. Dinimizde de böyle bir şey var. Yani az evvel söylediğim gibi her koyun kendi bacağından asılır. Peygamber Efendimiz de: “ Sizin en üstününüz, takvaca en üstün olanınızdır.” buyuruyor. Dolayısıyla böyle bir durum var.
Babam hizmetlerle sürekli iç içe olduğu için, diğer aileler gibi bir şekil yoktu bizim ailemizde. Ama babam çok şefkatli bir insandır. Çok demokrattır bir kere. Bizim büyümemizde çok demokrat davranmıştır. Araplarda bir tabir vardır: “Gasben anhu” yani zorlayarak değil de serbest bir şekilde davrandı bize.    

Son olarak size soracağımız soruyu siz belirleyin isterseniz. Size hangi soruyu yöneltmemizi isterdiniz?

Şimdi Üstad'ın belirttiği gibi en büyük sorular: “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularıdır. Bizim aslında bu soruların cevaplarını bulmak ve yaşamak için uğraşmamız gerekiyor. “Kim nefsini tanırsa, Rabbini tanır.” hakikati muazzam bir hakikattir. Yani bunları sorup hallettikten sonra başka sorulara gerek kalmıyor.
 

Röportaj Haberleri