Risale-i Nur Rehberliğinde İmanî Düşünceler
Risale-i Nur metinleri Kur’an’ın dersinden ve Hz. Peygamberimizin taliminden aldığı usûl ile temelde kişilere imanın konularını, birimlerini ‘tahkik etmenin’/hakikatini kavramanın yöntemini gösteren, örnekliğini yapan bir kılavuz kitaptır.
Biz Risale-i Nur okumalarını imanın konularını tahkik etmeye, hakikatini anlamaya dönük düşünceler üzerinden ele alıyoruz ve bu düşünceleri istifade edilir temennisiyle yayınlıyoruz. Risale-i Nur’dan Nurun İlk Kapısı aldı kitapçığın Birinci Ders’inden aşağıdaki imanî düşünceleri edindik.
Said Nursi, bu derste Tevbe Suresi’nin 111. ayetinin tefsirini yapıyor. Ancak Nursi, Kurana yaklaşımının bir yansıması olarak burada çok orijinal bir tefsir perspektifi geliştiriyor ve 'satış eylemini' tamamen 'iman etme' bağlamında ele alıyor. Bu yaklaşım klasik tefsirlerden çok farklı ve tefsir acısından hakiki ilim denilecek hususiyeti ifade ediyor olsa gerek. Burada Nursi’nin Kur’an’a yaklaşımına birazcık değinelim. Nursi, Kur’an’ın belagat özelliklerini çok dikkatli incelemelerle çözümleyip buradaki manaları Kur’an’ın temel maksadına uygun bir şekilde, imanî bir zeminde ele alır ve bu manaların hak olduğunu maddi âlemden ve insaniyetten örnekler,veriler ve misaller getirerek ispat etmeye çalışır.
İlgili ayetteki "müminlerden" vurgusundan da bu yaklaşıma dikkat çekilmiş olduğunu anlıyoruz. Yani mümin olan/ iman eden kişi Var edicisinin/Yaratıcısının emaneti olan varlığını tekrar yaratıcısına satan/iade eden kişidir. Yani mümin olmak, varlık emanetini Var edicin/yaratıcın olan Allah hesabına ve Onun izni dairesinde kullanmaktır. Böyle bir satış işleminin gerçekleşmesi bize hem imanın tarifini veriyor, hem de böyle bir satıştan hâsıl olan kazançları, dolayısıyla imanın faydalarını ontolojik düzlemde beyan ediyor.
İman Etmek Ne Demektir ve İman Etmenin Faydaları Nelerdir?
Bu metinde işlenen Tevbe Suresinin 111. Ayetinin tefsirinden anlıyoruz ki, iman etmek bir Allah var demek değildir. İman, bütün varlığı ve kendi varlığını bütün yönleriyle, tüm özellikleriyle var eden ve her an varoluşlarını devam ettiren mutlak, bir ve tek olan Yaratıcı/Var edici vardır. Bütünvarlıklar ve benim varlığım bu mutlak Yaratıcının özelliklerini yansıtır. Kendimin ve bütün varlıkların ne varlıkları, ne de özellikleri hiçbiri kendi kendisini var edemez ve kendi varlıklarının hakiki sahibi olamaz. Kendimi, varlığımdaki duygu, hal, kabiliyet ve istidatlarımı ve tüm varlıkların varoluşlarını ve özelliklerini birer yansıma olarak görüp bunlarla mutlak olan Yaratıcıyı tanımayı kabul ediyorum demektir, iman.
İman etmek, 'benliğimi' kullanarak varlığımı mutlak olan yaratıcıya verip, yani varlığımı onun adına yaşayıp kendi varlığımın ve tüm varlıkların var edicisi ve varlıklarını her an 'varlıkta tutup' devam ettirenin mutlak yaratıcı/var edici Allah olduğunu tasdik ediyorum. Kendi varlığımla, varlığımdaki özellikler, haller, hisler, kabiliyetler ve istidatlar ile mutlak Yaratıcıya "ayna" olmaktır. İman etmemek ise, her biri birer "elmas" değerinde olan insaniyetindeki duygu, his, kabiliyet ve istidatlarını birer "cam parçası" hükmüne düşürüp insaniyetini hayvaniyete 'mahkûm' etmektir.
Nursi, metne "ey İnsan" diye 'insaniyete' hitap eden ikaz vurgulu bir cümle ile başlıyor. Bu vurgudan metnin devamında işlenecek olan “benliğini Yaratıcına satmak/ Varlığını Var edicin hesabına kullanmak insan olmanın gereğidir ve insaniyet böyle bir ticareti gerektiriyor, imasını anlıyoruz.
Ey insan, varlığın ve varlığındaki hisler, haller, kabiliyetler ve istidatlar sana birer emanettir. Varlığını ve varlığındaki bu özelliklerini Var edicine 'verip' Onun adına, Onun izni dairesinde kullanman gerekir. Yani varlığınla ve varlığındaki özelliklerle Var edicine "ayna" olman gerekir. Yani bilinçli bir ayna, ne yansıttığını fark eden şuurlu bir ayna olmaktır ‘imanlı insaniyet’. (İnsaniyetin şuurlu bir ayna özelliğine Said Nursi ve büyük Sufiler sıkça değinir. Bu konuyu ileride detaylı çalışabilmenin duasını yapıyorum) Varlığın ve varlığındaki tüm bu özellikler bunun için verilmişlerdir. Ama sen bunları kendine mal edersen, kendinden bilirsen, Var edicilerinden bağımsız kendinin sayarsan ve öylece kullanırsan emanete "ihanet" edersin ve mülk-ü İlahiyi "gasp" edersin.
Bu metinde "satmak" ifadesi 'vermek' manasında ele alınıyor. Yani varlığını ve varlığındaki özellikleri Allah’a satmak demek, bunlardan vazgeçmek demek değildir. Sadece varlığını ve ondaki özelliklerini Allah'a ver, yani hepsinin sahibi Allah olduğunu bil ve bunları Allah hesabına ve Onun izni dairesinde kullan demektir.
Emaneti Allaha satmanın, yani varlığını Var edicine verip Onun adına varlığını kullanmanın kazançları, yani imanın faydaları:
- İnsaniyetin gereği olarak sen ebediyet istiyorsun. İşte, varlığını Var edicine verirsen yokluktan, bozulup çürümekten kurtulup ebedi var olursun.
- Varlığının ve varlığındaki kabiliyetlerin, duygu ve özelliklerin Allah adına kullanıldığında bin derece kıymeti artar. İnsan, mutlak yaratıcıya bağlanmak ve ebediyete inanmakla duyguları ve kabiliyetleri tam insaniyete yaraşır şekilde gelişip sümbülledir.
- Varlığını Yaratıcına verip Onun adına, Onun hesabıyla, Onun izni dairesinde yaşamaya bedel olarak cennet verilir.
- Hem de varlığını Allah’a vermek demek varlığından, hayat zevkinden vazgeçmek demek değildir. Yine helal dairesinde varlığının keyfini çıkarabilirsin.
- Varlığını mutlak, bir ve tek olan Yaratıcı/Var edici adına kullandığında, varlığının var kılınması ve varlıkta korunması meselesi senin için imkânsız zorluklar içerirken, bu meseleyi Yaratıcı uhdesine alır seni zahmetlerden kurtarır. Sana sadece hayatin/varlığının 'tadını çıkarmak' kalır. İşte, en büyük ikram bu: Rabb-i Kerim’in insana ikramı, kendi malını geri ‘satın al’ ve karşılığında bu kadar ücret ver.
Gafil olup, yani varlığının hakikatinin farkına olmayıp varlığını Var edicisine/Yaratıcısına vermeyen kişi:
- Emaneti kendine mal ederek ihanet ettin.
- İnsaniyetine ters bir şekilde varlığını kendi adına yaşadığın için, mutlak olan Yaratıcıya, ebediyete iman etmekle ancak 'kendine gelen', 'kendini bulan' bütün insani özelliklerin gümler, hayvaniyet konumunda yaşanan bir duruma iner.
- Varlığını kendi hesabına yaşadığından, senin için ‘hiçbir faydası olmadan’ o varlık ölümle zayi olup gidecek.
- Satmaktaki, yani varlığını Yaratıcıya vermekteki yüksek fiyattan mahrum kalacaksın.
- Tüm bunlarla birlikte varlığının elde ettiği günahların elemleriyle birlikte, o varlığın yaşamaktaki zahmeti ve külfeti senin başına yüklenecek ve senin ahireti düşünmeden dünyanın tadını çıkarma heveslerini bu 'yük' mahvedecek.
Bu metinden şunu anıyoruz, ey insan varlığını Yaratıcına verip Onun adına yaşamadığında hayati 'yaşadım' sanma. Sen sadece oyalanıp durdun. Hiç hayatın künhüne, derinliğine varamadın.
Varlığını Yaratıcıya verip Onun adına yaşamayı engellemek isteyen Felsefe medeniyetinin "sen kendine maliksin!" demesi çok manidar. Demek ki meselenin özü, temeli varlığını sahipleniyor musun yoksa Var edicine mi veriyorsun? İste felsefe medeniyeti bize hep "sen kendine maliksin" diye fısıldar, bunu hep beynimize işler tüm vesilelerle.