Günseli Işık'ın Bediüzzaman konulu DEM Romanı ile ilgili yazısı:
İki Elif arasında demlenmek
Takvimde yolları kesişmedi. Üstad Bediüzzaman Said Nursi 1960’ta bu dünyadan göçtü, Sadık Yalsızuçanlar ise onun bıraktığı dünyaya 1962’de açtı gözlerini. Ama hikâyesi, Üstad’ın peşine düşürdü onu. Yıllar geçtikçe de birbirine kenetlendi hikâyeler. Şimdi elimde tuttuğum; kendi etraflarında dönüp duran ben gibileri bir daha uyaran, yeni bir deme buyur eden bu metinde anlattığı, benim hikâyem, desem…
Elif: İlk ve son harf. Dem: Vakit, an, tam zamanı. Kıvam, ayar. Çayın ayarı. Susuz, kıraç tarla. Kıraç tarlada yetişen ekin.
Elif’le başladın, Elif’le bitirdin. İkisinin arası bir ‘dem’di. İkisinin arasında Malatya’yı anlattın. Tarlaları, dağları, oraya özgü yiyecekleri anlattın. Çocukluğunu anlattın. Anneni, babanı, anneanneni, dedeni, dayılarını, ağabeyini, yengeni, teyzelerini anlattın. İlk korkunu, ilk aşkını, ilk suçunu anlattın. Sonra; sonra bir asker, bir ev, bir kitap anlattın. Risaleleri anlattın. O kitapları yazan adamı anlattın. Üstad’ı anlattın. Onun sohbetlerini, esaretlerini, kainatı okuyuşunu, onunla sevinen, onunla üzülen, onun kadar sadık, onun kadar kahraman olan dostlarını anlattın.
İki Elif arasında iki dünya anlattın. Her gördüğünden elem devşirebilme yeteneğine sahip bir yüreğin dünyasıyla, her gördüğü elemden bir nur hakikati çıkarma ilhamına mazhar bir yüreğin dünyasını. Her birimizin dünyasıyla her birimize ışık olanların dünyasını anlattın. Tane tane, tek tek, bilinç akışıyla anlattın.
Bu karmakarışıklıklar çağında yalın olanın, gözlerimizin önünde yitip gitmemesi için mi böyle yazdın? ‘Kalbe ilham olunduğu gibi’… Yalınlığın ve ‘yalnızlığı anlamlandıran şey’in yitirilmesinin sızısı seni yaktığı gibi bizi de yakmasın istediğin için mi? Yoksa aynı ateşe beraber uçmamızı istediğin için mi? Peki yan yana gelişlerinde akıl sahipleri için nice hikmetler olan bu kelimeleri nereden buldun? Hepsini sana o mu öğretti? Bunları Turgut Uyar’la, Heidegger’le, Edip Cansever’le, Sezai Karakoç’la, Şebnem Ferah’la, Eğin manileriyle, Sabahat Akkiraz’la, Rilke’yle, Necatigil’le, Nietzsche’yle, Aragon’la, Michael Jackson’la, Olric’le irtibatlandırmayı da ondan mı öğrendin? Modern yaralara eskimez bir tiryak sürmenin yolu yordamıda mı ondan? Bizi ona mı taşıyorsun?
Çam Dağı’nda, yüz katlı bir irtifada…
Yıllar evvel Ali Çolak, “Ağlayarak yazılan yazılar ağlayarak okunur.” demişti. Şimdi düşünüyorum; beni ağlatan, senin ağlayarak yazdığın satırlar mı, seni ağlatarak o satırları yazdıran Risale-i Nur mu? Yoksa onların da kaynağı olan, “İndiği gibi hüzünle okuyunuz” buyrulan Sonsuz Nur mu?
Galiba bütün bu enginliğin, benim dipsiz karanlığıma çarpması. Bilinmesi gerekenler bilinirken yine de geçilemeyen o eşikteki sancılar… Sen şöyle demişsin:
“Ne dünyadan kazandığınıza sevinin ne yitirdiğinize üzülün… Bunu anlayamıyorum.
Bir kez olsun tadabilecek miyim bu hali? Boş derinlikler değil bunlar… Bunların sözü edilmez. Söz, zihne özgüdür; kelam, gönle mahsustur. Kelam, söylenmeyendir. Söylenince de mayalayandır. Sen bu sözü nereden söylüyorsun? Çamdağı’nda, yüz katlı bir irtifada, zirvede misin? Yüz kat nedir? Oradan bakınca burası nasıl görünüyor? Neler görüyorsun? Nasıl üzülme ve sevinç olmaz? Çocukluk anılarıma indikçe nasıl acı çekiyorum; bilemezsin. Beni bu acılardan kurtaracak mısın?”
Bu acılardan; ailelerimizin, içimize yıllar boyu demlenmek üzere bıraktığı o sonsuz azaplardan, yitişi başlı başına elem olan asude çocukluk ülkesine duyduğumuz özlemden, Misak-ı Milli sınırları dahilinde ve haricinde yaşanan kadir bilmezliklerden, haksızlıklardan, her şeyi yerine koymak demek olan adaletin yokluğundan ve ölümden ve ayrılıktan kurtulmak ümidiyle ellerimiz tutulsun istiyoruz. “Ben terk edilmek istemiyorum efendim. Buna dayanamıyorum.” diyoruz. “Bu muammaları çözemiyorum.” diyoruz; “Bu perdeler bir aralansa… Geride ne var bir görünse… Bir açılsa… Bir cilvelense… Bir görsem… Bir anlasam… Bir bilsem… Bir tatsam efendim… Bir tadabilsem… O huzuru bir nebze tadabilsem… Nedir o … Bilmiyorum efendim, hiçbir şey bilmiyorum.” diyoruz.
Bilmedikçe soruyoruz, sordukça cevaplar geliyor. Bu yüzden mi hep sorular soruyorsun? Hayret makamına mı yolcusun? Ona seslenirkenki tazeliğini, içtenliğini, duruluğunu, sorularına mı borçlusun? Öğrenmeye hevesli, istese de hayranlığını gizleyemeyen ama saygısını kaybetmeden soran bir talebenin edasıyla… Oysa ne çok uzak düştük bu edaya… Her şeyi bildik, her şeyi tanıdık, elimiz her şeye yetişti! Hey gidi günler… Biz büyüdük, siz küçücük kaldınız…
Umutsuzluk batağına son sürat gidebilecekken adımlarımızın yönelmesi gereken asıl yolu hatırlatıyorsun sonra. Kur’an’dan alınan hakikatlerin ışıttığı yolun, hayatlarımızın her dönem(ec)inde, karşı karşıya kaldığımız her meşakkatte bizi nasıl sahil-i selamete çıkardığını... Ölüme, hayata, aşka, ayrılığa, hayal kırıklıklarına, adaletsizliklere, kainatla kurduğumuz ya da kuramadığımız ilişkiye dair her şey o kaynakta mevcut. Zeytine and olsun ifadesi nerede geçiyordu ki?..
Sen de yeni bir yol açıyorsun; ben Üstad’ı hiç böyle okumadım! Yeri geliyor, “Ellerimi bırakma efendim.” diye yakarıyorsun ona. Yeri geliyor, “Sana neden bu kadar acı veriyorlar efendim? Bunlara nasıl katlandın?” diye onunla dertleniyorsun. Yeri geliyor, “Niçin ayrıldık biz efendim?” diye hikmetler sual ediyorsun. Bir ilmek kendi hayatından, bir ilmek onun hayatından atıyorsun. Haddimi aşmış olmazsam ben, bunu tavsiye ederim bundan sonra risale hakkında yazacak olanlara. Nur’un, hayatımıza ne zaman, ne şekilde nüfuz ettiğinin, hangi yaramıza, nasıl merhem olduğunun hikâyelerini yazmaya, okumaya, paylaşmaya ihtiyacımız var artık. Sen bir yandan onun yaşadıklarını da ona anlatıyorsun; “Hani bir gün bir talebenizle seyahate çıkmıştınız efendim.” diyorsun. Sanki kendi yazdığı risaleleri talebelerinden dinlemeyi seven ona, bir başka talebelik ediyorsun. Onun yaşadıklarını, acılarını, fikirlerini kendi ağzından ifade ediyorsun bazen de. Şeyhinde fâni mi oluyorsun? Bu, onu mutlu mu eder? Ben de bir gün onu mutlu edebilir miyim?
Zaman Kitap eki
Kitaba ulaşmak için TIKLAYINIZ