Bismillahirrahmanirrahim
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil.
Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir.
Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder.
Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli. (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz. 287)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLER:
AZAMET-İ İLÂHİYE : Allah'ın büyüklüğü.
BELÂ : Afet. Sıkıntı.
BELİYYELER : Belâlar, musibetler.
DEF' : Ortadan kaldırmak
DERGÂH : Allah'a ibâdet edilen yer; büyük bir huzura girilecek kapı; padişahların kapısı.
DÜNYEVÎ : Dünyaya âit, dünya ile ilgili.
EVKAT-I MAHSUSA : Husûsi, özel vakitler.
FAZL : Lütuf, bağış, ihsan, karşılıksız iyilik
GURÛB : Batma, batış, batıda görünmez olmak.
HÂLİS : Hilesiz, katıksız, saf, duru
HUSÛF : Ay tutulması, perdelenmek
İBÂD : Kullar.
İBÂDET-İ MAHSUSA : Herbir varlığın kendisine özel ibâdeti.
İLTİCÂ : Sığınma.
İNKİŞÂF : Gelişme, açılma
İSTİLÂ : Kaplama, yayılma, ele geçirme.
KADÎR-İ MUTLAK : Kudreti mutlak olan ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah.
KAZÂ OLMADI :buradaki manası: Bitmedi
KEREM : Cömertlik, lütuf, ihsan, inâyet, izzet, şeref.
KÜSÛF : Güneş tutulması, Ay'ın dünya ile Güneş arasına gelerek Dünya üzerinde gölge yapması.
KÜSÛF VE HUSÛF : Ay ve güneş tutulması.
LÂYIK : (Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır
MAKSAD : Ana fikir; kastedilmiş, istenilen şey.
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle.
MUAYYEN : Kesin olarak belli olan, belli, ölçülü, tâyin ve tesbit edilmiş olan.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜNECCİM : Yıldızların hareket ve hâllerini incelemekle uğraşan, hareketlerinden mânâ ve hüküm çıkaran, astrolog.
NİKAP : Yüz örtüsü, peçe, perde, örtünme.
REF' : Kaldırmak. Hükümsüz bırakma.
SEMERÂT : Meyveler, faydalar, kârlar, menfaatler.
SIRF(E) : Sadece, yalnızca.
SIRR-I UBÛDİYET : Kulluk sırrı.
TASALLUT : Birini rahatsız etme, musallat olma, hükmü altına girme, tahakküm.
UHREVİYE : Ahirete âit.
HÂLİSEN : Hâlis olarak. Yalnızca Allah rızasını kazanmak arzusuyla.
LİVECHİLLÂH : Allah için, Allah nâmına, Allah aşkına, Allah rızasına.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.