Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar (2)
Kur’an’ın, Hz. Süleyman (a.s.)’ınvahyî saltanatını konu edinen bölümün can alıcı iki ayeti. O dönemde Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke olan Sebe,aşağı yukarı M.Ö. 1100 yıllarında, zengin ve savaşta becerileri olan bir ülkeydi. Kral olarak başında Belkıs adıyla ün etmiş bir kraliçe vardı.
“Rahman” ve Rahim” besmeledeki Allah’tan sonra gelen önemli iki mübarek isimdir. Zaten “besmele”nin sırrı da Allah’tan sonra bu iki isme düğümlenmektedir. Hz. Süleyman(a.s.) Rahimi de kapsamına alan Rahman[1] ismine mazhar bir büyük peygamberdir. Gerek peygamberliğinde ve gerekse saltanatında bu ismin tecellilerine bolca mazhar ve şahit olmuştur.
“Bismillahirrahmanirrahim”in en geniş ve en derin anlamı, günlük yaşantıya uygulandığı yönüyle, sıradan insanlardan ayrı bir şekilde, bir mucize olarak Süleyman peygamberde görülüyor.Hz. Süleyman, peygamberliğinin yanında o eşine rastlanmayan büyük bir sultandır. Belkıs’ın bu büyüleyici saltanata boyun eğişine sebep işte bu sıra dışılıktır. Yirmiyıl saltanat süren ve saltanatın ne demek olduğunu bilen Belkıs’ın,tıpkı Hz. Musa’nın gösterdiği “asa” mucizesinin karşısında hakikatin farkına varan sihirbazlar gibi, Hz. Süleyman’ın bu özelliği dikkatindenkaçmamıştır.
Hz. Süleyman’ın saltanatı tamamen vahye dayalıydı. O aynı zamanda tevazuuyla daima şükredenlerdendi. Onun saltanatı “besmele” deki bilincin bir tezahürüydü. Saltanat sürmenin zirvesiydi. Saltanatı yalnızca insanları değil, aynı zamanda insan dışındaki varlıklarıda kapsıyordu. Hayvanların mantığına vakıftı ve onlarla rahatlıkla anlaşarak iletişim kurabiliyordu. Hüdhüd denen kuşa istediğini yaptırabiliyor, onu bir ulak ve bir postacı gibi kullanabiliyordu. Bunda elbette ayette olan “Besmele” sırrına erişinin büyük payı vardır. “Besmele”, kozmosa uyumun, onunla bütünleşmenin ve o isimlerin bilincine erme derecesinde tasavvurun çok üstünde tecellilere muhatap olmanın basamağıdır. Nitekim Bediüzzaman da, “ ‘besmele’ sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetinkudsî unvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır” der ve yani ile başlayan bir izahla insanî arşın yollarının “besmele” bilinciyle açık olduğuna dikkat çeker: “Bismillahirrahmanirrahim” yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar; insanî arşa çıkmaya bir yol olur.”[2]
Hz. Süleyman (a.s.), daha önceden varlığından söz eden ve yalan söyleyip söylemediğinin anlaşılması için Hüdhüd’la Belkıs’a mektup göndermişti. Mektuptaki “bismillahirrahmanirrahim”, saltanatının düğüm noktasıdır. Muhyiddin-i Arabî de bu düğümün açılmasına Fusûsül-Hikem’deçok ilginç yorumlar yapar.
Ayette Sebe kraliçesi Belkıs, tapınmak için güneş tanrısına giderken,Hüdhüd’ün kucağına bıraktığı Süleyman’ın mektubu üzerine, krallığının ileri gelenleriyle bir durum değerlendirme toplantısı yapar. Onlara son derece önemli bir mektup kendisine geldiğini, bunun Süleyman’dan gelen bir mektup olduğunu ve hiç de alışık olmadıkları bir tarzda “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” başladığını söyler. Ancak bu mektubun kendisine nasıl ulaştığını devlet adamlığına yakışır biçimde söylemez. Söylememesinde ise siyasî bir incelik söz konusudur. Mektubu gönderenin öyle dikkate alınmayacak bir güce sahip olmadığını içeriğinden anlamada gecikmez.
İlim ve hikmet sahibi peygamberdir Hz. Süleyman. Ancak böyle olmasına rağmen bilmediği şeyi bir hayvandan öğrenebileceği vurgusu anlamlıdır. Bu demektir ki bilenden daha bilenin olduğu gerçeği hatırlatılmaktadır. Ayet, gerek Razî’nin ve gerekse Zemahşerî’nin fikirleri dikkate alındığında da insanın kendini beğenme duygusuna kapılmamasının gereken erdemli bir tutum olduğunu vurgulamaktadır.[3]
Hz. Süleyman’ın saltanatı öylesine görkemliydi ki dillere destan olan Sebe Kraliçesi Belkıs’ı bile şaşırtmıştı. Nitekim Hz. Süleyman’ın o muhteşem sarayını gördükten sonra, “Rabbim!” dedi Belkıs, “Ben kendime kötülük etmişim. Artık ben de Süleyman’la birlikte Âlemlerin rabbine gönülden teslim oldum.” Burada ince bir nokta var, Mühyiddin-i Arabî’nin vurguladığı gibi, “Süleyman’a teslim oldum,” demedi, “Süleyman’la birlikte Âlemlerin Rabbine teslim oldum,” dedi. Böyle aracısız Allah’a teslim olması, onun bilinçliliğiyle birlikte imanının da kuvvetli olduğunu gösterir.[4]Allah doğrudan teslim olmaya layık tek varlıktır.
Belkıs’ın muhteşem tahtını Hz. Süleyman’ın yanına getirtme konusunda cinlerden bir ifritle Süleyman’ın yakın çevresinde olan bilge ve ârifinsan olan Asaf arasında bir iddia yarışı yaşanmıştı. Elbette bundan çıkacak bir sonuç var ki o da bilgi gücüne sahip insan türünden Asaf’ın derin bilgiden yoksun cine üstünlük sağlamış olmasıdır.[5]Zaten insan türünün yeryüzünün halifesi olmasının en büyük sebebi budur.
Ama Hz. Süleyman(a.s.)’ın peygamberliğinin günümüze bakan yönüyle en ilgi çekici mesajı ise, yanında olan ârif insanın “Güzünü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” sözüne ilişkin Bediüzzaman’ın yaptığı yorumdur. Elbette bu, Hz. Süleyman’la ilişkili bir mucizedir. Ta o zamanda teknolojinin nihaî bir sınırında eşya aynısıyla uzak mesafeden nakli gerçekleşmiştir. Bunun da bilgi sayesinde olduğu belirtiliyor. Bu demektir ki yine bilgi sayesinde eşya naklinin aynen ya da suret olarak nakli mümkün olabilme yolu açıktır.[6]Günümüzde eşyanın suret olarak görüntülemenin gerçekleştiği artık sıradan işlerden olmuştur.
Böylece, birkaç anekdot üzerinde durduktan sonra, çok büyük anlam ve incelikler taşıyan bu Kur’an kıssasını bir de bütünüyle vermede fayda var:
Hz. Davut ve Hz. Süleyman’a peygamberlikleri yanında derin bir ilim de verilen iki büyük peygamber. İkisi de şükrün bir nişanı olarak, “Bütün hamd, bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a mahsustur!” demişlerdi.
Hz. Süleyman, babası olan Hz. Davut’un maddî ve manevî mirasına sahip olmuştu. O da babası gibi bilge bir peygamberdi. Ona kuşların mantığını, yani onların dilini anlayabileceği bir yetenek verilmişti; kendisine had ve hesaba gelmeyecek çok şey bahşedilmişti. Bunun üzerine “İşte Allah’ın lütfu budur” diye de her şeyin O’ndan geldiğini ilan etmişti.
Günlerden bir gün, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan son derece düzenli bir orduyla bir yöne gitmişti. Derken bir vadiye, karıncaları bol olan Neml vadisine gelince, bir ana karınca, “Ey karıncalar!” diye komut verdi ve “Derhal yuvalarınıza girin! Zira Süleyman ve orduları farkında olmadan sizi ezebilirler.” dedi. Karıncanın komutunu duyan Hz. Süleyman tebessüm etti ve “Rabbim” diyerek, “İç dünyamı öyle bir düzene sok ki, Senin bana ve anne-babama bahşettiğin nimetlere layıkıyla şükreden ve hep Senin hoşnut olacağın güzel işler yapan biri olayım ve beni rahmetinle erdemli kulların arasına kat” diye içli dua etti.
Yine bir gün kuşları denetliyordu. Ama yokluğunu gören Hz. Süleyman “Neden Hühhüd’ü göremiyorum? Yoksa yine kayıplara mı karıştı? Ya karşıma geçerli bir mazeretle çıkar ya da ona şiddetli bir ceza uygularım, daha olmazsa kafasını koparırım?” diye söylenerek gözleri onu aradı.
Beklemesi çok sürmeden Hüdhüd çıkageldi ve “Ben senin henüz bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe’den doğru ve kesin bir haber getirdim. “Evet” dedi Hüdhüd; “Ben orada bir kadın buldum kiora halkına yöneticilik yapıyordu. Yetkilerle donatılmıştı. Bir de muhteşem bir tahtı vardı. Ne ki onu ve halkını Allah’ı bırakıp güneşe tapar buldum. Öyle anlaşılıyor ki Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş, onlar da yoldan sapmışlar ve bir daha da doğru yolu bulamamışlar.”
Hz. Süleyman, Hüdhüd’ünSebe krallığı hakkında söylediklerinden çok, bu halkın güneşe tapar oluşları dikkatini çekmişti. Sanki Hüdhüd’ün söylediklerinden şüphelenir gibi, “Doğru mu söylüyorsun yoksa yalancının teki misin göreceğiz” dedi ve aynı zamanda onu testten geçirmek için “Bu mektubumu al, onlara ulaştır!Sonra onlardan uzaklaşıp bir köşeden bak bakalım, onlar ne yapacaklar.” diye de bir talimatla haber getirdiği kraliçe Belkıs’a gönderdi.
Hüdhüd emre aynen uyarak, mektubu tapınmak içingüneş tanrısına gitmekte olan Belkıs’ın kucağına bıraktı ve uygun yere çekilerek durumu gözlemeye başladı.
Derken,mektubu alınca Sebe kraliçesi Belkıs’ın yaptığı ilk iş, mahiyetindeki seçkinleri bir araya toplamaktı. “Siz ey seçkinler!” dedi. Elime çok önemli bir mektup geçti. O Süleyman’dan gelen bir mektuptur. İşin tuhafı alışık olmadığımız “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” başlıyor. İçinde “ Bana karşı büyüklük taslamayın. Bana gönülden teslim olmuş olarak gelin” diye bir ültimatom da vardı.
Mektup hakkında bilgi verince kraliçe Belkıs, etrafındakilere, “Siz ey seçkinler! Karşı karşıya kaldığım bu konuda bana kanaatlerinizi bildirin! Sizin katkınız olmadan bu konuda kendi kafama göre hareket etmem doğru olmaz.” dedi.
Kraliçenin bu sözleri üzerine oradakiler, kendi güçlerinden emin bir eda içinde, “Biz güçlüyüz ve caydırıcı bir askeri kuvvete sahibiz. Yine de emir senindir. Şu halde ne emredeceğine sen karar ver!” dediler.
Kraliçe Belkıs durumun öyle olmadığına dikkat çekerek, “Bakın!” dedi; “Krallar bir ülkeye ne zaman girmişlerse, orayı taş taş üstüne bırakmayarak perişan etmişler, üstelik o ülkenin soylu insanlarına da zarar vermişler. İşin gerçeği bu, bunlar da böyle yaparlar.”
Kraliçe Belkıs ne düşündüyse, “İşte bu nedenle ben onlara bir armağan göndereceğim ve bakacağım, gönderdiğim elçiler ne haberle dönecekler.” diyerek fikrini ortaya koydu.
Belkıs’ın elçileri armağanlarla huzura çıkıncaHz. Süleyman, armağanlara şöyle bir baktı ve “Güya servetle beni kandırıp düşüncemden vazgeçirmek mi istiyorsunuz? Ama Allah’ın bana verdikleri sizin bana takdim ettiklerinizden kat kat fazla olduğunu biliniz. Sizin sunduğunuz armağanlar sizin gibi dünyalıları sevindirir.” dedi. Şu tembihi de vurgulayarak elçileri uyardı, onların geri dönmelerini ve Allah’ın şu buyruğunu Sebe yetkililerine iletmelerini söyledi: “Yemin olsun ki karşı konulmaz bir orduyla onların üzerine yürüyeceğiz. Elbette onları hor ve hakir olarak oradan çıkaracağız.”
Hz. Süleyman elçilere söylediği bu sözlerin onlarda nasıl bir etki bırakacağını sezmişti. Kraliçe Belkıs’ın kendisine geleceğini anlamıştı. O gelmeden bir sürpriz hazırlamak istemişti. Derken mahiyetini topladı ve “Siz ey maharetli kişiler! Onlar, gönülden teslim olmuş kişiler olarak gelmeden önce, aranızdan Belkıs’ın tahtını kim bana getirebilir?” diye sordu. Cinlerden şeytani maharete sahip bir ifrit, “Sen daha oturduğun yerden kalkmadan onu sana getiririm. Çünkü ben bu konuda oldukça güvenilir bir güce sahibim.” diye bu göreve talip çıktı. Kendisinde kitabî bir bilgi olan Asaf da “Ben” dedi; “Sana onu gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm.” der demez, Hz. Süleyman,Belkıs’ın tahtını karşısında görüverir. Bu büyük nimetin karşısında şükrünü yerine getirmeden edemez ve “Rabbimin yalnızca bir lütfu bu. Şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor. Oysa şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur. Ama kim nankörlük ederse, iyi bilsin ki Rabbim kendi kendine yetendir, mahlûkata karşı da cömerttir.” diye iç dünyasını döktü.
Nasıl olsa Sebe Kraliçesi gelecek ya, Hz. Süleyman onu sınamak istedi. Yanındakilerine “Onun tahtını kendisinin tanıyamayacağı bir hale getirin, görelim bakalım doğru yolu bulacak mı? Yoksa doğru bulamayan kimselerden mi olacak?” diye talimat verdi.
Kraliçe geldiğinde, ona “Senin tahtın da böyle miydi?” denildi. O da, tahtına çok benzeyen gözünün önünde duran bu taht için, hayret içinde “Sanki bu tıpkı o!” dedi.
Sebe Kraliçesi, Hz. Süleyman’la karşılaşmadan önce, Allah’ı bırakıp tapına geldiği şeyler doğru yolu bulmasına engel olduğu için hakikati ısrarla inkâr eden bir toplumun üyesiydi.
Derken, Sebe kraliçesi saraya “buyur!” edildi. Ama ne görsün kocaman göl gibi bir su! İster istemez ıslanmaması için eteğini yukarı çekti. “Yok” dedi Süleyman, “O su sandığın tabanı kristalle kaplı bir saraydır.” İşte Belkıs, tam hayretinin zirveye çıktığı bu anda, “Rabbim!” dedi, “Ben kendime kötülük etmişim! Artık ben de Süleyman’la birlikte Âlemlerin Rabbine içten teslim oldum.” dedi.[7]
Kıssanın,Kur’an hikâyelerinin bir özelliği olarak bu mutlu ve tevhidi sonla bitmesi de anlamlıdır.
Bütün dünya saltanatları geçicidir. Bizimle gelecek ve bize yar olacak yalnız ve yalnız sonsuz varlık olan Allah’a karşı inancımız ve bu tevhit doğrultusunda içselleştirerek yapacaklarımızdır. Hayat eninde sonunda noktalanacaktır. O halde düşünen insana yaraşan son ana kadar kendine yarayacak şeylere yoğunlaşmaktır.
[1]Muhyiddin-i Arabî, (1964), Fusûsül- Hikem-Hz. Süleyman bölümü, ç: Nuri Gençosman, MEB. Ankara.
[2]Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s: 20, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.
[3] Kur’an Yolu (2012), Diyanet işleri Başkanlığı, Heyet, Ankara.
[4]Muhyiddin-i Arabî, (1964), Fusûsül- Hikem Hz. Süleyman bölümü, ç: Nuri Gençosman, MEB. Ankara.
[5]Mevdudî, Tefhimu’l- Kur’an, Tercüme: Kurul, clt:4, s: 115, İnsan Yayınları, İstanbul.
[6] Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s: 405, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.
[7] Hz. Süleyman kıssası, çoğunlukla Mustafa İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an(Gerekçeli Meal-Tefsir) adlı kitaptan yararlanılarak kaleme alınmıştır.