Ondokuzuncu yüzyılın sonları. O günlerin dünya hâkimi, ‘üzerinde güneş batmayan’ imparatorluğu İngiltere’nin meclisinde başbakan William Ewart Gladstone Balkanlarda olup biten olaylardan dolayı Osmanlıyı suçladığı konuşmanın bir yerinde eline Kur’ân alır ve havaya kaldırarak ona ‘lânetli kitap’ deme küstahlığında bulunur ve bu küstahlığı sonraki cümleleriyle şöyle sürdürür: “Bu kitap Müslümanların elinde olduğu sürece, onları medenîleştiremeyiz.”
‘Medenîleştirme’den kasdı gerçekte şudur: boyun eğdirme, teslim alma. İma etmektedir ki Gladstone, Müslümanlar Kur’ân’dan kopmadıkları sürece kendi değerleri adına direnmeye devam edecek, bize teslim olmayacaklar. O halde?
O sıralar Bitlis’in en uzak köylerinden birinde doğup büyümüş bir genç, zengin kütüphanesindeki kitaplardan başını kaldırmadığı Van valisinin konağında misafirdir. Kitaplarla birlikte okuduğu Osmanlı gazetelerinden birinde Gladstone’un bu konuşmasından haberdar olur ve henüz yirmisinde bir genç olarak, bunun Kur’ân’a yönelik küresel bir fitne ve suikastin işaret fişeği olduğunu düşünür. Peki, Kur’ân’a yönelik bu fitneye nasıl cevap verilebilir, Müslümanların Kur’ân’la bağını koparmak isteyenlere karşı bu bağ nasıl muhkemleştirilir?
Yirmisinde bir genç, o gün bu fitneye karşı Kur’ân’ın ‘sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu göstermek’ gibi bir hedef çizer kendisine.
Ama bu, bir günlük, bir haftalık bir iş değildir. Uzun ve ciddi bir yol gerektirir. Bunun da farkındadır. Kendisinin ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılmasını sağlayacak bir hızla medrese tahsilini tamamlayıp İslâmî ilimlerde bir ihtisasa zaten kavuşmuş haldedir. Müslüman coğrafyada, anadili Kürtçe’den başka Arapça, Türkçe ve Farsça’yı o dillerde kitap, hatta şiir yazacak seviyede bilmektedir. Yanısıra, Batı düşüncesine ve bilimine dair okumalarına devam eder. Hem okur, hem düşünür. Bir müddet sonra, düşündüklerini yazmaya da başlar.
İlk yazdığı risale matematiğe dairdir; matematik ise, baştan sona, aklın işlettirilmesini gerektirir. Yazdığı ikinci ve üçüncü kitaplar, mantıkla ilgilidir; mantık ise, doğru ve sistemli düşünmenin yöntemini öğretir. Zaten onların ardından bu kez Muhakemat’ı yazar. Kur’ân’ın ‘Akletmezler mi?’ davetine uygun şekilde, aklı doğru ve yerinde kullanmanın, Kur’ân’ı da hakkıyla anlamanın talimi gibidir ilk yazdıkları. Sonra, bu sağlam zemin üzerinden, eserler birbiri ardısıra gelir. Önce ümmetin derdini kendi derdi olarak bilen Hutbe-i Şâmiye ve Münâzarât gibi eserler, sonra İşârâtü’l-İ’caz tefsiri, ardından Mesnevî-i Nuriye. Billur gibi bir Arapça’yla yazılmış bu iki eserin ardından bir dizi küçük risale gelir, sonra da hayatının meyvesi niteliğindeki Risale-i Nur Külliyatı…
Bediüzzaman’ın gençlik günlerinden ömrünün nihayetine bu hayat yolculuğu, hayatını bir büyük hakikat uğruna adamanın ve bu adanmışlığın hakkını verecek şekilde bir donanımla yaşamanın bir örneğidir. Kendisi, “İnsanın kıymeti himmeti nisbetindedir, himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar” der bir eserinde. Büyük bir yükü omuzlamanın insanın kıymetini de, gayretini de nasıl büyüttüğünü onun hayatında görürüz. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”
Bu yolculuğa sadece akılla çıkmış da değildir kendisi. Aklı elbette işlettirir; ama kalble beraber. “Ger fikret-i beyzada süveyda-yı kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve marifet olmaz; kalbsiz akıl olamaz” der bir başka eserinde. Yani, kalbsiz akıl, gözün beyaz kısmı gibidir ona göre. Kalb ise, o beyaz gözdeki siyah nokta; akıl, hakikati kalble beraber görür. O halde, akıl-kalb beraberliği içinde gerçekleşmelidir müminin hakikatle teması ve hakikate daveti.
Dahası, bu davete, dünyevî hiçbir hesap da karışmamalı; hakikate hizmetin mükâfatı yalnız ve yalnız Allah’ın rızası olmalı, ücreti de yalnızca bu hizmette bulunmanın sevinci olmalıdır. Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in tahsis ettiği maaşı da kabul etmez, Mustafa Kemal’in makam ve maaş teklifini de. Hayatı boyu kimseden maddî yardım kabul etmez, hediye dahi almaz. Sebebini, ‘ihlas’ ilkesiyle; ‘uhrevî bir hizmeti dünyevî bir menfaate âlet etmeme’ hassasiyetiyle açıklar. Böyle birşey, elması şişeye çevirmek; hakikat elmasını kırık camlarla değişmek gibidir ona göre.
Bediüzzaman Said Nursî (1878-1960) deyince aklıma ilk gelen hususlardır bunlar.
Bu özelliklerdir ki, hayatı nice insana ilham vermiş; yazdığı risaleler nice insanın hidayetine vesile olmuştur.
Benim için öyledir meselâ. Kur’ân’la, sünnetle, namazla ve İslâmî mirasın bütün değerleriyle tanışmama vesiledir. Onbeş yaşında Risale-i Nur’u okumaya başladığım gecenin sabahı ilk işim namaza başlamak olmuştur. Kur’ân’ı okumayı öğrendiğim haftalar ise, onu okumaya başladığım günden sonraki iki haftalardır.
Benim için Bediüzzaman,
Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken,
Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
diyebilen insandır herşeyden önce. Henüz risalelerini okumadan önce, henüz onbir yaşında iken bir sünnet davetiyesinde, “Sünnet-i seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” sözünü çok beğenip ezberime aldığım; risalelerini okumaya başladıktan sonra, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın ubudiyeti ve risaletiyle hayatını bilmenin, tanımanın, anlamanın ve sevmenin kapılarını bana aralayan insandır.
İslâmî mirasla tanışmamın da vesilesidir. Bir Ege ilçesinde, medrese, tekke görmemiş bir gencin İslâmî ilimler, irfan ve ahlâk mirasıyla tanışması, onun yol göstericiliğinde olmuştur.
Benim için, imanla, namazla, Kur’ân’la ve Peygamberle tanışmanın vesilesi olmanın ötesinde; ‘insan’ı tanımanın da yolunu göstermiş bir isimdir Bediüzzaman. “Yüz kapılı bir saray”dır ona göre insan; bir kapı kapalı diye terkedilmez. Hele ki gençler… Onun, bir mektubunda söylediği üzere, her genci kendisine ‘arkadaş’ bilmesi meselâ. Eskişehir Hapishanesinin penceresinden karşıdaki lisenin bahçesinde oynayan gençlere baktığında, kendi hapsini değil de onların akıbetini düşünüp ağlayışını unutamam. Öyle de bir şefkat kahramanıdır. O şefkat ki, Eğirdir gölü üzerinden Barla sürgününe doğru yol alırken de, kendisine refakat eden jandarma erinin keklik avı peşinde olmasına karşı, kendi akıbetini değil o kekliğin hayatını düşündürecek, “Evladım, onun da yuvasında bekleyenleri var” diyerek jandarmayı bu avcılıktan alıkoyacaktır.
Benim için Bediüzzaman, “Vefa imandandır” buyuran Hz. Peygamber’in yürüdüğü yolda, vefadarlığın da bir timsalidir. Sürgün yeri Barla’da tanıştığı, sonra müessif bir kazayla vefat eden dostu, talebesi Muallim Ahmed Galib’in evini sürgünü bitip serbest dolaşır hale geldiği zamanda, aradan yirmi yıl geçmiş de olsa ziyaret eden bir vefa nişanesidir. Kaşığını kırıldı diye atıveren talebesine ‘Ama o bu kadar sene bana hizmet etmişti’ diye gönül koyan, mecburen ‘ayırıldığı’ Barla’ya yirmi sene sonra geldiğinde dalları üstüne yaptığı ağaç evde geceler boyu tefekkür ve zikirde bulunduğu çınar ağacını yirmi yıllık bir dosta yeniden kavuşmuş gibi sarılıp ağlayan bir vefa nişanesi…
Şefkatin ve vefanın, insanı nasıl incelttiğini de göstermiştir bana. İnsana o kadar hizmet eden bir mahlûka hakaret anlamında ‘eşek’ denilmesinden rahatsız olmasını; talebelerine, çalışkanlığına ve gördüğü o kadar işe atıfla ‘işlek o, işlek’ demesini unutamam meselâ. Hayata saygının bir nişanesi olarak, dağda bayırda yeşil tek bir dalın bile kırılmasına müsaade etmeyip odun olmak üzere sadece kuru dalları toplatmasını… Bir kertenkeleyi öylesine öldüren genç bir talebesine verdiği ‘hayata saygı’ dersini...
Diğer taraftan, “Ben de bir talebeyim; ders arkadaşınızım” sözünü ona söyleten tevazuunu. “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” diye özetlediği hakikate davet üslubunu. “Benim sözümü de ben dedim diye kabul etmeyiniz” diyerek, insanları duyduğu her sözü Kur’ân ve sünnet mihengine ve akıl terazisine vurmaya davet edişini; kimseyi ilminin ve faziletinin esiri etmeyişini…
Benim için hayatı ve eseriyle, bizi âlemler Rabbini tanımaya ve yalnız O’na kul olmaya; O’nun Kitabını rehber ve peygamberini kılavuz edinmeye; Allah’ın kullarını kendine kul edinmemeye ve kula kulluk etmemeye dair bir yol haritası sunan isimdir Bediüzzaman. Hakikati kendi tekelinde görmemenin, “Güzel yalnız benim gördüğümdür” tekelciliğine düşmeden “Gördüğüm güzeldir” diyebilmenin yolunu gösterendir.
Ben güzel görmeyi ve düzgün düşünmeyi ondan öğrendim. Dahası, bunun yalnız ona has birşey olmadığını da bana o öğretti. Kur’ân’a hizmet eden, Peygambere ümmet olan herkesi sevmeyi... Farklılıklarımızın çatışma sebebi değil, birbirimizi tamamlamak için bir imkân ve zenginlik olduğunu. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad- İslâm’dır” diye bilip, bir vücudun organları gibi o farklılıkları anlamlı ve hayatlı bir bütün içinde değerlendirmenin çabası ve duası içinde olmayı…
Ona ve hakikat yolunda bize yol gösteren bütün değerlerimize selam olsun…
***
Bayram sonrası, sıla-yı rahim dönüşü yorgun ve uykusuz bir zihinle bugünün yazısına hakkını vermem pek mümkün gözükmedi bana. Yazmayı planladığım, taslağını da yazdığım bu yazının son haliyle neşrini Cuma’ya bırakıp, bugün birbuçuk yıl kadar önce gençlere yönelik bir derginin talebi üzerine yazdığım ve yayınlandığı mecra itibarıyla bir derece hususî kaldığını düşündüğüm bir yazımı paylaşıyorum. Cuma gününden itibaren yeni yazılarla buluşma ümidiyle, dostlarımızdan bu paylaşım için müsamaha talep ediyorum.