Aşağı dallara konmayan, kendini merkezde gören, dünyayı parmağının ucunda gören bir ruh hali insanların içine iyice yerleşmeye başladı. Neredeyse sıradan olan kimse yok etrafımızda. Herkes sanki dünyanın bir tanesi, nur tanesi, nar tanesi.
Bunun adına özgüven diyemeyiz. Olsa olsa özgüven patlaması diyebiliriz. Fakat bu patlama çok da şık bir patlama olmasa gerek. İnsana değer biçerken adil olmak yerine çıkar ilişkileri devreye girince ortaya böyle sonuçlar çıkabiliyor. Bir bakıyoruz herkes üstat, herkes duayen. Kendilerinden çok şakşakçılarının pohpohlamalarıyla öyle bir hale gelenler var ki küçük dağlar, büyük dağlar, sıra sağlar sanki kendi ellerinden çıkmış gibiler.
Ağır ol da molla desinler demeye bile cesaret edemiyoruz. İki üç yazı yazan bir anda duayen gazeteci, tv’de birkaç kez görünen duayen haber spikeri olarak reklâm ediliyor. Cenaze törenlerinde de bu kaçınılmaz son bizi karşılıyor. Özellikle meşhurların cenaze törenlerinde mikrofon uzatılan herkes merhumu öyle bir anlatıyor ki “Vay be, bilememişiz merhumun kıymetini” diyoruz. “Dünya çapında, eşsiz insan, sanatımızın göz bebeği!!!”
Söz söylemek, ağzına geleni söylemek değildir. Söz söylemek; kendini bilmektir. Kendini bilmeden konuşanın, yazanın sarf ettiği her şey boş sözden öte bir şey değildir. Sözünün hedefini bilmek, sözün nereye varacağı hesap etmek; kendini bilmenin bir sonucudur.
“Benim kim olduğumu biliyor musun?” sözü insanlık tarihinin en sünepe sözüdür. Kendinin bir halt olmadığını bilenlerin, başkasının gölgesine sığınanların en büyük sığınağı bu sözdür. Aslında “benim” değildir onun cesareti. Sığındığı kişinin adının gücüdür. O varsa kendisini güçlü hisseder, o varsa kendisi bir şeydir, o yoksa kendisi bir hiçtir. Kendi varlığının çok da önemli olmadığını bilen kişiler için bu söz bir kurtuluş ifadesidir. Babasının, amcasının, dayısının hatta bilmem neyinin makamına güvenerek etrafına tehdit savuranların kurduğu ve kurabileceği en afili cümle budur. Arkalarındaki kişilerden aldıkları cesaretle etrafa tehdit savuranlar bu davranışlarıyla aslında kendilerinin ne kadar silik bir kişilik olduğunu ispatlamış olurlar. Onlar yoksa kendileri de yoktur.
İnsanlar yaptıklarıyla anılırlar. Ortaya koydukları bir eser varsa ya da kabul gören güzellikleri varsa o davranışları ile kabul görürler. Bunları görmezden gelip de başka değerlerle kişilere paye biçilmeye başlanırsa insanlar ve gölgeleriyle muhatap olmak zorunda kalan bir toplum olmaya devam ederiz. Bir kişiye kendisinden dolayı değil de bir yakınından dolayı ilgi gösteriliyorsa, bunu yapan kişi de kişiliğinden taviz vermeye başlamıştır diyebiliriz.
İnsana insan olduğu için değer verilirse, ortaya koyduğu çalışmalardan ve eserlerden dolayı insanlar değerlendirilmeye başlanırsa işte o zaman “gerçek değer” olanların kıymeti anlaşılmaya başlanır. Dikkat edilecek ölçü; hakkın gözetmektir.
İnsan, tavrı olduğu müddetçe saygınlığını kazanır. Kendi değerleriyle ayakta durduğu müddetçe insanlar arasında sözü kayda değer bir kişilik olarak yer alır. İki cümleyi bir ayara getirirken bile kelimelerin kafasını gözünü yarana köşe yazarı, hatırı sayılır kişilerin gölgesinde yaşamayı seçenlere saygın kişi muamelesi yapıldığı müddetçe gerçek değer sahipleri her zaman görmezden gelinecektir. Kendi varlığından bîhaber yaşayıp da “Benim kim olduğumu biliyor musun?” diyenlerin karşısına geçip mertçe; “Biliyorum, Allah’ın bir pıhtıdan yarattığı ve öldükten sonra toprağa karıştıracağı bir kulsun.” diyebiliyorsak bu pervasızlıktan gün gelir belki bazıları geri adım atar da kimin kim olduğunu daha iyi görebiliriz.