Benim Allahım herkesin A. Altan'ı

Araştırmacı-Yazar Yusuf Çağlayan, Ahmet Altan'ın yazılarını Risale Haber için değerlendirdi...

Risale Haber-Haber Merkezi

Ahmet Altan'ın inanç alemini sorgulayan yazıları büyük ilgi gördü. Yazılarına bir çok yorum gelirken çeşitli değerlendirmelere koun oldu. Araştırmacı-Yazar Yusuf Çağlayan, Ahmet Altan'ın “Benim Allahım” ve “Niye” başlıklı yazılarını değerlendirdiği bir yazı kaleme aldı.

Değerlendirmesini Risale Haber okuyucuları ile paylaşan Çağlayan, Ahmet Altan’ın darbeciler ve oligarşik elitler karşısındaki duruşu toplumdaki mağdur kitleler için bir sığınak duygusu oluşturduğunu bu nedenle belli bir fikrin, bir ideolojinin veya kesimin temsilcisi değil, adaletin, barışın, kardeşliğin, temel hak ve özgürlüklerin, dolayısıyla bunlara susamış tüm kesimlerin Ahmet Altan’ı olduğunu vurguladı.

İşte Yusuf Çağlayan'ın yazısı:

"Benim Allah'ım" ve herkesin Ahmet Altan'ı

Ahmet Altan, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde zaman zaman varoluşsal kimlik sorgulamasına dair ilginç yazılara imza atıyor. Son günlerde “Benim Allahım” ve “Niye” başlıklı yazıları ile her insanın gizlice de olsa kendi iç dünyasında bir varoluşsal kimlik sorgulaması yaptığına dikkat çekiyor. Önde gelen köşe yazarları, sanatçı ve düşünürlerimizin de ilginç tespitleri O’nu doğrulayıcı nitelikte…

Gülay Göktürk…
“Çevremdeki insanların “ölümlü oldukları” gerçeğini unutabilmelerine, bu korkunç gerçek yokmuşçasına yaşayabilmelerine şaşıyorum. Böyle bir kaçınılmazlık, çaresizlik karşısında ve bir geri sayım duygusu içinde, akıl sağlığımızı nasıl koruyabildiğimizi, bu “gerçeği” unutarak nasıl varolabildiğimizi anlayamıyorum. Ölüm denen gerçeğin korkunçluğuyla daha dokuz-on yaşında bir çocukken tanıştım. Anneannem sık sık elimi tutar ve ‘ben ölünce beni hatırlayacak mısın?’ diye ağlardı. O zamanlar onun için çok üzülür ve ‘iyi ki ben henüz çocuğum ve iyi ki annem ve babam henüz çok gençler’ diye sevinirdim. Yaşamak zorunda olduğum acıların çok uzakta oluşunu düşünüp içimi rahatlatmaya çalışırdım. O yıllardan beri, tıbbın yaşlılık ve hastalıklar karşısında kazandığı zaferlerin sevincini ta içimde duydum. Ortalama insan ömrünün yüz yıla, yüz elli yıla çıkacağı günlerin hayaliyle avundum. Bilimin ölüm karşısında kazandığı her mevzide sevdiklerime ve kendime, ‘ha gayret, sıkın dişinizi’ diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.”(Yeni Yüzyıl Gazetesi 23.12.1996 )

Zülfü Livaneli…
“Ahmet Piriştina'nın ölüm haberini alınca vurgun yemiş gibi olduk hepimiz. İnsan hayatının anlamsızlığı, her şeyin bir saniyede yok olup gidebileceği bilinci bir kez daha şamar gibi indi yüzümüze. Onca birikim, onca çaba, onca başarı hiçbir işe yaramıyor. Herkes, içinde zamanı ayarlanmış bir saatli bomba ile dolaşıyor ve bu vadeyi bilmediği için de gülüyor, kavga ediyor, hırslara kapılıyor, gelecek planları yapıyor ve sonra ya göğüste bir sızı, ya sol kolda bir ağırlaşma; sonra... Hiçlik!” (Vatan Gazetesi 16.06.2004)

Aziz Nesin…
“İnsan insanı öldürmesin, ister kaza, ister cinayet; insanlar insanları öldürmesin ne savaşta ne barışta; Devlet insanı öldürmesin ister yasal, ister yasadışı; insan kendini öldürmesin ister birden, ister yavaş yavaş; insan kendiliğinden de ölmesin ister hastalıktan, ister yaşlılıktan; anladığım onca şey var ki dünyada, ama en anlamadığım ölmek” (Aziz Nesin’in bir Şiiri)

Tito' nun İtirafları
"Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek, yok olmak... Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş... İşte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç bir şey anlamıyor musunuz? Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana... Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar? Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor. İtiraf etmek zorundayım. Ben Allah'a, Peygambere ve Ahiret’e inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır, mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette. Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı. Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi...Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!" (Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito'nun şeref misafiri olarak Belgrad'a giden Salih Gökkaya’nın bir hatırası)

“Benim Allah’ım” Ve Herkesin Ahmet Altan’ı

Saçı ağaran bir insanın saçlarını boyatması, yüzü kırışanların estetik ile gerdirmesi, insanın ayrılıklardan hüzünlenmesi, ölümün ardından damlayan göz yaşları…Aslında tüm bu davranışların anlamı bir varoluşsal kimlik sorgulaması değil mi? İnsanın yaratılışı bu sorgulamaya programlanmış adeta…

Ahmet Altan, varoluşsal kimlik sorgulamasına dair yazılarında aslında genel bir şuuraltını yansıtıyor. Ancak, bu sorgulamanın cevapsız olduğu, bugüne kadar cevap bulunamadığı yönündeki hüküm, varoluşun hakikatine dair kendi tasavvurunu yansıtıyor elbette.

Bir an için gözlerinizi yumun, sonra açın. Gözleriniz “sizi merkeze koyan” bir görüntü serer önünüze…Aynı şekilde, bir fotoğrafa baktığımızda, o fotoğrafı çekenin sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü verecek bir konumu seçtiğini fark ederiz. Fotoğraf makinesinin objektifi, o fotoğrafın merkezidir. (John Berger-Görme Biçimleri-Metis Yay.) Arazi planları, tek bir röpertaşına göre şekillenir. Bu taş ile oynarsanız, tüm arazi kayar. Bir mekanda sonsuz nokta vardır, sonsuz fotoğraf alabiliriz. Röpertaşı sonsuz noktaya konulabilir. Sonsuz arazi planı ortaya çıkar.

Kısaca, Algılarımız görecedir : ....e göre... İnsanların durdukları yer, elbette sadece mekanla sınırlı değildir. Nesneler dünyasını olduğu kadar, anlamlar dünyasını da kendi durduğumuz yerden seyrederiz. İnsanların tahsili, bilgi birikimi, mesleği, yaşı, cinsiyeti, sosyal statüsü, v.s. o insana has bir bağlam, bir duruş yeri belirler. Bu duruş yerleri değiştikçe “algılama”da, algılamanın getirdiği değer yargısı da, hükümler de değişir. Tahsilsiz birinin güneş tasavvuru ile, bir uzay bilimcisinin ki aynı değildir. Aradaki seviye çeşitliliği kadar, güneş tasavvuru da çeşitlenecektir.

İnsanların bu algı ve tasavvurlarına aynı ismi vermeleri, tasavvur ettikleri şeyi bağlamaz. Örneğin, güneş zatında ne ise odur. Ancak, Aynı güneşi, dünyanın değişik yerlerindeki insanlar, kimisi doğarken, kimisi batarken, kimisi tam tepede ve bu aralıklarda bulundukları yer(e) göre sonsuz açılardan göreceklerdir. Oysa güneş zatında tektir ve ne batmakta, ne de doğmaktadır. Bahsettiğimiz değişik görünümler güneşin nisbi hakikatleridir. Yani, kendi gerçekliğine değil, kişilerin pozisyonuna, o’na bakanların durumuna göre ortaya çıkan görünümler… Şu halde, biz bu sonsuz görünümlerden birisi ile güneşi mahkum edenlerin algısını, kendi durduğumuz yerdeki görünüm ile bağdaşmıyor diye inkar edemeyiz. Aksi halde, biz de güneşi kendi algımız ile mahkum etmiş oluyoruz. Örneğin benim durduğum yerde güneş batıyor, senin durduğun yerde ise doğuyor, tam zıddı bir durum. Hangisi doğru? Sana göre o, bana göre bu…Aslında ise mesele tüm görecelikleri aşıp, güneşin zatında tek olduğu hakikatini, hem doğmadığını, hem de batmadığını idrak noktasına gelmek… Eğer, görecelik olmasaydı, bu idrak noktasına gelemezdik. Çünkü, karanlığın dahil olması nispetinde ışık derecelenir. Böylece ışığın algılanabilirliği mümkün hale gelir. Işık, tek mertebede olsaydı, ışık diye bir varlık olduğunu da anlayamayacaktık. Nisbi hakikatlerin zuhur edebilmesi için, ‘tezat’ şarttır. Zıtların birbirine dahil olmasıyla oluşan melezleşmelerdir ki kainattaki bu sonsuz renkliliği idrak etmemizi sağlıyor. Bu idrak de, mutlak hakikatin varlığını idrake kapı açıyor.

İşte, mutlak hakikati idrak etmek yerine, bu nisbi hakikatlere takılıp kalır, bir şeyin gerçekliğini, bizim ona ilişkin algı ve tasavvurlarımızla sınırlandırmaktan kurtulamazsak, görece olan algılarımızı sadece kendi kendimizin aşamadığı yasalar haline getirmekle yetinmez, farklı görüşlere, farklı düşüncelere, farklı inançlara saygı duymak için bir neden göremez hale de geliriz. İşte düşünce ve inanç çatışmaları bundan kaynaklanıyor. Kendi tasavvurumuzu mutlaklaştırma, başkalarının algılarını inkara götürüyor bizi. Bir insanın (….e) sini anlamazsak, onun göre’sini de anlayamayız… Birbirimizin …e sini anlamadan birbirimizi de anlayamayız… Kendi algı ve tasavvurumuzu dogmalaştırırız. Değişime kapalı olur, bir ömür boyu değişimsiz/tek zaviyeden bakışa mahkum olmuş bir yaşam süreriz. Ben şahsen Ahmet Altan’ın, bu noktada kendisini değişime kapattığını tasavvur dahi edemiyorum

Biz “Allah” hakikatini, kendimizin, başkasının ya da Ahmet Altan’ın tabiri ile “dindarların” görece algıları ile mahkum edemeyiz. Hele hele, bu konudaki kendi tutumumuzu başkalarının tasavvuruna bina edemeyiz. Çünkü, zaten başkalarının “öfkeli, kızgın, gazaplı, cezalandıran, bizimkine benzemeyen Allah tasavvuru” Allah’ı tanımlayamaz. Ve “eğer böyleyse ben de inanmıyorum” diyemeyiz. Çünkü, Allah zatında bu tasavvurdan da, bütün tasavvurlardan da münezzehtir. Hakikat tek, hakikatin görece mertebeleri sonsuzdur. Bilginin değişkenliği, ömürlü olması da bu görecelikten kaynaklanıyor.

“Benim Allah’ım” başlıklı yazısında Ahmet Altan, “Ne garip beni Allah’ın olmadığına dindarlar inandırdı” yargısına varırken, aslında, sözünü ettiği dindarların görece tasavvurlarındaki yaratıcıyı kabul etmiyor. Ve zannediyor ki, bunu yapmakla, Allah’ın olmadığına inanmış oluyor. O da, böyle sananlar da çok yanılıyorlar. Zaten, yazısında “öyle bir Allah anlattılar ki, benim Allah’ıma hiç benzemiyordu” demekle kendi Allah’ının varlığını ve O’na inandığını açıkça kendisi de ortaya koymuş olmuyor mu?

Ahmet Altan’ın darbeciler ve oligarşik elitler karşısındaki duruşu toplumdaki mağdur kitleler için bir sığınak duygusu oluşturuyor. Bu kesimler O’nu hep arkasında hissediyor. Bu sebeple O belli bir fikrin, bir ideolojinin veya kesimin temsilcisi değil, adaletin, barışın, kardeşliğin, temel hak ve özgürlüklerin, dolayısıyla bunlara susamış tüm kesimlerin Ahmet Altan’ı. Eğer, O “özgürlük” hakikatini değil de, nisbi bir özgürlük algısını, örneğin ateistlerin, pozitivistlerin özgürlüğünü savunsaydı, herkesin Ahmet Altan’ı olabilir miydi? O halde “herkesin Allah’ını da” en iyi O anlayacaktır. (y_caglayan@yahoo.com)

Özel Haberleri