Ekrem Altıntepe’nin röportajı
Kur’an Okumaları-1, Kur’an Okumaları-2, Kur’an Okumaları-3, Kur’an Okumaları-4... Bunlar, yazar Metin Karabaşoğlu’nun kaleme aldığı ve Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve sureler üzerine tefekkürî yazıların bulunduğu kitaplarının isimleri…
Karabaşoğlu’nun “Kuran Okumaları” serüveni bir açıdan on beş yaşında, bir açıdan bu tarihten on beş yıl sonra başlar. Hayatına bir yol arayışı içinde on beş yaşında tanıştığı Risale-i Nur, onu hemen akabinde Kur’an’la tanıştırır. Mahalle camisinin imamı Salih Demir Hoca’dan iki hafta ders alarak Kur’an okumasını öğrenen Karabaşoğlu, ilk beş sayfayı da hocasıyla birlikte okur. Salih Demir Hoca’nın Bakara Suresi’nin ilk beş sayfasının ayetlerini okudukları o kısa öğrenim esnasında, ayetlerin mealini de kelime kelime aktarması Risale-i Nur tahsiliyle birlikte, yıllar sonra “Kur’an Okumaları” ismini taşıyan kitaplar yazmasında en önemli unsurlardan biri olur.
On beş yaşında bir genç olarak 1979 yılında yaşamaya başladığı Kur’an okumaları serüveninin yazıya taşınması ise on beş yıl sonra olur. Aradan geçen zaman içinde gerek dergi çalışmaları dolayısıyla, gerek ilk kitabî çalışmaları nedeniyle Kur’an’la bir şekilde irtibat söz konusudur ama doğrudan “Kur’an Okumaları” başlığı altında anılmayı hak eden ilk yazıları yazmaya 1994’te başlar. Bu ilk süreç 1996’da “Kur’an Okumaları” başlığını taşıyan ilk kitabıyla sonuçlanır. Karabaşoğlu ile Kur’an’ı anlama serüveninin ayrıntılarını konuştuk.
-Bir ayeti düşünce dünyanıza almadan önce nasıl bir maddî ve manevî hazırlıktan geçiyorsunuz?
Hayatını hayatımız için bir örnek olarak gördüğüm Bediüzzaman’ın Kur’an’dan aldığı dersleri yazarken başvurduğu “sünuhat” yolunu becerebildiğim kadarıyla takip etmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Risale-i Nur içindeki “otobiyografik” notlardan öğrendiğimiz üzere, Bediüzzaman’ın Kur’an’la hemhal oluşunun gerçekleştiği süreç şöyle:
Bir tarafta, yaşanmakta olan bir hayat var. Bu hayatın içinde bir yandan kâinatla hemhal olurken, bir yandan insaniyetimiz itibarıyla bir sosyal hayat yaşıyoruz ve dışımızdaki bu her iki âlemden iç dünyamıza gözlemler, sorular, sevinçler, elemler taşınıyor.
Bediüzzaman bir yandan böyle bir hayatı yaşarken, öte yandan bu hayatın içinde bir hayat rehberi olarak Kur’an’la sürekli bir hemhal oluş içinde. Her gününde Kur’an’la hem okuma, hem anlama, hem tezekkür, hem tefekkür cihetiyle ciddi bir meşguliyeti söz konusu... Bu süreçte, yaşanan hayatın getirdiği soru ve sorunlar, Kur’an’ın sırlarını açması için birer anahtara dönüşüyor Bediüzzaman için; ama şunu da belirtelim, bu anahtarı kullanmakla birlikte, kapıya da yüklenmiyor Bediüzzaman... Bir ayete dair bir mana dünyasına açılır gibi olduğunda, bu manayı bir inci gibi koynunda saklıyor ve ilgili mananın inkişafını zamana ve zemine bırakıyor. Ve ne zaman ki, ilgili ayete dair manalar zihninden kalbine akmış ve kalbinde yerleşip kıvam bulmuş, o zaman yazıyor, yazdırıyor.
Bediüzzaman’ın Kur’an’ı anlamaya dair bu usulünü ve tecrübesini, yapabildiğim kadarıyla, kendime örnek aldığımı söyleyebilirim. Elbette, şu kaydı da düşmek gerekiyor. Deniz aynı deniz olsa da, herkes kendi kabının genişliği nispetinde alabilir. Kur’an’ı Bediüzzaman gibi anladığımı iddia ediyor değilim, ama Bediüzzaman’ın anladığı gibi anlamaya ve bu anlama sürecinde Bediüzzaman’ın takip ettiği yolu takip etmeye çalışıyorum.
Kur’an’ı anlama yönteminizden biraz bahsedebilir misiniz?
Kur’an’ı anlamada özel bir yöntemim var mı, bilmiyorum. Açık söylemek gerekirse, bir yöntem arayışım da olmadı. Ama hayatın akışı içinde Rabb’imiz iniş-çıkışlar, gel-gitler içinde bizi yaşatırken biz farkına bile varmadan bize bir yol, yöntem öğretiyor. Çoğu zaman öğrendiğimiz bu yolu, yöntemi epeyce yol aldıktan sonra fark ediyoruz. Açıkçası, “Kur’an’ı şöyle okumalıyım” diye bir yol belirleyip, sonra o yola koyulmadım. Kur’an’la hemhal olmaya ihtiyacımız vardı, bu hemhal oluşun tarzı, usulü, üslubu kendiliğinden gelişti. Elbette, önümüzde bir örnek olarak Bediüzzaman tecrübesinin de öğreticiliğinde…
Hâlâ daha, Kur’an’ı okurken belli bir “metot”tan söz edebilecek durumda değilim. Kur’an’ı okuyorum; hayatı anlamak, hele ki hayatın yükü ve iç dünyama tesir eden yaralar karşısında şifa için Kur’an’a sığınıyorum, hepsi bu… Belki “yöntem” olarak, bir tek şunu ilave etmem gerekiyor. Kur’an hazinelerinden bir sır, bir mana açıldığında, onu zihnimin ve kalbimin bir köşesine ve “ilmi kalemle muhafazayı” emreden hadisin mucibince bir yerlere kaydediyorum ve yazılması seneler sonra gerçekleşecek olsa dahi, o manayı bırakıp geçmiyorum; zihnimde, kalbimde ve defterimde saklıyorum.
Kur’an okumalarını yaparken hangi kaynaklardan yararlanıyorsunuz, referans olarak başvurduğunuz eserler var mı?
Beni Kur’an’la tanıştıranın Risale-i Nur olduğunu söylemiştim. Risale-i Nur, otuz yıldır Kur’an’ı anlamada hususî mürşidim, rehberim niteliğimde... Bediüzzaman’ın Kur’an’ı anlama yolculuğu için sadece Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde veya sadece İşârâtü’l-İ’caz’da dile getirdiklerini daha etraflıca kavrayabilmek isterdim. Hakkıyla kavradığımı söyleyemem, ama Kur’an okumalarında bakış açımı ve vizyonumu Risale-i Nur belirliyor.
Öte yandan, okuduğum hadis külliyatları ile siyer kitaplarının, özelde bu kaynaklardaki “esbab-ı nüzul”e dair bilgilerin ayetlerin mesajını anlamada çok büyük yardımı olduğunu tecrübeten biliyorum. Tek bir meale bağlı ve bağımlı olmanın daraltıcı ve bazen yanıltıcı olduğunu düşünen biriyim. Biri “kelime anlamlı” olmak üzere, on civarında mealden istifade ediyorum ve bir ayete dair bir nükte dünyama açılacak olduğunda ilgili ayete ve o ayetin içinde yer aldığı sureye dair tefsirlere de bakıyorum. Fahreddin-i Râzî’nin Tefsîru’l-Kebîr’i en ziyade başvurduğum tefsir niteliğinde…
Bir de, genel okumaların Kur’an’ı anlamada faydasına değinmek gerek. İster dünya tarihi, ister peygamberler tarihi, ister modern zamanlar üzerine, ister belli bir konuyla ilgili olsun, her okuma Kur’an okumalarında soruların ve arayışların menzilini genişletme gibi bir fayda sağlıyor diye hissediyorum.
Kur’an ayetlerini anlamada zaman ve mekân önemli midir? Kur’an üzerinde tefekküre dalmadan önce özel bir zaman ve mekân seçilmeli midir?
Zaman ve mekânın elbette önemi var. Bediüzzaman’ın dünyasına da Kur’an’dan manaların ekseriya Ramazan ayında veya namazda veya namaz tesbihatı sırasında açılmış olması bir rastlantı olmasa gerek. Aynı şekilde, birçok mananın, bir dert, soru, arayış içinde, hatta bir musibetin sevkiyle açılmış olduğunu da yine Bediüzzaman’ın Risaleler içinde düştüğü notlardan anlıyoruz.
Onun için geçerli olan bu durum, hepimiz için de geçerli. Kur’an’ı anlamada zaman ve mekân önemlidir; kalp ve ruhumuzu abdest, istiaze, tezekkür ve ibadetle ve hatta oruçla Kur’an’a hazırlamak önemlidir.
Ama burada da meseleyi tadında bırakmak gerekiyor. Kâbe’nin tam karşısında oldukları ve Kur’an’ı ilk nüzul anında bizzat Hz. Peygamber’den dinledikleri halde Kureyş müşriklerinin direncini hatırlayalım. Demek ki, zaman bir arayış ve ihtiyaç hissediş hâli ve ânı, mekân itibarıyla öncelikli olan ise açık bir zihin ve hakkı teslime talip bir kalptir.
Sizin “Kur’ân Okumaları”nıza tefsir diyebilir miyiz? Eğer değilse çalışmalarınızı tefsirden ayıran yönler nelerdir?
Şu an için dört kitap hacmine ulaşmış bulunan “Kur’an Okumaları” çalışmam için “tefsir” demekten hicap ederim. Tefsir, İslamî ıstılaha yerleşmiş olduğu üzere, hususî bir disiplindir; öyle ki, âlim unvanını bihakkın almış pek çok isim dahi kendilerini “müfessir” diye tavsif etmekten hicap etmişlerdir. Tefsir söz konusu olduğunda hususan bu konuda ihtisas kesp etmiş âlimler bile böyle bir edeple hareket ederken, tabir yerindeyse “mektep medrese görmemiş” biri olarak benim yaptığım çalışmaya tefsir adını vermem asla düşünülemez. Böyle bir şeyin, müfessirlere ve tefsir geleneğine karşı çok büyük bir saygısızlık olacağını düşünürüm.
Ama Kur’an, sadece âlimlere inmiş değildir; bütün müminler, dahası bütün insanlar Kur’anî davetin kapsama alanı içindedir. Bu bakımdan da, fıkhî veya itikadî bir hüküm tesis etmeye kalkışmadan, herkes kabiliyeti nispetince Kur’an’ı anlama, ayetlerle yoğrulma ve ayetleri yorumlama çabası içinde olma durumundadır. Bizim çalışmamız da işte bu kısma denk düşüyor.
Ayetleri anlamaya çalışırken kişisel ve has bir dairede mi düşünmeliyiz, yoksa geniş bir dairede bütün bir topluma hitap ediyor gibi mi algılamalıyız?
İlk vahiy tecrübesini hatırlayalım. İlk ayetin “Okuyun,” “Okutun” diye değil “Oku!” diyerek başladığını... Ve Hz. Peygamber’e (a.s.m.) “kalkıp uyarma”yı emreden ikinci vahyin bu ilk vahiyden iki buçuk sene sonra geldiğini... Demek ki, Kur’an’ı önce kendimize okumamız gerekiyor. “Anlama”dan “anlatmaya” bir yolculuk da yaşamamız elbette gerek; ama anlatma, “anlayıp benimseme”den sonra gerçekleşmeli...
Kur’an’ın muhatabı kişi midir, yoksa toplum mudur?
Kur’an’ın muhatabı kişidir, toplumdur ve bütün insanlıktır. Kur’an’da hem bütün insanlara, hem hususan müminlere, hem de Hz. Peygamber’in (a.s.m.) şahsında hususan insana hitap eden ayetler çıkar karşımıza. Demek ki, “ben”den başlayıp bütün insanlığı ve hatta bütün mahlukatı kuşatır şekilde “biz”e doğru bir yolculuk yaşamalıyız Kur’an’ı anlama ve anlatma sürecimizde... Ama başlama noktası, kendi iç dünyamız olmak üzere... Kur’an’ı anlamada hayatî noktanın, “Rabb’im bana hitap ediyor” idrakine sahip olmak olduğuna inanıyorum.
Kur’an okumalarını sure üzerinden mi, yoksa tek tek ayetler üzerinden mi yapmak lazım?
İdeal olan Bediüzzaman’ın Kur’an’ın i’cazının birinci veçhesi olarak belirttiği “nazm-ı maani / mana sürekliliği”ni gözeterek, bir suredeki bütün ayetlerin nasıl birbirine bakıp birbirini tamamladığını görerek; tabir yerindeyse ilk ayetten son ayete kadar akan manaları suyun pınardan çıkıp dağlar, vadiler, ovalar, bayırlar aşarak denize ulaşması misali nasıl akıp sonsuz bir mana denizine ulaştığını görebilir surette sureleri ve ayetleri okumaktır kanaatimce…
Ama Kur’an öyle bir hazine ki, tek bir ayeti, hatta tek bir ayetindeki tek bir cümle veya hatta tek bir kelime ve dahası tek bir harf-i tarif sizin için bir şifa ve rahmet olabiliyor. O yüzden de, yeter ki Kur’an’la daimî bir hemhal oluş yaşayalım, ötesini zamana ve zemine bırakalım demekten yanayım.
Kur’an okumalarını nasıl yapmalı? Sadece Arapça metin üzerinden okuma tefekkür için yeterli midir? Meal veya tefsirden okumayla ayetlerdeki mesajlar algınabilir mi, yoksa Arapça bilmek gerekir mi?
Ne o yeterli, ne de öbürü... Sadece Arapça yeterli olsa, bütün Araplar Kur’an’ı hakkıyla anlamış olurlardı ve en büyük müfessirler de sadece Araplar arasından çıkardı. İkincisinin yeterli olacağını söylemek ise zaten mümkün değil. Aslolan, ikisinin birden mevcudiyetidir. Bu durumda değilsek, o zaman da, tevazuyu elden bırakmadan ve gereken yerde gereken kaynağa başvurmayı ihmal etmeden anlama çabasında sebat etmek gerekir.
Herkes Kur’an okumaları yapabilir mi? Bunu yapmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Kur’an bütün insanları kendine muhatap aldığını ve “mübîn-mesajı açık, anlaşılır” olduğunu bizzat bildirdiğine göre, herkes Kur’an okumaları yapabilir. Bu yoldaki tavsiyem ise, “Kur’an Okumaları”nın ilk kitabının en başında bizatihî Kur’an’dan aldığım dersle dile getirdiğim usulî noktaları dikkate almak... Mesela şeytanın bu anlama yolculuğunda zihin ve kalbimize müdahalelerinden Allah’a sığınmak, hitap eden Rabb’imiz ise bize düşenin susup can kulağıyla dinlemek olduğunu idrak etmek, “Temizlerden başkası ona dokunamaz” sırrınca temiz bir yürekle ona kulak vermek, tane tane okuyup anlamaya çalışarak dinlemek vs.
Diğer bir husus ise, Kur’an ayetlerinin hem herkes için anlaşılabilir derecede açık, hem ancak ilimde derinleşenlerin kavrayabileceği derecede geniş ve derin manaları olduğunu; hele ki, bizatihî Kur’an’ın bildirdiği üzere “müteşabihat”ı üzerine tevilin Allah’ın izniyle ancak “râsihûne fi’l-ilm / derin bilgiye sahip olanlar”a nasip olduğunu görerek, ilme itibarı ve tevazuyu elden bırakmamak… Kendi aklını ve ilmini yeterli görmemek... Bizatihî anlama çabasını, tabirimi mazur görün, ukalalığa dönüştürmemek...
Keza, bizim gibi Kur’an’ı bizzat anlamaya yetecek Arapça bilgisi olmayanların tek bir meali yeterli görmemeleri, Elmalılı merhumun meal ve tefsirinin en başında belirttiği üzere ”meal”in kelime olarak ”eksiltilmiş anlam” demek olduğunu asla unutmamaları ve dahası, başvuru mercii olarak tek bir tefsiri de yeterli görmemeleri gerekiyor.
Moral Haber