Bir zamanlar bembeyaz bir dünyam vardı. Pırıl pırıldı, netti, berraktı, şeffaftı. Kutsallara adımdan daha çok inanıyordum. Allah’a, Kuran’a, hadislere, peygamberlere, mucizelere, kıyamete, ahirete, cennete, cehenneme, sırata, evliyalara… Yarın nasıl güneşin doğacağı ve gündüzün olacağı kesin ise bunların da varlığı kesindi benim için. Hatta bunların varlığı güneşten ve gündüzden daha kesindi. Bunlardan şüphe edebilirdim ama onlardan asla!
Bembeyaz ve pırıl pırıl dünyamın üzerine ilişen ilk lekeler Yaşar Nuri Öztürk ile başladı. Onun “Kuran’daki İslam” başta olmak üzere birçok eserini okumuştum. İlk lekeyi, yani ilk şüpheyi içime atan o oldu. Siyer, hadis, mucizeler ile alakalı kesin inançlarıma üst üste darbe vurdu. Ama İslam’ın ve Kuran’ın güneş gibi hakikat olduğuna o da inanıyordu. Sadece Kuran dışı rivayet malzemesine “uydurulan din” diyerek acımazsızca eleştiriyordu.
Asıl darbeyi ve lekeyi Mustafa Öztürk okuduktan sonra alacaktım. Gerçi ondan önce Hüseyin Atay, Hayri Kırbaşoğlu, Fazlulrahman, Ömer Özsoy, İbrahim Sarmış gibilerini okumuştum ama bunlar nedense iç alemimde herhangi ciddi bir sarsıntıya sebebiyet vermemişlerdi. Mustafa Öztürk’ün Kıssaların Dili, Kuran’ı Kendi Tarihinde Okumak, Kuran Tarihi ve tarihsellikle ilgili diğer kitapları bembeyaz dünyamın üzerine simsiyah lekeler açtılar. Yaşar Nuri Öztük her ne kadar hadisleri kıyasıya eleştiriyorsa da Kuran’ın mevsukiyeti ile ilgili bir şüphesi yoktu. Ama Öztürk son kale olan Kuran’ın mevsuk olmayabileceği ihtimalini fısıldıyordu kulağıma.
Bütün yazılarında İslam’dan ve Kuran’dan kuşku duyan karamsar ve mütereddit bir ruh hali hakimdi sanki. Üslup çok selis ve akıcı olunca akıp gidiyordunuz. Bir de inanılmaz bir sıcaklık ve samimiyet vardı yazılarında. İnsan kalbinin sımsıcak nabız atışları hissediliyordu. İtiraf etmem icap ederse bizim ilahiyatçılardan önce Turan Dursun, İlhan Arsel, Server Tanilli gibi İslam karşıtı yazarların kitaplarını okumuş ama hiç etkilenmemiştim. Asıl leke bırakanlar mezkûr zevat oldu. Kıssaların Dili, Kuran’ı Kendi Tarihinde Okumak kitaplarını günlerce elimden düşürmedim. Bazen başkalarına da okuyordum ama insanlar çoğu zaman dinlemek istemiyordu.
Vakti zamanında bir dostum şöyle demişti bana: “Eğer kökenin Risale-i Nurlar olmasaydı seni çoktan kaybetmiştik.” Kim bilir belki de doğruyu söylemişti. Yanlış anlaşılmasın, bütün bunları bahsi geçen ilahiyatçı hocaları yargılamak, karalamak, suçlamak için söylemiyorum; sadece kendi durumumu, tarihselliğimi, halimi, olgumu olduğu gibi tasvir etmek için söylüyorum. Hâsılı, beni bu ilahiyatçılar mahvetti.