“Ger (eğer bela vereni ) bulmazsan, bütün dünya cefâ ender, fenâ ender hebâdır; bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan; gel, tevekkül kıl.” (Sözler sh.188)
Bu iki satırlık cümleyi Bediüzzaman Hazretlerinin “Bela” ile ilgili manzum bir beytinden aldım. Bela: Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Anlamlarında kullanıldığı anlaşılıyor.
Cenab-ı Hak insanları bu dünyaya imtihan için göndermiştir. O nedenle, imtihan gereği olarak da insanın başına birçok bela ve müsibetler vererek nasıl bir kul olduğunu görmek istiyor.
Bediüzzaman’a göre bu belaların en büyüğü “bela vereni” tanımamaktır. Eğer bela vereni tanımamışsan, Rabbini bulmamışsan, O’nu sana haber vereni, tanıtanı dinlememişsen; zaten sen başına büyük bir belayı almışsın demektir. O büyük belanın yanında feryad ettiğin senin başındaki diğer belalar aslında bela değildir.
Rıza Zelyut bu paragraftan bir şey anlar mı? Anlatılmak istenen hakikatten ders alır mı? Sanmıyorum. Zira o “bela” vereni bulamamakla başına büyük bir belayı almış zaten, ama farkında değil.
O nedenle “bela vereni” anlatan ve asıl belanın nereden geldiğini öğreteni de bela görüyor. Oysa ki, Bediüzzaman Hazretleri, Alemlere Rahmet olan Hz. Muhammedin bu asırdaki bir varisi olması nedeniyle o dahi rahmettir.
Hem, Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde hep nurdan bahseder nurani hizmetlerden, işlerden bahseder. “Biz muhabbet fedaileriyiz” der. Muhabbet doludur. Kendisinin idamını isteyenlere hakkını helal edecek kadar şefkat kahramanıdır.
Kimsenin başına bela olmamıştır, kimseye en küçük bir haksızlık yapmamıştır. Aksine yazdığı eserler sayesinde milyonlara faydası olmuş, desteği olmuştur.
O yaptıkları ile ilgili olarak şöyle diyor. “Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş.” (Kastamonu L. Sh. 85)
Yine bir başka yerde "Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..” (Tarihçe-i H. Sh. 543) demektedir.
Evet, O’nun hedefinde dar düşünceli, kısır anlayışlı, kendini bilmez, haya etmez insanlar yoktur. Aksine O’nun hedefinde tüm insanlık vardır. O bütün insanları kurtarmanın peşindedir. Bütün insanları beladan kurtarmak istemektedir.
Öyle yetişmiş, öyle yetiştirmiş olduğundan bakın kendi ile uğraşanlara nasıl cevap veriyor.
“Ve hakikî şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:
"Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne yaparsan yap!" der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, "Keşke kurtulsaydı" diyerek ıslahına çalışır.” (Şualar sh. 243)
Diyen böyle bir insanı “bela” görmek, “bela” saymak hakikatte en büyük beladır. Ne diyebiliriz ki… Başına belanın en büyüğünü almış ebedi hayatını mahvetmiş bir insana ne denir. Diyeceğimiz son söz “keşke kurtulsaydı” temennisidir.