Vakfımız restorasyon çalışmaları nedeniyle inşaat alanına dönünce, haftalık buluşmalarımız Anadolu yakasına, yine tarihi bir binaya alınmıştı. Buna göre sabah evden bir saat daha erken çıkmam gerekecekti. Bir gün önceden kar- boran- fırtına başlığı altında felaket tellallığı yapılan haberlere bakılırsa aslında o gün, başımı pencereden bile dışarıya uzatmamalıydım. Ama hem kelimenin tam anlamıyla Risale-i Nuru “meslek” edinmiş Ağabeyimiz hem de nur müzeyyene kardeşlerimle olan o feyizli saatlerden geri kalmayı düşünmek dahi istemezdim. Hem o gün para kazanmak için iş yerlerine doğru yola çıkan milyonlarca insan olacaktı İstanbul’da, bende değeri ölçülmeyecek manevi kazançlar, hakikatler için Bismillah diyerek düştüm yola. Kalabalık ve havasız otobüse biner binmez hemen âdetim olduğu üzere, hangi pencereyi açtırsam diye bakınmaya başladım, fakat zaten soğuk havaya bir de insanların asık suratı eklenince bu isteğimi rica etme cesaretini bile bulamadım. Hasbunallahü ve ni’mel vekil, neyse artık duraklarda açılan kapıdan gelen hava ile yetinecektim.
Otobüs, bir duraktan yolcularını alıp, tam hareket etmeye başlamıştı ki billboarda devamını okuyamadığım ‘benim için nefes almak’ diye bir cümle gözüme ilişti. ‘Evet’ ,dedim çantam ve kitaplarımla zar zor tutunabildiğim, ayakta devam eden yolculuğuma (İstanbul’da yolculuk esnasında oturmak pek vaki olmaz da), kalabalık ve dar alan sıkıntısıyla derin bir iç çekerek ‘benim için nefes almak en büyük şükür sebebi’.
Çünkü nefes alamadıktan sonra yemenin, giymenin, koklamanın, eşyanın, rengin hâsılı hiçbir şeyin anlamı yoktu. Nefes aldığım için hepsinden tad alıyor, kullanıyor, görüyor, seçiyor, yaşıyordum. Ama hemen ardından bir itiraz geldi yine derinlerden, ‘hayır’ dedi, iman hakikatlerinden bir parça da olsa dersini almış bir güvenle ‘en büyük şükür sebebi iman nimetidir. Eğer iman olmasaydı ne nefesi, ne nefes Vereni, ne nimetlerin gerçek Sahibini hatta ihtiyaçlarını ve ihtiyaçlarını Karşılayanı tanıyamazdın. Evet, nefes için sonsuz şükürler gerekecekti ama iman nimeti olmasaydı Kime, ne için şükrettiğini bile bilmeyecektin. İman Kitabın da, ta ilk ayetten başlıyordu hamd ve Kime yapılacağı öğretisi.’
İbadetin amacını da şükür belirlemiyor muydu? Biz bütün yaptığımız kulluğu Cenab-ı Münim-i Hakiki’nin verdiklerine- vereceklerine (maddi manevi nimetleri için)karşılık yapıyorduk. İman derslerinden müteşekkil Risale-i nurun ilk sözü de bu anlamlar üzerine kuruluydu. “Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.” (Sözler / Birinci Söz) . Zikirsiz bir fikir kuru bir düşünceden ibaret olacağı gibi; şükürsüz bir zikrin de, bize hediyeler veren birine adı ile hitap edip, teşekkür etmeyi hep ihmal ettiğimiz nankörlük halinden farkı yoktur ki karşılıksız veren o Zatı kaybetmek tehlikesi ve daha da ağır bedelleri olacaktır şüphesiz…
Ve yine Kur’an’dan alınan o derslerden öğreniyorduk ki, o imanlı hayatın neticesi olarak ‘ancak’ şükrünü yapabileceğimiz nefes almaların devamı isteniyordu. Sadece şükredenlerin mi? Hayır, daim-i kemal de bir cemal, şükrün de daimi olmasını istiyordu ; “Zira nihayetsiz kerem, nihayetsiz imtinân ve nimetlendirmeyi iktizâ eder. Bu ise minnet ve nimetin nihayetsiz bir şekilde kabülünü iktizâ eder. Bu da ikram olunan şahsın devam-ı vücüdunu ister – ta ki nimetten nasiblenmeye devam etmek suretiyle, daimi bir şükür ve minnetle mukabele etsin.(Mesne-i Nuriye / 15. Lâsiyyemâ)”
Çünkü burada cilvelerinin yansımasıyla bu kadar muhteşem olan masnuat, perdesiz sergilendiği bir âlemde kim bilir nasıl bir şükrü gerektirirdi? Ya bütün bunlardan bihaber yaşasaydık… Tam burada da yine bir şükür vesilesiyle karşılaşıyoruz. Bu asırda tahkik-i imanı bize kazandıran eserleri tanıdığımız için ne kadar şükretsek de azdı. O eserlerin Müellifi de bu şükrü her fırsatta dile getiriyordu. ne çok hakikat satırları bu şükürle noktalanmıştı.
Otobüsten sonra deniz yoluyla devam ettiğim yolculuğum sonunda, o nurlu cemaatle hele de eski bir mahkeme de, biz fark etmeden konunun sevki (!) ile adalet ve şükür üzerine saatlerce devam eden mütalaalardan aldığım tad ve ardından havanın ağır olacağına dair çıkan bütün haberlere inat; güneşli bir ikindi eşliğinde İstanbul boğazının seyri, paha biçilmeyecek şükürlere layıktı. İmanın kazandırdığı bir hürriyetle alınan nefes, şükür için de şükür gerektiriyordu…
Ve bütün sebeplerin nurlu hakikatlere dönüştüğü o feyizli günden çıkardığım en önemli derslerden biriydi şu tespit, “şükretmeyi öğrendikçe, şükür borcu artıyordu…”